Ekim Gencligi ARSIVKIZIL BAYRAK
 
Eylül 2003
Sayı: 64
 İçindekiler
  Ekim Gençliği'nden...
  Kavga bayrağı elimizde!
  Irak'ta işgalci, okulda müşteri olmayacağız kampanyası İstanbul
  Irak'ta işgalci, okulda müşteri olmayacağız kampanyası Ankara
  Kampanya çalışmalarından...
  Kampanya çalışmalarından...
  Sermayenin tatili yok, mücadelenin de!
  Sırada 100 bin söz var...
  Kampanya çalışmamızdan izlenimler...
  Onurlu aydınlar ve sanatçılar gençliğin sözünün arkasındalar!
  Ümit Altıntaş Gençlik Kampı" başarıyla gerçekleştirildi!...
  Kamp izleniminden...
  Kamp izleniminden...
  Sermayenin ucuz laboratuvarları: Teknokentler
  Ordu ve YÖK görüşmesi...
  Gençliğin sözü söz...
  Filistin: Ortadoğu'nun sönmeyen direniş meşalesi
  ABD: Irak batağında leş kargası
  ABD emperyalizminin Irak batağı...
  Bu sefer "bizim çocuklar" başaracaklar!
  Bir Şili türküsü
  Katliamları unutmadık, unutturmayacağız!..
  Komünistler yargılayanları yargılıyor!
  Savaşın silahları
  11 Eylül filmi üzerine
  Kadınsı reklamlar ve reklam tipi kadınlar
  Bir işçi tiyatrosu
  Genç komünistin bir günü...
  Coca Cola, Kolombiya ve 'Hayatın Tadı'
  Futbol: Sistemin kullandığı bir uyuşturucu
  Okur mektupları



 
 
Genç komünistin bir günü...

Barikatta ve gerisinde...

Yurda dönerken kafamda bir sürü düşünce birbirine dolanmış bir şekilde devinip durmaktaydı. Savaşın çok yaklaştığını düşünüyordum. Bir senedir anlattığımız, teşhir ettiğimiz barbarlığın adım adım yaklaştığını görebiliyordum. Haklı olduğumuz, yanılmadığımız açıktı. Ne var ki, insan böyle bir haklılığa sevinemiyor.

Konuştuğumuz insanları düşünüyordum. Hele A’nın geçen günkü hali hiç aklımdan gitmiyordu. Kendisiyle bir gece tartışırken, ordunun antiemperyalist karakterinin ABD işbirlikçilerine izin vermeyeceğini, bizim bahsettiğimiz uşaklığın yaşanmayacağını iddia ediyordu. Ben ona bahsettiği işbirlikçilerin başında ordunun geldiğini söylemiştim. Gülmüştü. İskenderun’a gelen gemilerin Genelkurmay izni ile boşaltma yaptıklarını hatırlattım. O ise boşaltmaya hükümetin izin verdiğini, hatta ordu izin vermediği için Mardin’e sevkiyat yapılamadığını iddia etti. Ben kendimden emin ona: “Dikkat et! Güvendiğin yerlere ve gündeme daha nesnel bak, görmek istediğini değil, olanı gör, yoksa üzülürsün, hayal kırıklığına uğrarsın.” demiştim. Bu sözümü önemsemeişti, ben ise yaşanan gerçekliği ortaya koymanın rahatlığı içindeydim. Bu rahatlığım onu rahatsız ediyordu. Bu konuşmadan bir gün sonra Mardin’e sevkiyat başladı, Genelkurmay Başkanı ağzından uşaklığı meşrulaştırmaya çalışan açıklamalar yapıldı. Bir gün sonra A odama geldi, ben gazete okuyordum. Karşımdaki yatağa oturdu, canının sıkkın olduğu belliydi, ama ben üstelemedim. Bir süre sonra:

- Off canım çok sıkılıyor...

- Hayırdır ne oldu?

- Yav, Mardin’e sevkiyat başlattılar, bir de üstüne açıklama yaptılar. Namussuz, satılmış herifler, Amerikan uşakları... Bu yapılır mı yaa?

Bir kahkaha patlattım. Hiç şaşırtıcı olmayan bir konuya bu kadar üzülmesi bana komik geldi. Ayrıca bizzat yaşanan gerçeklerin bizi haklı çıkarması ve bunun kendini A’ya kabul ettirecek kadar açık yaşanması...

Bu düşünceler içinde yurda girdim. Tam oturmuştum ki, kapı çalındı, bir yoldaşım geldi.
- O... hoş geldin, nasılsın?

Bir haber vereceği her halinden belliydi. Biraz konuştuktan sonra:

-Yarın tezkere yine Meclis Genel Kurulu’na geliyor. Savaş Karşıtı Platform merkezi karar almış, bütün yerellerde eylem yapılacakmış. Mesela kimi sendikalar Mithatpaşa’yı; Cebeci’deki arkadaşlar Ziya Gökalp Caddesi’ni; biz de Eskişehir yolunu trafiğe kapatacağız.

Bu müthiş bir haberdi benim için. Yalnız yarın olacak bir eylemin kararı bu akşam çıkmıştı. Hemen hızlı bir çalışma başlatmalıydık. Hızla giyinip çıktık yurttan. İlk elden bütün yoldaşlara ulaştık. Bu arada yolda gördüğümüz insanlara da haberi ulaştırdık, mutlaka katılmak gerektiğini anlattık.

Sonra bir yurt kantininde diğer siyasetlerden arkadaşlarla buluştuk. El ilanı ve afişler çıkmıştı. Bu ani eylem kararı nasılda değiştirmişti insanları. Günlerdir etrafta içi geçmiş şekilde dolaşıp donuk bir şekilde gündemi takip eden, savaşı bekleyen insanların gözleri parlamıştı. Herkes bir şeyler yapma telaşındaydı. Stalin’in bir sözü vardır: “Büyük enerjiler büyük işler için açığa çıkar”. Oysa biz genç komünistler, her zaman bu enerji ve motivasyona sahip olmanın ayrıcalığını taşıyoruz. Bu, elbette omuzladığımız yükten kaynaklanan doğal bir sonuç.

Zamanın darlığı, işimizi daha da zorlaştırırken, adeta bizi kamçılıyordu. Biliyorduk ki bu eylem çok önemliydi, tezkere meclisteydi, savaş çok yaklaşmıştı, eylemin militan tarzı kitlesel katılımı zorunlu hale getiriyordu. Zamanımız azdı, acele etmeliydik. Hep birlikte çıkıp bütün yurt kantinlerini dolaşıp tek tek insanlarla konuşuyorduk. Ben ve yoldaşlarım için bu birlikte çalışma kültürünü önceden kazanmış olmanın getirdiği avantaj, saatler ilerledikçe tarifsiz bir mutluluğa dönüşüyordu. Yurt kantinlerini tek tek dolaştıktan sonra yurtlarımıza dağıldık.

Yoldaşımla tek tek odaları dolaşıyor ve süreç boyunca bizi defalarca misafir etmiş insanlara son dakika haberimizi ulaştırıyorduk. Uzun süredir konuştuğumuz, ilişki kurduğumuz insanlar için bu eylem ortaya koyduğumuz somut bir şey, bir pratik ve iş olarak algılanıyordu ki, bu son derece olumluydu. Onca zamandır konuştuklarımızın bir etkisi olduğunu görebiliyorduk. A da geleceğini söyledi. Aslında ben, o söylemeden önce de geleceğinden emindim. Daha önce de eylemlerde birlikte yürüdüğümüz olmuştu. Bu konuda netti fakat kafasında yıkılması zor yüksek tutuculuk duvarları vardı ve hep bu konuda sorun yaşıyorduk. Ama bu konudaki ilerlemesi de gözden kaçmıyordu. Biraz daha samimi olabilse, o zorla tutunduğu düşüncelerinin çürüdüğünü kabul edebilse, o an yıkılacaktı kafasındaki duvarlar. Bilmek ile inanmak arasındaki farktıonunla aramızdaki fark ve bu farkı pratik süreç kapatacaktı.

Sonrasında bir başka arkadaşımızın yanına gittik. Bu, saatlerce uzun uzun karşılıklı tartışabildiğimiz, samimi, açık ve ilgili bir arkadaşımızdı. Hatta o kadar samimiydi ki, pratikteki çekingenliğini açıkça ortaya koyabiliyordu. Öyle ki bu samimiyeti gösteremeyen insanların ne saçma sapan gerekçelerle nerelere kadar savrulabildiklerini, nasıl gericileştiklerini de görmüştük. İşte bu arkadaşımız da eylemin ne kadar önemli olduğunu anlayabildiğini, kendisinin de katılacağını söyledi.

O gün geç saatlere kadar birçok insana ulaştık yurdumuzda. O zamana kadar bıraktığımız politik etkinin de yardımıyla insanlarla birçok konuda sohbet etme imkanı bulmuştuk. İnsanlar, tezkerenin içeriğini, Türkiye’nin oynayacağı rolü ve savaş üzerine tahmin ve fikirlerimizi soruyorlardı. Biz de onların konu üstüne düşünce ve bilgilerini tespit etmeye çalışıyorduk. Aslında yurtta bu sohbetler konusunda hiç zorluk çekmiyorduk, sık sık bu gibi ortamları yaratabiliyorduk. Yalnız bu sohbetlerde en çok zorlandığımız insanların en çok direnç gösterdikleri konu, Kürt halkının özgürlük talebinin meşruluğuydu. İlk zamanlarda insanlar, bizim çok doğal ve haklı bir şekilde Kürdistan kelimesini kullanmamıza şaşırıyorlardı. “Suç” olanın bu kadar meşru ifade edilmesi, düzenin ağır propagandası altında yok syılanı bu kadar doğal bir şekilde kabul etmemiz onlar için şaşırtıcıydı. Buna rağmen, açık davranan birçok arkadaşımız zamanla bu gerçekliği kavrayabiliyordu.

Sabah erkenden bölümlerdeki çalışmamıza başladık. Artık kalan zamanı saatlerle ifade ediyorduk. Elektrik Mühendisliği Bölümü’nde birçok arkadaşımızla karşılaştık. Gündemle az -çok ilgili insanlar bu eylem haberini sevinçle karşılarken, birçok insan derslerine girmeyi tercih etmişti. Bu çok acı bir olaydı, savaş birkaç gün içinde başlayacaktı. Ve insanlar binlerce insanın ölümüne karşı çıkmak için derslerini feda edemiyorlardı. Evet, biz çalışıyorduk, coşkuluyduk, bu eylem önemliydi, ama biz genç komünistler biliyorduk ki; zor bir dönemden, bir gericilik döneminden geçiyorduk, mücadele insanlar için bir çekim merkezi değildi. Genç komünistler kendi bilinçlerindeki açıklıkla bu tabloyu anlayabiliyor ve bu tabloya rağmen o yüksek enerji ve motivasyonlarını kırılmıyor, hatta ücadele sorumlulukları pekişiyordu.

Nihayet eylem anı geldi. Kortejimizi oluşturduk. Gerçekten iyi bir katılım vardı.12 saat bile sürmeyen bir çalışmanın sonucunda yaklaşık 100 kişi toplanmıştı. Birebir konuştuğumuz insanların hemen hemen hepsinin katılması, bizim için motivasyonun yanı sıra bir kendine güven kaynağı ve o insanlara karşı bir sorumluluk demekti.

Benim için yurtta konuştuğumuz arkadaşların gelmesi de aynı şeyleri ifade etmekteydi. Pratikte çekingen olan arkadaş sağımdaydı. İnsanlara bir takım şeyleri o kadar açık ve net açıklıyorsunuz ki, onlara bu konuda öyle bir güven veriyorsunuz ki, bütün korkuları ve ailesiyle yaşayabileceği tartışmalara rağmen o an orada olması gerektiğinin bilincine varıyor. İşte bu çok önemli. Biraz sonra bir döviz uzattım kendisine, şaşırdı, “Kurtuluş devrimde, barış sosyalizmde!” dedim. Heyecanlı olduğu her halinden belliydi. “Biji yek gulan!”ı atamıyordu, eylemden sonra bana anlamını sordu.

Jandarma barikatı karşımızda göründü. Robocop kıyafetli jandarmalar tek sıra halinde kapıyı boydan boya kapatmışlardı. Yaklaştık, yaklaştık, yaklaş...

Bu benim de barikatı ilk zorlayacağım eylemdi. Ben de çok heyecanlanmaya başladım. Aramızdaki mesafe birkaç adıma düştü, hala durmamıştık. Yavaşça ilerliyorduk ve yol bitti, pankartımız barikata dayandı. Ben biraz da acemiliğimden yeni anlamıştım bu şekilde barikatı zorlayacağımızı. Öndeki arkadaşa dayanacaktım ki, arkadaş sırasından çıkıp geri gitti. Jandarma ile aramda yalnızca pankart vardı, dayandım. Barikat uzayan, esneyen, ama kopmayan bir sakız gibiydi. Bu arada kimi jandarmalar coplarını çıkarmışlardı. Arkadan dayananlar işimi kolaylaştırıyordu, derken o sakız bir yerinden koptu, aradan sıyrıldım. Evet, evet işte başarmıştık. Yaklaşık 15-20 kişiydik barikatı geçen. Yoldaşlarımızdan birisi bir slogan attı: “Baskılar bizi yıldıramaz!” Büyük bir coşkuyla tekrarladık sloganı, o an orada ispat etmekteydik bunu: Baskılar bizi durduramıyor, yıldıramıyordu. Yolu kapamaya karar verdik. Sayıca yoldaki polislerin yaısı kadar bile olmamamıza rağmen öyle bir coşku ve kararlılık hakimdi ki, hiçbir pazarlık teklifini dikkate almadan Eskişehir yolunu trafiğe kapattık. Bu arada o barikata yüklenirken geri kaçan arkadaşın aramızda olduğunu gördüm. İşte şu kısacık pratik sürecin insanı değiştirmesi ve insana kattığı enerji...

Bu arada, bir süre sonra bizi yaka paça yol kenarına atan polis, karşılıklı bastırmamız sonucu daha önce Beytepe’den gelen arkadaşlarımızla buluşmamıza izin vermek zorunda kaldı. Daha sonra da barikatı geçemeyen diğer arkadaşlarımızla birleştik. Bu arada gözlerim o ilk eylemine gelen arkadaşı arıyor, ama bulamıyordu. Kimsenin gözaltına alınmadığına emindik, ama o ortalarda yoktu. Kalabalık içerisinde göremediğime yordum durumu, ama eylemin geri kalanı boyunca bu huzursuzluğu yaşadım.

Coşkumuz müthişti. Hacettepe’den gelen yoldaşlarımızdan biri çatışmalar sırasında yaralanmıştı. Bir yoldaşımız son derece ajitatif bir konuşma ile basın açıklamasını gerçekleştirmişti. Sloganlarımız, marşlarımız ve türkülerimizi hep bir ağızdan dile getirip yine sloganlarımızla okula toplu giriş yaptık. ODTÜ’ye kimliksiz kimseyi sokmamaya yeminli yüzlerce jandarmanın arasından okula girdik ve hiç susmayan sloganlarımızla okulun merkezine kadar ilerledik.

Eylem biterken beni arayan bir yoldaşımla Kızılay’da buluşmak üzere okuldan ayrılmam gerektiği için eylem sonrası toplu değerlendirmeye kalamamam benim için üzücü oldu. Yoldaşla eylem üstüne konuştuktan sonra akşam katılmam gereken bir afiş çalışması olduğunu öğrenip ayrıldım.

Akşam pratiği gerçekleştireceğimiz emekçi semtinde yoldaşlarla buluştuk. Hızla yürüttüğümüz pratiğin kısa sürmesinin en önemli nedenleri, bu konuda geliştirdiğimiz beceri ve devrimci disiplinimizdi. Çalışmamızı planladığımız saatten önce bitirdikten sonra yurda döndüm.

Birlikte içtiğimiz çayla beraber odadakilere o günkü eylemi anlatırken, katılanlar kendi izlenimlerini anlatıyor, katılmayanlar da neler kaçırdıklarını anlıyorlardı. İçimden, işte zor dönem böyle aşılır, bu yaşamın süreklileştirilmesi ile diyordum. Konuştuğumuz insanlar bizim haklı çıktığımızı gördükçe, insanlar doğru söyleyenlerle yani bizlerle pratik süreç içinde değiştikçe, bizi ve süreci değiştirdikçe... Bu yurttaki gençlerden yarın sabah (...) semtinde dört bir yanda afişlerimizi okuyacak olan işçi-emekçi ve gençlere kadar siyasetimizi, etkimizi, mümkün olan en geniş sınırlar içinde ortaya koydukça bu süreç aşılır. Evet, gün gelir, devran döner!.. Bunu sağlayacak olan bu yükü omuzlayacak komünist bir yaşam tarzı, birikim ve bunların sağlaycağı partili düzeyde çalışma iddiası olacaktır. İşte tam bu sırada Habip yoldaşın sözleri kulağıma çalındı: “Komünistlik sıfatını o kadar basit ve yüzeysel ele alamayız, bunu hak ederek kazanmak zorundayız... Biz hareketin hem işçileriyiz hem de militanlarıyız. Komünist kişilik, yaşamımızla iddiamızın bir bütünlük kazandığı noktada gerçeklik haline gelebilir.”

Çaydan sonra eylemde kaybolan arkadaşa bakmaya gittim. Meğerse bizimki, biz barikatı geçtikten sonra hem polis, hem jandarma, hem de çatışma, ilk minibüse atlayıp geri dönmüş. Çok güldüm buna. Bir açıdan sevindim de. Çünkü onu bulamayınca başına bir şey geldi diye çok korkmuştum, böyle bir durumda onu tamamen kaybedebilirdik. Bu konuda bizim hatamız vardı. Demek ki ona yaşayacaklarımızı ve anlamını yeterince kavratamamışız ve o arbedede gözden kaçırıp yalnız bırakmışız. Ama bu durum, onun mevcut birikimi ve koşulları itibarıyla ilericiydi. Önemli olan şuydu: O değişeceği yeni bir evreye gelmişti, yani bir basamak çıkmıştı, ama önünde yeni bir basamak vardı. Tıpkı önündeki basamağı hemen orada eylem alanında çıkan arkadaşımız gibi.

Bu keyifli günden sonra, hem biraz ders çalışmak, hem de bir şeyler okumak için çalışma salonunun yolunu tuttum. Üstümde fiziki bir yorgunluk vardı, ama içimde üzerine düşenleri elinden geldiğince yapmış olmanın doygunluğu ve “aslında daha verimli geçebilirdi, bugün yanlış yaptık, yarın böyle olmasın diyen” bir açlık. Evet, günlerimiz çok verimli ve düzenli geçiyor olabilir, ama yetmiyor bu bize, yetemez. Çünkü biz geleceği hedefliyoruz. Yarını kazanacağız!

M. Akan