Tesadüfi bir kronolojinin 11 parçası...
11 Eylül filmi üzerine
11 Eylül filmi 5 Eylül tarihinden itibaren Türkiyede sinemalarda gösterilmeye başlandı. Daha önce Sinema-Tarih buluşması kapsamında sergilenmiş olan film seyirciler arasında yoğun tartışmalara yol açmıştı. Bugün de filmden çıkan her insanın kafasının bir nebze karıştığı söylenebilir.
Filmin projesi Fransız yapımcı Alan Briganda ait. Simgesellik üzerine yoğunlaşılmış ve 11 sayısı projenin kilidi haline gelmiş. 11 farklı ülkeden gelen yönetmenlerin çektiği 11 dakika 9 saniye ve 1 kareden oluşan kısa filmler bir araya getirilmiş. Ortaya çıkan bütün yapımcıları ne denli tatmin etti bilinmez, ama filmin 11 farklı bakışın tüm özgünlüğünü barındırdığını söylemek yanlış olmaz. Özellikle filmin başında tüm yönetmenin serbest iradeleriyle bu filmleri çektiklerinin vurgusu yapılıyor. Bu özgünlük sadece filmlerin temel aldığı konuya bakışla sınırlı değil elbette. Sinema tekniklerinin kullanımı açısından da bir çok farklı üslup ardarda gelmiş. Yönetmenlerin seçiminde belli bir özen var. Tamamı kendi ülke sınırlarını aşmış isimler. Her biri yaptıkları filmleri özenle takip eden bir izleyici kitlesine ahip. Bu da filmi ilgi çekici kılıyor.
Farklı düşünüş tarzları söz konusu olduğu için filmi seyreden her görüşten insanın kendine yakın bulabileceği bir film bulunabilir. Ancak bu genellemeye Amerika yanlıları dahil değil. Filmin bütününün onları pek mutlu etmeyeceği açık. 11 kısa filmin belki de en büyük ortak özelliği bu. Amerikanın başına bu geldi ama o da bunları yaptı ya da sadece onlar mı insan, bizim başımıza da bir sürü şey geldi mesajları neredeyse bütün filmlerde hakim tema olma özelliğini taşıyor. Yalnızca Fransız yönetmen Claude Lelouchun ve Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzales Inaniidunun filmlerinde bu temaya rastlanmıyor.
Fransız yönetmenin filmi uzun metrajlı bir aşk filminin finali gibi görünüyor. Oldukça bireyci bir film. Bir-iki cümleyle Amerikanın yaşam tarzını ve insanları önemsemeyişini vurgulamışsa da yetersiz ve sığ kalmış. Bir ilişkinin sonu bütün dünyanın sonudur gibi komik bir bakış üzerine şekillenmiş. Projenin en başarısız filmi olduğu söylenebilir. Meksikanın filmi ise rahatsız edici. Belki de en rahatsız edici olanlardan biri. Bütün dünyayı hedef almış sanki. Çığlıklar ve telefon görüşmeleri duyuluyor ve atlayan insanlar görülüyor bütün film boyunca. Ancak politik olarak tarafsız olduğu söylenebilir. Sanki insanlığa öfkeli ve olanlardan herkesi sorumlu tutan bir tavrı var. Hele ki sonunda kendini ifade ettiği cümledeki tinsellik bir anda duyarlı kesimleri sinirlendirebilmeye yetecek gibi; Tanrının ışığ gözlerimizi kör mü ediyor? Yoksa bize yol mu gösteriyor?
Hindistanlı yönetmen Mira Nairin filmi oldukça etkili. 11 Eylül sonrası Amerikada yerleşik müslümanlara karşı başlatılan savaşı bir annenin gözünden anlatıyor. Müslümanlara rahat rahat yaşayacak hiçbir yer kalmadı gibi dramatik cümlelerle aynı dertten muzdarip kitleleri bağlayabildiği söylenebilir. İsrailli yönetmen Amos Gitainin filmi çok kötü işlenmiş. Yoksa o da değişik bir bakış açısına sahip. Kulelerin yıkıldığı esnada İsraildeki bir patlamanın haberini yapan bir gazetecinin bir türlü canlı yayına bağlanamayışını, çünkü o an New Yorkun dünyadaki diğer her şeyden önemli olduğunu anlatıyor film. Bu haliyle konu ilginç görünse de işleyiş bir o kadar yavan. Aynı şekilde Mısırlı yönetmen Yusuf Şahin, ABDye duyduğu tüm öfkeyi kusmuş ve bunu bir o kaar da hoş cümlelerde ifade etmiş olmasına rağmen ölüleri diriltmesi bir nebze itici olmuş. Ancak filmi Filistin direnişiyle bağlayabilmiş olması güzel bir duyarlılık noktası oluşturuyor. İrandan Samira Makhmalbah ve Burkina Fasodan Idrissa Oudregga konuyu çocukların bakışıyla işlemiş. Ancak çok başarılı oldukları söylenemez. Bunun yanı sıra Bosna Hersekten Danis Tanovic kendi bölgesindeki farklı bir drama parmak basmış, ama onunki d pek etkili olamamış.
Bu uzun özet sonrasında geriye üç film kalıyor. Bu üç film gerçekten ortaya sert eleştiriler koymalarının yanı sıra etkileyici anlatımlarıyla da en çok iz bırakan filimlerden. Japonyalı yönetmen Shohei Imamura savaşa gidip yılan olarak dönen bir insanın hikayesini anlatıyor. Eski şanlı asker, yaşantısını tamamen bir yılanmışçasına sürdürüyor, bir yılanın refleksleriyle ve içgüdüleriyle hareket ediyor. Filmin sonunda sevgilisi yılan askere İnsanlardan, insan olamayacak kadar mı nefret ettin? diye bağırıyor ve yılan arkasına bile bakmadan sürünerek suyun içine dalıyor. Ancak filmin sonunda gerçek bir yılanın konuşup Kutsal bir savaş yoktur gibi bir vecize söylemesi izleyicilerde hayal kırıklığına yol açıyor.
İngiltereli yönetmen Ken Loach ise gerçekten kendi duruşuna uygun bir film çekmiş. Yönetmen, daha önceleri Ülke ve Özgürlük, Carlanın Şarkısı gibi filmleriyle politik çevrelerce tanınıyor. Bu filmde 11 Eylül 1973deki Şili darbesini tüm bedelleriyle yaşamış bir politik mültecinin ikiz kulelerde yakınlarını kaybetmişlere yazdığı bir mektup üzerinden ABDnin kanlı yüzünün teşhirini yapıyor. Aynı zamanda Şilide halkın ne için savaştığını anlatırken sosyalizmin oldukça insani bir tanımını da vermiş oluyor. Şili ile ilgili arşiv görüntülerinin kullanıldığı film, her iki olayın 11 Eylül Salı günü oluşu üzerinden kurgulanmış ve her ikisinin faturasını da ABDye çıkarabilmiş başarılı bir yapım. Belki de bu film11 Eylül filminin bütününde söylenmiş en güzel söze, verilmiş en güzel mesajasahip: Umudun iki kız kardeşi var: Öfke ve cesaret. Öfke katlanabilmek için, cesaret değiştirebilmek.
Son olarak bu projenin en sansasyonel ismi Sean Pennin filminden bahsetmek gerekiyor. Gerçekten Hollywoodda yetişmiş bir sanatçı olması dolayısıyla ABD için bir utanç kaynağı olmalı (!). Çünkü açık ki bu proje, ABDnin kendi silahıyla vurulduğu bir projedir. ABD, yıllardır tamamıyla hakimiyeti altında olan sinema sektörünü hep bir aklanma aracı olarak kullanmıştır. Bütün savaşlarını, katliamlarını, emperyalist politikalarını sinema filmleriyle meşrulaştırmıştır. Ancak bu kez bu proje ile beraber bu silah ona doğrultulmuştur. Ve beyaz perde sayesinde ABDnin gerçek yüzü seyirciyle buluşturulmuştur. Hem de 11 kez. Sean Pennin filmi buradan bakınca önem kazanıyor. Kulelerin Amerikan toplumu için taşıdığı anlamı sorguluyor. Film kapitalizmin kulelerinin yıkılması ile beraber insanların gerçeklerle yüzleştikleri ve hayata döndüklerin vurguluyor. Filmler içinde belki böyle doğrudan kapitalizm teşhiri yapan bir ikincisi daha yok. Bu anlamda böylesine bir eleştirinin Amerikalı bir yönetmenden gelebilmiş olması çok daha anlamlı.
Sonuç olarak, başarılı bir bütünün ortaya çıktığından bahsedebiliriz. Özellikle tüm çok sesliliğine rağmen, egemen duygunun emperyalizm karşıtlığı oluşu ve bu noktada ortaklaşması, 11 Eylül olayları ve sonrasındaki yalanların teşhirini yapıyor.
Kitap tanıtımı...
Demir Ökçe
Kitap 1900lerin ABDsini anlatıyor. Buna rağmen anlatılanlar o kadar tanıdık ki. Çünkü Jack Londonın Demir Ökçesi bugün de yeni biçimlere bürünerek emekçi halkların üzerinde yürümekte. Demir Ökçe biçim değiştirmiş de olsa aynı özünde. İşçi grevlerinin şiddetle kırıldığı, pek çok işçi liderinin asıldığı bir dönemde kitabın kahramanı Ernst şöyle söyler:
Yenildik. Demir Ökçe dikildi tepemize. Oy sandığı başında barışçıl bir zafer bekliyordum. Yanılmışım... Elimizde kalan birkaç özgürlük de alınacak. Demir Ökçe yüzlerimiz üzerinde yürüyecek. İşçi sınıfı kanlı bir devrim yapmak zorunda. Kazanacağız elbette...
Demir Ökçe her ne kadar 20. yüzyılın başında geçse de bugün hala güncelliğini korumakta.
***
Tarih sınıfların mücadelesidir. Sizin sınıfınızın, eski feodal yönetimi devirdiği gibi, benim sınıfım, işçi sınıfı da sizi devirecektir. Bir yıl sonra mı olur, on yıl sonra mı, sonunda sizin sınıfınız mutlaka devrilecektir. Ve bu iş iktidarda başarılacaktır. Biz emekçiler ordusu, dilleriniz ve kafalarınız uyuşana kadar bu sözü yineledik. İktidar! Sözcüklerin şahıdır o.
Demir Ökçe dünyaca ünlü yazar Jack Londonın önemli eserlerinden birisi. O, Marxın yapıtlarının çoğunun Amerikada yayımlanmadığı bir dönemde (1906), işçi hareketlerinin yükselmesi sürecinde işçi sınıfının yazarı olmuştur.
Demir Ökçeyi okumaktan çok zevk aldım. Anlatılanlar bugünün dünyasıyla ve Amerikan emperyalizmi ile paralellik taşıyor.
Yeni kitap önerisi...
Yoksulların, parasızların, işsizlerin yazarı olan Orhan Kemal, yoksulluğu ve işsizliği yaratanların kimler olduğunu bilen ve onları karşısına alan bir yazardır. O kahramanlarının hayatta kalabilmek için verdikleri mücadeleleri anlatır.
Bu ay okumak için seçtiğimiz kitap da bu yaşam mücadelelerini konu alıyor; Orhan Kemalin ilk öykü kitabı Ekmek Kavgası.
Kısa öykülerden oluşan bu kitabı ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Yorumlarınızı bekliyoruz.
Ekim Gençliği Kültür Sanat Komisyonu
İki haber tek dünya...
23 Ağustos tarihli Radikal gazetesinde iki ayrı haber büyük bir çelişkiyi ve barbarlığın iğrenç yüzünü ortaya koyuyor.
Bu haberlerden ilki Bağdatta Özgürlük Sarhoşluğu başlığını taşıyor. Habere göre Bağdatta uyuşturucu, silah ticareti, fuhuş ve kaçakçılık kol geziyor. Şehir içindeki pazar yerlerinde çeşitli uyuşturucu maddeler ve pornografi pazarlanıyor, özellikle Bağdatlı gençler düzenin bu çürümüş bataklığına çekiliyorlar.
Bu nasıl bir demokrasi? diye soruyor Hamed Hamid ve ekliyor, Berbat durumdayız. Haydutlar sokakları yağmalıyor. Gençler sarhoş olup sağa sola ateş ediyor. Tezgâhı Saddam zamanının yasaklı porno CDleriyle dolu bir Iraklının sözleri ise pek manidar: Şimdi özgürlük ve demokrasi var Pornonun İslama göre yasak olduğunu teslim eden satıcı, aslında bir mühendis. Ancak ayda 150 dolar maaş aldığı işini kaybetmiş ve şimdi 1500 dolar kazanıyor. (23/08/2003)
Kendi kirli çıkarları için emperyalist-kapitalist düzenin bu yozlaştırma/uyuşturma siyasetini sistematik olarak uyguladığı birçok örnek mevcuttur. Örneğin Sovyet işgalinden kurtarılan Afganistanı gerici Taliban iktidarı ve aşiretler arası çatışmalara emanet ederken de yine aynı manzara yaşanmaktaydı. Esrar, kokain, pazara düşmüş insanlar, sokak ortalarında bu maddelerin kullanılır hale getirilmesi... Dahası Afganistan çok kârlı uyuşturucu ticareti için bir üs haline gelmişti.
Güncel bir örnek ülkemizden verilebilir. Emekçi semtlerinde ortaokul çağlarında gençlerin elden ele dolaştırdıkları esrar, onlara sağlanan yeni sosyal olanak olarak bilardo salonları, internet kafeler... 1980 sonrası ülkemizde gençliğe dayatılan apolitizmin yarattığı yeni bir yaşam tarzı, yeni idoller ve bunların örnekleri... Televoleler, gazete adı altında çıkan teşhir müsveddeleri, eğlence adı altında yaşanan fuhuş, alkol ve uyuşturucu üçlemesi. Yaz döneminde tatil yöreleriyle ilgili haberlere bakıldığında, söylenmek istenen kolayca anlaşılacaktır.
Başka bir örneği, yıllarca onurlu bir mücadele yürüten Kürt gençliği ve Kürt halkı üzerinden verebiliriz. Diyarbakırda bir-iki senede mantar gibi çoğalan gazino, disko gibi sözde eğlence yerleri, artan fuhuş olayları... Düzenin neyi ve kimleri hedeflediği ortadadır.
Yazımıza konu olan ikinci haber ise hemen bu haberin üstünde yeralıyor: Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattına yapılan saldırının ardından harekete geçen ABD, boru hatlarının korunması için Irakta çeşitli ihaleler almış bir uluslararası güvenlik şirketiyle yeni bir anlaşma yaptı. Buna göre, 1.000 km. uzunluğundaki hattın güvenliği için 6 bin 500 Iraklı koruma daha işe alınacak. Böylelikle bölgedeki koruma sayısı 12 bine çıkacak.
İşte çürümenin vardığı son nokta. Bir şehir uyuşturucu, hırsızlık, fuhuş vb. içinde debelenirken 12.000 insan bir boruyu bekleyecek. Çünkü o borunun içinden milyonlarca insanın kanından daha değerli bir sıvı akıyor. Aynen Bağdatta bütün tarihi ve sanatsal eserler yağmalanırken Petrol Bakanlığını koruma altına alan ve sonra arsızca Suç işlemek özgürlüktür, Irak halkı özgürlüğünü kullanıyor açıklaması gibi...
Bu iki haber emperyalist-kapitalist sistemin iğrenç yüzünü tüm çarpıcılığıyla ortaya seriyor. Ve insanlığın yüzyüze kaldığı şu ikilemi:
Ya kokuşmuşluk içinde çöküş, ya sosyalizm!
|