ARSIVANA SAYFA
 
29 Temmuz '00
SAYI: 27
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan...
Hücre saldırısı ve devrimci sorumluluk
SAG-ÖO direnişi ve yeni dönem dersleri
SEKA direnişinin bir kez daha gösterdiği
"Kophenag Kriterleri" ve Kürt sorunu
%10 barajı saldırısına karşı işçi eylemi
Metal sektöründe TİS süreci ve görevlerimiz
Birleşik Metal-İş Genel Temsilciler Kurulu...
Kongreye doğru DİSK!
İstanbul Anakent Belediyesi'nde de grev...
Zindan direnişinin dersleri ve yeni dönemin görevleri
F tipi saldırısı
Saldırı direnişle yanıtlandı
Bergama'da katliam girişimi ve tepkiler
Maltepe'de "Hücre Tipi Cezaevleri Politikası ve..."
F tipi cezaevine karşı aydın ve sanatçı girişimi
Programda tarım ve köylü sorunu/3
Kıbrıs'ta işgale son!
Bu memleket bizim!
Türkiye'de enerji sorunu ve politikaları
Resmi bilim emperyalist tekellerin hizmetinde
Sezer'in tavrı ve sözde "demokrasi rüzgarı"
14. kuruluş yılında İHD
G-8 Zirvesi ve gösterdikleri
Emperyalist-kapitalist sisteme karşı yürütülen...
Cellatex ve Adelshoffen eylemleri
Propaganda-ajitasyon sorunu
Yorum senin ya da yorumsuz mu demeliyim?
Mücadele Postası
 



 
 
G-8 Zirvesi’nin gösterdikleri


C. Kaynak


Pahalı zirve pahalı bildirge

Japonya’nın Okinawa adasında dünyanın en ileri düzeyde sanayileşmiş 7 devleti ile Rusya’nın katılımı sonucu düzenlenen yüzyılın bu bağlamdaki son zirve toplantısı, 23 Temmuz günü çalışmalarını tamamladı. Sözkonusu zirvenin nihai bildirgesi, her zaman olduğu gibi önceden hazırlanmış ve önden son biçimi verilmişti. Ama bu kez yılların geleneği bozuldu ve bildirgenin bazı bölümleri son anda silinmek zorunda kalındı. Düzenlenmesi için yaklaşık 1 milyar doların harcandığı ve Japonya’nın tüm sivil ve resmi güvenlik güçlerinin seferber edildiği zirvenin nihai bildirgesi, bir kaç paragraflık bir metinden oluşmaktadır. Gözlemcilerin “her cümlesinin biraz tuzluya mal olduğuna” işaret ettikleri ve geçmiş örneklerinin tekrarına benzeyen “bir iyi niyet kataloğuna benzettikleri” zirvenin nihai bildirgesi, aslında yorum gerektirmeyecek kadar açıktır.

Bildirge’de “Küreselleşmenin neden olduğu kaygıları meşru bulan” katılımcılar, “dünyada ve özellikle Afrika kıtasında yaygınlaşan savaşların ve artan yoksulluğun esas nedenlerine karşı savaş açmayı” vaad etmekte, genetik değişime tabi tutulan organizmalardan ötürü doğan “beslenme güvenliği” konusunda “uluslararası nitelikte bir mutabakatın sağlanmasını dilemekte”, dünyada “gelir dağılımındaki eşitsizliğin dengelenmesi için ticari açılıma ağırlık verilmesi salık verilmekte” ve “iletişim teknolojisi ve özellikle internet kullanımının yaygınlaşması için çaba sarfedilmesi” gerektiği vurgulanmaktadır. vs...

Emperyalist/kapitalist sistemin kalburüstü önderlerinin her yıl geleneksel olarak düzenlemiş oldukları bu tür zirve toplantılarının esas misyonunun, hiç de, dünyanın yüz yüze bulunduğu can alıcı sorunlara çözüm aramak ve buna yönelik politika üretmek olmadığı, her şeyden önce tarihsel deneyimden ortaya çıkmaktadır. ABD emperyalizminin askeri üssü konumundaki Okinawa adasında yapılan son zirve de, bir kez daha bu gerçeği doğrulamaktadır. Zirvenin, özenle vurgulanan iddia ve misyonla bir ilişkisinin olmadığı bir yana, adlandırılmasındaki, yani G-7 mi yoksa G-8 mi olduğu konusundaki muğlaklık dahi giderilemeden, bu sorun askıda bırakılarak, zirve sona erdi. Onun için, zirveyi irdelerken, kamuoyuna ve basına bir kemik parçası gibi atılmış olan uyduruk sonuç bildirgesini eksen almak yerine, sorunun özünü, katılımcılar, yani başlıca emperyalist güçler arasındaki ilişkileri, onların mevzilenme, saflaşma ve hesaplaşma politikalarını esas almak gerekiyor.


Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından...

G-7 platformunda biraraya gelen emperyalist güçlerin başlangıçta saptamış oldukları hedef; kapitalist/emperyalist sistemin iç pürüzlerini gidermek, homojenliğini sağlamak ve kamuoyu önünde sermaye cephesinin uluslararası düzeydeki birliğini ve bütünlüğünü kuvvetle vurgulamaktı. Ortak bir düşmanın, Sovyetler Birliği’nin var olduğu dönemde böyle bir platformun gerekliliği ve misyonunun işlevsel olduğu tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girmesi ve sonuçta dağılması, ortak düşmana karşı biçimlendirilmiş bir platform olarak G-7’nin başlangıçta saptanmış biçimiyle tarihi misyonunu tamamladı. Tıpkı NATO konusunda olduğu gibi, ortak düşmanın yok olması ile birlikte, G-7 zirvelerine bu kez yeni perspektifler kazandırarak, platforma yeni bir hayat hakkı sağlamak gerekti.

Emperyalist güçlerin G-7 bünyesindeki yeni misyonu, ilkin Gorbaçov ve ardından da Yeltsin’in zirvelerin kapanış törenlerine davet edilmeleri üzerinden belirlendi. Sovyetler Birliği döneminden miras kalan kazanımları tasfiye etmek, Rusya’nın kapitalist/emperyalist sisteme entegrasyonunu teminat altına almak ve bunu sağlamak için gerekli karşı devrimci cereyanı beslemek ve canlı tutmak, sözkonusu emperyalist platformun başlıca misyonuna dönüştü.

Elbette bu arada G-7 platformu maskeleri yırtılmaya başlayan emperyalist güçler arasındaki çelişkileri törpülemenin, körüklenen yerel savaş ve krizler hakkında ortak tavır saptamanın aracı olmaya devam etti. Ancak bileşimin iç dengesini bozmamak için, Rusya’ya tam üyelik statüsü tanınmadı. Zira her zirvenin son gününde misafir sanatçı olarak davet edilen Boris Yeltsin Rusya’sı üzerinde bir ağıt yakma, zirveye katılanların üzerinde mutabakat sağladığı yegane gündem maddesi oluyordu. Üstelik, Rusya’nın her defasında bir cenaze gibi masaya yatırılması, bileşimin bünyesinde var olan kabarık sayıda çelişkiye karşı panzehir işlevi görüyor, açığa çıkmalarını engellemeye yarıyordu.


Artık üzeri örtülemeyen çelişki ve anlaşmazlıklar

Fakat, bir taraftan Boris Yeltsin Rusya’sının aynı düşkün rolünü yıllardır hiç şaşmadan oynayarak zaman içinde adamakıllı yalama olması; öte yandan da, iktisadi krizin düzenli bir biçimde körüklediği emperyalist sistemin iç çelişkilerinin sürekli bir keskinleşme seyri içinde oluşu, G-7 zirvelerinin alışılmış homojenliğini ve monotonluğunu tehlikeye düşürdü. Yıllardır emperyalist şefler bir araya geldiklerinde, mutabakatlarını övme yerine, anlaşmazlıklarını sayıp dökmek zorunda kalıyorlar. Uzun dönem G-7’in temel gündem maddesini oluşturan Rusya’da uygulanan iktisadi reçetelerin sonuçlarından esas olarak ABD’nin sorumlu tutulması, Harward falcılarının suçlanması, bu bağlamdaki örneklerden sadece birisidir.

Okinawa Zirvesi; uluslararası ilişkilerin bir gerginleşme sürecine girdiği, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin artık açıktan ifade edilmek zorunda kalındığı, ABD emperyalizminin hegemonyasına, tek kutuplu uluslararası ilişkilere bayrak açma eğiliminin hissedilir biçimde arttığı, dünyada savaş ve kriz odaklarının sayılarında düzenli bir yükselmenin yaşandığı bir ortama denk gelmiştir. Bu nedenledir ki, Okinawa zirvesinin başlıca misyonu da, tencerenin kapağını aralamadan görünümü kurtarmak oldu. Yüzyılın bu bağlamdaki son randevusunun sergilediği ya da açığa çıkmasını engellemeye çalıştığı tabloyu somut nedenleri üzerinden açımlamak mümkündür.


Japonya’nın sıkıntıları ve ABD’nin fırsatçılığı

Bu nedenlerden birisi, zirveye evsahipliği yapan Japonya’nın iktisadi krizin sonuçlarıyla pençeleşmekte oluşu ve bu nedenden dolayı da politik bir istikrarsızlık içinde bulunuşudur. Asya ülkelerinin çökmesi sonucu Japon kapitalizminin geleneksel pazarı daralmıştır. Bu ise ülkede bir iflas dinamiğinin yükselmesine, iktisadi durgunluğun doğmasına, işsizliğin çığ gibi gelişmesine ve sefaletin yayılmasına yol açmıştır. Böylece, bir yayılma dönemini yaşadığı için onyıllar boyu kutsanan, örnek gösterilen Japon kalkınma modeli gizemini kaybetmiştir.

Tokyo’nun iktisadi sıkıntıları ve sosyal sorunları, onun özellikle ABD karşısında zaten cılız olan politik sesinin daha da kısılmasına neden olmuştur. Japonya’nın ticari saldırganlığını kırmak için yıllardan beri fırsat kollayan ABD emperyalizmi, bu vesile ile Tokyo rejimi üzerindeki vesayetini pekiştirmeyi ihmal etmemektedir. Japonya’daki askeri varlığından taviz vermek bir yana, onun stratejik açıdan can alıcı bir önemde olduğunu hatırlatan Washington, Tokyo’nun bölgedeki iktisadi mevzilerini baştan çıkarma çabası göstermekte, Japonya’yı iç pazarını ABD sermayesine ve tekellerine daha da açmaya zorlamaktadır.

Japonya ise, bir yandan ABD’nin bu dayatmalarını kısmi tavizlerle geçiştirmeye çalışırken, öte yandan başta Rusya ve Orta Doğu’da olmak üzere yeni yatırım alanları arayarak, değişik ittifaklar gerçekleştirerek, yeni bir yayılmacı dinamik yaratma çabası içindedir. Ancak, çıkmazı bir an önce aşmayı kolaylaştırmak için düzenlenen erken genel seçimler, umulan sonucu yaratmış değiller.


Sıkışan ABD emperyalizmi

İkincisi, uluslararası sermaye düzeninin jandarması ABD emperyalizmi başka sıkıntılarla yüzyüze bulunuyor. Bu sıkıntıların zirve üzerindeki etkileri, görev süresi dolan Clinton’un sözü ABD’yi artık pek bağlamaz türünden açıklamalarla geçiştirilmeye çalışılmaktadır.

ABD’nin seçim kampanyası içinde bulunmasının bu bağlamda gerçekten hafifletici bir faktör oluşturmasına karşın asıl sebep başkadır. ABD bir taraftan çökmüş durumdaki Orta Doğu politikasını yeniden onarma uğraşısı verirken, öte yandan dünyadaki hegemonyasına karşı müttefiği sayılan güçlerin saflarından seslerin yükseldiğini görmektedir. Nükleer savunma kalkanı projesine muhalefet, Dünya Ticaret Örgütü bünyesindeki çekişmeler, uygulamadaki anlaşmazlıklar, son dönemde sık sık tartışma ve eleştiri konusu olan ABD’nin Echelon sistemi aracılığı ile yürüttüğü çok yönlü istihbarat, emperyalist güçler arasındaki çelişki konularının sadece bir kaç tanesidirler.

Örneğin, Okinawa zirvesinin başlama tarihinden önce Tokyo’ya giden Fransız devlet başkanı Jacques Chirac, Avrupa Birliği dönem başkanı sıfatı ile, zirvenin ruhu ile çelişen farklı bir talebi dile getirmiştir. Chirac, açıktan, Japonya’nın ABD ile olan ayrıcalıklı iktisadi ilişkilerinin bozulması gerektiğini belirtmiş, bu ilişkilerden Avrupa Birliğine de bir pay ayrılmasının önemini ifade etmiş ve bu doğrultuda temaslarda bulunmuştur.

ABD emperyalizminin haydutluğuna karşı dünyada değişik düzeylerden uç vermeye başlayan tepkileri körüklememek için, Washington, son dönemle yelkenleri biraz indirmiş görünüyor. Ancak, ABD tekellerinin bundan duyduğu rahatsızlık, Cumhuriyet Partisi adayı George Bush’un başkanlık seçimlerinde favori konumuna yükselmesi ile kendisini ifade etmektedir. Oysa yakın bir döneme kadar George Bush sadece babasının oğlu sıfatı ile anılıyor, Al Gore’ün seçilme şansına kesin gözü ile bakılıyordu.


AB bünyesindeki emperyalistlerin iç sorunları

Üçüncüsü, Jacques Chirac’ın Tokyo’da yürüttüğü kulis faaliyetleri, elbette Avrupa Birliği üyeleri arasında bir hemfikirlilik olduğu anlamına gelmemektedir. Avrupa Birliği bünyesinde onarılması gündeme alınan, ama sonuç alınması kolay olmayan kabarık sayıda pürüz bulunuyor. Avrupa Birliğinin gelecekteki statüsü, genişleme sorunu, ağırlık merkezini oluşturan Almanya, Fransa, İngiltere vb arasındaki ittifaklar, anlaşmazlıklar ve rekabet, orta ölçekli emperyalist güçlerin çözmekte güçlük çektikleri çelişkilerin başında yer alıyorlar. Dahası, Avrupa Birliği bünyesinde tekellerin geliştirdikleri ittifaklar üzerinden kendisini açığa vuran bir iç saflaşma eğiliminin varlığı hissedilmektedir. Örneğin, Alman kapitalizminin doğuya hızlı açılımı ve Birliğe aday ülkelerde önden geliştirdiği ittifaklar, diğer üyeleri rahatsız etmekte, denge faktörü aramalarına zorlamaktadır.


Kendini gösteren Rusya...


Bu yılki zirvenin en çok dikkati çeken ve yorumlanan yönünü Rusya faktörü oluşturdu. Eğer, Putin ve Okinawa’daki ABD askeri üslerine karşı yapılan kitlesel gösteriler olmasaydı, basın konuya ayırdığı sayfalarını doldurmakta sıkıntıya düşecekti. Başka bir ifade ile, bu yılki G-7 zirvesi, özünde Vladimir Putin için uluslararası düzeyde düzenlenmiş bir taç giyme törenine dönüştü. İşte bu törenin gölgesinde emperyalist güçler de aralarındaki çelişkileri arka plana atmanın ve gizlemenin ortamını yakalamış oldular.

Rusya’nın uluslararası planda oynamayı gündeme aldığı yeni rol ve bu konuda attığı bazı somut adımlar hakkında yapılabilecek değerlendirmeler konuyu, doğal olarak, sözkonusu zirvenin dışına taşırmaktadır. Buna rağmen konunun bu vesileyle özetle de olsa işlenmesi, bir çok açıdan işlevsel olacaktır.

Bilindiği gibi Rusya bugüne kadar G-7 toplantılarına, son gününde ve Boris Yeltsin’in kimden ne kadar borç, kredi ya da sadaka istediğini öğrenmek için çağrılıyordu. Boris Yeltsin kendisine atfedilen bu dilenci rolünü yıllar boyu oynamakta kusur etmedi. Ayrıca, kimsenin ciddiye almadığı şaklaban çıkışları ile birleşime renk kattı, en azından, üzerinde tartışılacak somut bir konu teşkil etti, böylece çok işlevsel bir figüran misyonunu yerine getirdi.

O dönem, şaklaban baş aktörü ile birlikte artık kapanmış bulunuyor. Putin Rusya’sı farklı ve yeni bir Rusya değildir kuşkusuz. Ülkenin somut durumu değişmemiş, tam tersine omuzlarındaki yükü daha da ağırlaşmıştır. Fakat, bu ülkenin uluslararası platformlarda akli dengesi yerinde ve ayık birisi tarafından temsil edilmesi, alışılmış dilenci konumunun son bulmasına da yetmiştir.

Sorunu esas konumuzla sınırlı tutacak olursak, gerçekten de, Vladimir Putin, Rusya’nın dış politikasına biraz çeki düzen vererek, en azından özellikle Asya kıtasına ilişkin bazı rasyonel iddialar formüle ederek, Okinawa zirvesine hazırlandı. Putin devlet başkanlığına seçildikten bu yana Rusya’nın uluslararası platformlarda figüranlık yapmayacağını, muhattaplarıyla ve özellikle de ABD ile eşit konumda katılacağını sık sık vurgulamıştı. Bu iddianın hiç bir şaşırtıcı yönü olmamasına karşın, kendi deyimleri ile “Boris Yeltsin’in dilenciliğine alışmış” yorumcu ve gözlemciler, bu duruma şaşırıyorlar. Putin’i porselen mağazasına girmiş bir file benzetiyor, Okinawa’daki gövde gösterisini göz kamaştırıcı buluyorlar. Putin’in bu iddiaların taşıyıcısı olup olamayacağı Rusya’nın yaşadığı süreçle doğrudan ilişkili ve zamanın göstereceği ayrı bir sorun. Fakat, mevcut aşamada önemli olan ortaya farklı bir tablonun çıktığıdır.

Çünkü, Putin’in takındığı tavır, Rusya’dan beklenen doğal tavrın en asgarisidir. Kremlin’e yerleştirilmesi ile birlikte Putin, bir iki sözlü ve üstelik kısa menzilli tehdit savurmuş, ABD’nin ulusal stratejik bölge ilan ettiği Kafkasya’dan, Rusya’nın vazgeçmeyeceğini üstü kapalı bir biçimde ilan etmişti. Buna Moskova’nın nükleer savunma kalkanı projesine net bir şekilde karşı çıkması eklenince, ABD’ye yarası olan, ona ses çıkaramayan güçler, Kremlin’in etrafında göbek dansı yapmaya koyuldular. Düne kadar Rusya ile aralarına mesafe koymayı temel politika saymış olan Bağımsız Devletler Topluluğu üyeleri, Moskova ile aynı frekanstan konuşmaya başladılar. Daha da önemlisi, Washington’un önünde genelde el pençe duran Almanya ve Fransa gibi güçler, ABD’nin yeni silahlanma projesine karşı tavır aldılar. Putin’i ağırlamak için birbirleriyle yarışmaya girdiler. Bu yarışta epeyce zahmete girdikten sonra, Fransa, gelecek Ekim ayı için Putin’den nihayet bir randevu koparabildi.


Putin’in Asya kozu

Okinawa zirvesinde Putin’in kullandığı Asya kozu, çok daha farklı bir içeriğe sahiptir. 90’lı yılların başlarında Sovyetler Birliği dağıldığında ve Rusya perişan duruma düştüğünde, Çin Halk Cumhuriyeti yöneticileri adeta sevinmişlerdi. Pekin bundan sonra ABD karşısında muhatap sıfatı ile terfi edeceğini, kısmen de olsa Sovyetler Birliği’nin dağılması ile doğan boşluğu doldurmaya davet edileceği hayaline kapılmıştı. Jiang Zemin’in Washington ziyareti sırasında, ABD bu kanıyı biraz doğruladıktan, Çin/Rusya ilişkilerine tuz biber ektikten sonra, çok geçmeden Pekin’in hayallerini hüsrana uğrattı, sataşma politikasına kalındığı yerden devam edildi. Asya’daki askeri varlığını olduğu gibi koruyan ABD, Tayvan, Tibet, “demokrasi”, “insan hakları” vb sorunları kurcalayarak, Pekin yöneticilerine her fırsatta hadlerini bildirmeyi ihmal etmedi.

Böyle olunca birçok başka devlet gibi Çin Halk Cumhuriyeti de ABD’nin çok yönlü sataşmaları ve stratejik hesapları karşısında, kendisini sarılacak bir dal arar konumda buldu. Dolayısıyla, Rusya’nın tok konuşmaya başlaması, uluslararası bağlamdaki nesnel bir ihtiyaca yanıt vermektedir. Onun için Pekin yöneticileri Putin faktörüne önem vermektedirler. Onun ziyaretini önceleyen günlerde rejimin sözcüleri “Büyük bir sabırsızlıkla Putin’i bekliyoruz, stratejik ve şaşırtıcı ittifaklar yapacağız” türünden açıklamalarda bulundular. Çin Halk Cumhuriyeti gibi bir ülkenin yöneticilerinin “Putin’i büyük bir sabırsızlıkla bekliyoruz” demeleri, uluslararası ilişkilerde eşine çok ender rastlanan bir tanımlama olduğu gibi, aynı zamanda da ABD hegemonyasından duyulan rahatsızlığın da en somut göstergesini oluşturmaktadır.

Ancak, imzalanan bazı önemli iktisadi anlaşmalarla ve Pekin deklarasyonu ile somutlaştırılmaya çalışılan Çin Halk Cumhuriyeti ile Rusya’nın yeni ilişkileri, iddia edildiği gibi, samimi ve stratejik bir çıkar birliğinin ürünü değildir. ABD’nin dünyada ve özellikle de Asya’da icra ettiği yayılmacı, tehditkar ve başkasına pay bırakmayan politikası, Moskova ile Pekin’i, konjonktürel olarak aynı noktada buluşmaya zorlamıştır. İran devlet başkanı Hatemi de Pekin ziyaretinde çok daha sert bir dille aynı konuyu işlemişti.

Fakat, Putin’in Pekin’den aldığı tam destek, onun Okinawa zirvesinde gövde gösterisi yapmasını kolaylaştırmıştır. Başka bir ifade ile, Bill Clinton “nükleer savunma kalkanı” projesini zirvenin gündemine sokmayı göze alamadı. Avrupalı katılımcılar ise, deşmesini pek sevdikleri Rusya’daki demokrasi sorununu, insan haklarının ihlali meselesini ve özellikle de Çeçenistan savaşını yok saymayı tercih ettiler.


Putin’in Kuzey Kore kozu

Putin’in Okinawa’da kullandığı bir başka koz ise, Kuzey Kore’ye yaptığı ziyaret oldu. Kremlin’in yeni dış politika doktrini çerçevesinde gerçekleştirilen bu ziyaret, hem Asya’daki politik süreçler konusunda Rusya’ya mevzi kazandırır ve taraf olmasını sağlarken, hem de Putin’in kendisini pazarlamanın aracı olarak kullanıldı. Pyongyang yöneticileri ve Kim Jong II ile görüştükten sonra, Putin, Kuzey Kore’nin füze teknolojisini, kendisine uzay araştırma olanaklarından yararlanma fırsatı tanınması koşulu ile, askeri amaçlarla kullanmaktan vazgeçmeye hazır olduğunu açıkladı.

Pyongyang rejiminin son derece ciddi iktisadi sorunlarla karşı karşıya bulunduğu ve 90’lı yılların başlarından beri tecrit edilmiş bir konumda olduğu bilinmektedir. Onun için, Pyongyang, çok zayıf bir konumda Güney Kore ile pazarlık masasına oturmak zorunda kalmıştır. Bu zayıflığı bir parça dengelemek için Kim Jong II iki Kore arasındaki tarihi zirvenin arifesinde gizli bir Pekin ziyareti yaptı, Çin’den yardım talep etti. Gizliliğin temel gerekçesi güvenlik sorunu düzeyindedir. Kim Jong II uçağa binmekten korktuğu için Pekin’e trenle geldi ve aynı yöntemle dönmek zorunda kaldı. Bu nedenle ziyaret ancak sonuçlandıktan bir kaç gün sonra kamuoyuna açıklandı ve dolayısıyla medyada her hangi bir yankı yaratmadı.

Fakat, Putin Pyongyang rejiminin bu yalnızlığına ve zayıflığına pire gibi yapışmakla, tarihi ziyaretini iki Kore arasındaki zirvenin arifesinde açıklamakla, hem Kuzey Kore’ye destek vermiş, hem de onu yedeğine almanın yatırımını yapmış oldu. Pyongyang rejiminin istemi ile çakışan Rusya’nın bu tavrı, Kuzey Kore’nin füze teknolojisini askeri amaçlarla kullanmaktan vaz geçmeye hazır olduğunu açıklamakla Putin’in elinde bir ek koza dönüştü. Putin Kuzey Kore’den kopardığı bu tavizle Okinawa’da ABD’nin nükleer savunma kalkanı projesinin temel dayanaklarından birisini çürütürken, aynı zamanda da muhataplarına Rusya’nın en kritik konularda, diğer emperyalist güçlerin görüşme ve pazarlıklarla çözemedikleri sorunlarda oynayabileceği rolü kanıtlamaya, üstlenebileceği elçilik misyonunu kabul ettirmeye çalıştı.


Ve Rusya’nın iç sorunları bile...

Ayrıca, Putin Rusya’da yaşanan iç gelişmeleri de zirvede bir kaldıraç olarak kullandı. Ülkede son dönemde iyice alevlenen bir boğazlaşma yaşanıyor. Yönetim, 90’lı yıllarda kamu mülkiyetini aralarında paylaşan bir avuç oligarka karşı hızlandırılan ve adeta genelleştirilen yasal bir soruşturma başlatmış durumda. Onların yolsuzlukları üzerine sözde araştırma yapmakta, hesap soracağını iddia etmektedir. Mevcut biçimi ile emekçi kitlelerin nabzına şerbet vermekten başka bir anlamı olmayan bu kampanya ile Putin, muhataplarına, güven vermek istediği uluslararası sermayeye, Rusya’da kapitalizme medeni bir yüz kazandırmaya çalıştığını, ülkesinin bir çete, bir mafya ini olmaktan çıkarılacağını kanıtlamak istemektedir.

Böyle olunca, sonuçta, hem Okinawa zirvesinin gündemi hem de platformun statüsü, şaşırtıcı olmamasına karşın, hesapta olmayan fiili bir değişime uğramış oldu. Bu fiili durumdan ötürü, zirvenin örgütleyicileri bile onu nasıl adlandıracaklarını bilemez konuma düştüler. Bill Clinton’un ilk gün katılmadığı ve dolayısıyla ayaküstü denilebilecek bir oturumla geçiştirilen G-7 görüşmeleri bitirilerek Putin’in yer aldığı G-8’in gündemine geçildi.


Zirvenin galibi Putin

Örneğin önden diplomatlar tarafından hazırlanmış nihai bildirgede “G-7’in Rusya’daki reformları desteklediğine” ilişkin bir ibare yer alıyordu. Putin Rusya’nın zirveye eşit koşullarda katıldığını, dolayısıyla bildirgedeki G-7 adlandırmasının derhal G-8 olarak değiştirilmesini talep etti. Ayrıca, Putin kendisinin herhangi bir talebi olmadığına göre “reformları destekleme” fikrinin nerden doğduğunu anlamadığını ve bu ifadenin metinden çıkarılmasını istedi. Hiç itiraz edilmeden Putin’in buyrukları yerine getirildi. Aynı şekilde, Camp David pazarlıklarından dolayı Okinawa’yı erken terk etmesi planlanmış olan Bill Clinton meydanı atak konumdaki, ceketini çıkarıp judo yapacak kadar rahat davranan Putin’e bırakmamak için programını bozmak ve Japonya’da kalmak zorunda kaldı.