|
Hücre saldırısı ve
devrimci sorumluluk
96 SAG ve ÖO Direnişinin yıldönümündeyiz ve rejim devrimci tutsaklar merkezli yeni ve daha kapsamlı bir saldırıyı, hücre saldırısını, adım adım yürütüyor. Dün Ulucanlarda, bugün Burdurda gerçekleştirdiği akılalmaz boyuttaki vahşet tablolarıyla, bir yandan sözde kararlılığını ispatlıyor, ama aslında devrimci tutsakları ve devrimci-demokratik kamuoyunu, işçi sınıfı ve emekçileri (aslında tüm toplumu) sınıyor. Devrimci tutsakları birbirinden koparıp hücrelere tıkabilmek için böyle bir dizi katliamı göze alabilecek mi, bunu yapmasına izin verilecek mi?
Aslında düzenin devrimci tutsaklar şahsında yeni sınavlara ihtiyacı da yoktur. Öncesi bir yana, gerek 96 direnişinde, gerekse de Ulucanlar ve Burdurda devrimci tutsaklar eğilmektense kırılmayı yeğleyeceklerini fazlasıyla kanıtlamış bulunuyorlar. Hiçbir bedel ödemekten çekinmediler, bundan böyle de çekinmeyeceklerini en açık ve tok biçimde ortaya koyuyorlar. Dolayısıyla, bu saldırılarla asıl sınava çekilenin duvarların içindeki değil dışındaki tutsaklar olduğunu görebilmek gerekiyor.
Önce devrimci tutsaklarınki olmak üzere, yaşamımızın hücreleştirilmesine izin verecek miyiz, vermeyecek miyiz? Sorun budur. Pek çoğumuzun düşündüğü gibi, sorun, bizim dışımızda, bizi ilgilendirmeyen, dolayısıyla karışmasak da olur bir sorun değildir. Devlet Burdur Cezaevindeki devrimci tutsaklara saldırdı ve bir devrimcinin kolunu kopardı. Dalamandaki SEKA işçilerine saldırdı ve bir işçiyi ağır yaraladı. Her iki olayda da saldırıya uğrayanın tek suçu toplu direniştir. Her iki durumda da insanların tek şansı toplu direniştir. Ya ne pahasına olursa olsun birlikte direnecekler, ya da yokolacaklardır. Birinde beyaz hücrelerde ölümü bekleyerek, diğerinde işsizlik ve açlık batağında çırpınarak...
Burdur ve SEKA sadece iki örnektir. Ancak hücre saldırısının boyutlarını göstermek açısından, aynı günlere rastlayan bu iki saldırı, oldukça çarpıcı örnekler olmuştur. Hücre tipi cezaevleriyle amaçlanan, devrimci tutsakların birbiriyle ilişkisini kopararak, dayanışmalarını, birleşik direnişlerini engellemek ve binbir işkence ve eziyetle tek tek sindirmek-teslim almaktır. Peki ama, bununla amaçlanan nedir? Sistem onları neden ne pahasına olursa olsun teslim almak istemektedir ve bunun en uygun aracı olarak hücreleri dayatmaktadır?
Araç olarak hücrelerin, hedef olarak devrimcilerin seçilmesi, her ikisinin de toplum nazarında en iyi-en etkili simge olma özelliğinden dolayıdır. Eğer birleşik direnişi ezerek devrimcileri hücrelere kapatmayı başarabilirlerse, işçileri ve emekçileri de örgütsüzleştirmeyi, dolayısıyla birleşik direnişlerini engellemeyi daha kolay başarabileceklerini hesaplıyorlar. Bir sınıfın, bir toplumun devrimcilerini teslim alabilirlerse, daha bilinçsiz yığınlarını kolaylıkla köleleştirebileceklerini, dolayısıyla daha azgın, daha vahşi bir sömürüye tabi tutabileceklerini düşünüyorlar. Sömürü düzenlerini sürekli bir tehdit altında bulunduran devrimci örgütlere ve mensuplarına karşı dizginsiz bir kin duydukları açıktır. Ölülere bile kurşun sıkma, işkence yapma vahşeti bu kini yeterince açığa vurmaktadır. Fakat, kapitalizmi kapitalizm yapan, onu ayakta tutan ve üstümüze saldırtan asıl itkinin azami kâr olduğu bilinmelidir. Ancak bu bilindiği zaman, hücre saldırısının, bir örgütsüzleştirme-yalnızlaştırma, bu yolla boyun eğdirme yöntemi olarak, neden işçi sınıfı ve emekçileri hedeflediği anlaşılabilir.
Aslında işçi sınıfı, devrimci tutsaklara yönelik hücre saldırısıyla açık bağını kuramasa da, kendisine yönelik örgütsüzleştirme yoluyla köleleştirme saldırısının farkındadır. Dikkat edilirse yıllardır işçi direnişleri örgütlenme-örgütsüzleştirme çatışması ekseninde gelişmektedir. İşçiler örgütlenmekte, kapitalistler de onları örgütsüzleştirmekte ısrar ettikçe, kapitalist devlet, bu uzlaşmazlığı kapitalist lehine sonuçlandırmak için kolluk güçleriyle devreye girmektedir. Örgütlenme hakkını kullanmadaki kararlılığı ve direngenliğiyle öne çıkan Tuzla Deri işçilerinin Kartal zindanındaki hücrelere atılması da, simgesel anlamını işte burada bulur. Kapitalist devlet bununla, örgütlenmenize izin vermeyeceğiz, sizi kapitalistlerin ağzına böyle teker teker atacağız demek istemiştir.
Kapitalist toplumun özü-özeti iki uzlaşmaz sınıf arasındaki çatışma olduğu için, bu böyledir. Ancak, hücre saldırısının bir avuç asalak burjuva dışında tüm toplumu hedeflediğini söyledik. Bugün Kürt ulusuna dayatılan da farklı değildir. Deniliyor ki; Kürt-Türk yoktur, tüm yurttaşlar eşit haklara sahiptir, bölücülüğe izin verilmeyecektir. Bununla Kürtlere denilmek isteniyor ki; imhadan kurtuluşunun tek yolu kendini inkar etmendir. Eğer ulusal varlığını unutur, ulusal haklarından gönüllü olarak vazgeçersen, bu toplumdaki diğer insanlar gibi, mensup olduğun sınıfın diğer fertleri gibi yaşamana, onlar gibi sömürülmene veya sömürmene izin veririz...
Yaşamın hücreleştirilmesi ya da örgütsüzleştirmek suretiyle köleleştirmek, ya da eski adıyla bölüp-parçalayarak yönetmek, kapitalist sömürücüler için ne yeni ve ne de yerel bir yöntemdir. Zindanlarda simgesini bulan beyaz hücreleri Türk egemenlerinin icat etmediği, yıllardır Avrupa ve Amerikada uygulandığı biliniyor. İşçi sınıfını örgütsüzleştirmenin bir yöntemi olarak sendikaları satın alma-düşürme kurumu ESK da, Avrupanın İş için birlik oluşumundan esinlenmedir. Ulusların inkar ve imhasına gelince... Başta dünya jandarması ABD olmak üzere emperyalizmin, faşist Türk devletine ilham veren-dayanak yaratan suçları saymakla bitmez. Ancak işin ideolojik formülasyonu, yani ulus haklarının karşısına birey haklarının resmen ve uluslararası düzeyde çıkarılması, geçen yıl İstanbulda toplanan AGİT zirvesinde gerçekleştirilmiştir. Avrupa ve ABD demokrasisinin Türk devletini Kürt hakları konusunda sözde sıkıştırması işte bu çerçevededir.
Saldırıya ilişkin tablo bu denli açık olduğuna göre, püskürtmenin yolu konusunda da bir açıklığa sahip olunması gerektiği düşünülebilir. Nitekim, hücre saldırısı, devrimci tutsaklar şahsında tüm topluma yöneliktir ve ancak birleşik bir eylemlilikle püskürtülebilir sözleriyle ifade edilebilecek bir açıklık, hemen tüm devrimci yayınlar üzerinden ortaya konulmaktadır. Böyle olmakla birlikte, halihazırda, saldırıyı püskürtmeye yeterli bir örgütlenmenin, birleşik bir eylemlilik hattının yaratılamadığı da ortadadır. Kürt hareketinin teslim alındığı, sendikaların başının sivil inisiyatifler, ESKlar yoluyla sermaye tarafından tutulduğu, sınıf ve kitle hareketinin ileriye çıkış yapamadığı bugünkü koşullarda, devrimcilerin birleşik direnişi örgütlemelerinin çok da kolay olmayacağı iddia edilebilir. Böyle bir iddianın haklılık payı kuşkusuz vardır. Ancak, tüm bu dış engellerden muaf olması gerekenlerin, yani devrimci örgütlerin birleşik direnişinin sağlanamadığı bir ortamda, bu iddia hakkaniyet sınırını aşar.
İşçi hareketinin, ESKyı, satışları, ihaneti vb.ni görüp bilmesine rağmen, durgunluktan çıkış için Emek Platformundan medet umması boşa değildir. Örgütlerin birliği, merkezi birlik önce gelir, bu zorunludur. Kitlelere yol gösterecek, güven verecek olan, öncülerin tutumudur. Hücre saldırısını püskürtmek için birleşik direniş mi; o zaman güçlerinizi birleştirin ve kitleleri de bu güçbirliğine çağırın! İşçi-emekçi kitlelerin devrimcilere sessiz mesajı budur. Bu mesaj aslında her vesileyle iletilmekle birlikte, özellikle 96 SAG ve ÖO direnişlerinden günümüze giderek daha belirgin bir biçimde ulaşıyor.
96da devrimciler, bir yandan zindanlarda siper yoldaşlığının en güçlü örneklerini yaratırken, diğer yandan dışarıda en akılalmaz tartışmalarla zaman tüketiyor, kitleleri harekete geçirebilecek araç ve yöntemlerden uzak durmayı başarabiliyordu. Ölümler başladığında bu sorun hala çözülebilmiş değildi ve artık yitirecek tek bir dakikanın dahi kalmadığı noktada, gazetelerde yayınlanan bir tek ilan, DKÖlere ulaştırılan bir tek çağrı ile, bilinen Galatasaray eylemi gerçekleşti. Bu, sürecin tek kitlesel eylemiydi ve zorlayıcılığı hiç de katılımcı sayısında değildi. Ancak hiçbir çalışma yapılmadığı, hatta duyurusu bile doğru dürüst yapılamadığı halde, bir çağrı bu denli etkili olabiliyorsa, bu, ciddi bir çalışmayla çok daha geniş kitlelerin harekete geçirilebileceğinin göstergesiydi. Sistem bu eylemden gereken mesajı aldı.
96 SAG ve ÖO Direnişi sürecinde Kızıl Bayrakta Güçlü direnişe zayıf destek! başlığıyla yayınlanan başyazı, bu temel zaafı şu sözlerle ortaya koyuyordu:
Görülebildiği kadarıyla tüm devrimci yayınlar zindanlara yönelik saldırıyı diktatörlüğün 1 Mayısı izleyen genel saldırısının en önemli halkası olarak değerlendirmektedirler. Fakat bugüne kadarki çabalar bu değerlendirmenin gerektirdiklerinin yanında son derece cılız kalıyor. Güç ve olanaklar buna uygun bir tarzda seferber edilemiyor. Zindanlardaki direnişlere destek ve dayanışma faaliyeti, her zaman olduğu gibi fiilen tutsak yakınlarının çabalarını aşmayan bir zemin üzerinde sürüyor.
Bunu söylemek çok acı ve sıkıcı olsa da, ne yazık ki tablo bugün de pek farklı değil. Sorunun burjuva medyada bile manşete çıkarılmaya başlandığı bir dönemde hala medyatik eylem için kendi içine kapanan; aydınların (sembolik de olsa) kitlesel açlık grevlerine başladığı bir süreçte hala yönünü üç-beş aydından sınıf kitlelerine çeviremeyen; güç ve imkanlarını duyarlılığı artan kitleleri harekete geçirmek üzere seferber etmeyen; sınırlı güçlerini bir araya getirip, kitlelere güç ve cesaret aşılayacak açıklama ve çağrılar çıkaramayan devrimci hareketler gerçeği değişmedi ne yazık ki. Oysa 96 Zindan Direnişinin dersleri, hiç olmazsa somut eylemlilik planında kimi zaafların geride bırakılmasını sağlayabilmelidir.
Kitlelerin duyarlılığı artıyorken ve geç olmadan, temel güçler bir araya gelmeli ve en az analarınki kadar kararlı ve tok bir ifadeyle hücrelere asla geçit vermeyeceklerini ilan etmelidirler. Ve bu duyuru, somut eylem önerisiyle birlikte, kitleleri toplu direnişe çağıran bir metin şeklinde olmalıdır. Bu, hem vahşi katliamlarla tehdit edilen kapitalizmin zindanlarındaki 10 bin tutsak devrimciye, hem işçi-emekçi kitlelere ve hem de tarihe karşı, devrimci hareketlerin omuzlarında duran bir sorumluluktur.
|