ARSIVANA SAYFA
 
29 Temmuz '00
SAYI: 27
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan...
Hücre saldırısı ve devrimci sorumluluk
SAG-ÖO direnişi ve yeni dönem dersleri
SEKA direnişinin bir kez daha gösterdiği
"Kophenag Kriterleri" ve Kürt sorunu
%10 barajı saldırısına karşı işçi eylemi
Metal sektöründe TİS süreci ve görevlerimiz
Birleşik Metal-İş Genel Temsilciler Kurulu...
Kongreye doğru DİSK!
İstanbul Anakent Belediyesi'nde de grev...
Zindan direnişinin dersleri ve yeni dönemin görevleri
F tipi saldırısı
Saldırı direnişle yanıtlandı
Bergama'da katliam girişimi ve tepkiler
Maltepe'de "Hücre Tipi Cezaevleri Politikası ve..."
F tipi cezaevine karşı aydın ve sanatçı girişimi
Programda tarım ve köylü sorunu/3
Kıbrıs'ta işgale son!
Bu memleket bizim!
Türkiye'de enerji sorunu ve politikaları
Resmi bilim emperyalist tekellerin hizmetinde
Sezer'in tavrı ve sözde "demokrasi rüzgarı"
14. kuruluş yılında İHD
G-8 Zirvesi ve gösterdikleri
Emperyalist-kapitalist sisteme karşı yürütülen...
Cellatex ve Adelshoffen eylemleri
Propaganda-ajitasyon sorunu
Yorum senin ya da yorumsuz mu demeliyim?
Mücadele Postası
 



 
 
“Kopenhag Kriterleri”
ve Kürt sorunu


A. Tamer


“Kopenhag Kriterleri” etrafında bir fırtınadır sürüyor. Verheugen Ankara’da ne bıraktı? Belge mi? Bilgi notu mu? Alışveriş listesi mi? MGK sivilleşecek mi? Azınlık hakları mı? Bireysel haklar mı? İdam nasıl kalkacak?

Tartışmaları izleyenler sanacaklar ki, Ecevit hükümeti Türkiye’nin AB’ye aday üyeliğinin resmen açıklandığı Helsinki’de “Kopenhag Kriterleri”nden ve bu kriterlere temel teşkil eden pek çok Avrupa belgesinden haberdar değildi de, henüz haberdar oldu. Kuşkusuz salt Ecevit hükümeti değil tüm TC hükümetleri, İkinci Dünya Savaşı sonrası kömür ve çelik birliği olarak başlayıp bugün AB aşamasına gelen sürecin her adımını gayet iyi bilmektedirler. Avrupa, Türkiye kapitalizminin uluslararası entegrasyon sürecinin stratejik hedefidir. Türkiye kapitalizmi ve Avrupa sermayesi arasında oluşmuş entegrasyonun düzeyi bu hedefin temelini oluşturmaktadır. Bu bir emperyalist bağımlılık ilişkisidir, ve ne Türkiye sermayesi “Kopenhag Kriterleri”ne uymadı diye ortadan kalkar, ne de uydu diye ilişkide nitel değişiklikler olur. Kriterlerle ilgili tartışma, özünde, kapitalizmin 200 yıllık tarihinin evrimiyle ilgilidir. Dolayısıyla tartışmanın böyle bir tarihsel perspektif içinde yapılması gerekiyor. İngiliz emperyalizminin bundan 150-200 yıl önce Hindistan’a yönelik tavrı ile bugünkü AB’nin Türkiye’ye yönelik tavrını karşılaştırdığımızda, kapitalizmin değişen niteliğiyle karşılaşırız. 200 yıllık evrimin yanısıra bağımlı ülkelerle ilişkiler ve bu bağımlılık ilişkisinin bağımlı ülkedeki sınıfsal dayanakları değişmiştir.

Kritere böylesi bir tarihsel perspektiften bakıldığında, emperyal karakteri çok daha iyi anlaşılacaktır. Bu emperyal karakter değişmemiş, fakat ilişkinin içeriği dönüşmüştür. Dolayısıyla, “Kopenhag Kriterleri” yoluyla Kürt sorununda yaşanması beklenen açılımlar bundan 100-150 yıl öncesinin dünyasında gerçekleşmiş olsaydı, taşıyacağı anlamı yüklemek yanlış olurdu. Bugün Kürt ulusu, AB ile ilişkiler yoluyla gerçekleşebilecek Kürtçe radyo-TV ya da Kürtçe eğitim türü reformları kendi uluslaşma süreci açısından ilerlemek olarak niteliyorsa, bunun temel sebebi uluslaşma ve ulusal kurtuluş kavramlarına yaklaşımdaki perspektif değişikliğidir. Burjuva-liberal bir platformdan bakıldığında kuşkusuz bunlar ilerlemedir. İşçi sınıfı ve yoksul köylülüğün devrimci platformlarından bakıldığında ise, asla tarihsel bir ilerleme anlamına gelmeyecektir. Ancak kısa bir dönemi kurtarabilecektir. Kazanım, ama ancak günü kurtarmaya dönük kazanımlar bunlar. Diğer yandan Kürt ulusunun TC’ye, TC’nin AB’ye bağımlılığını perçinleyen bu ilişki haklı olarak şu soruyu sormamızı gerektirmektedir: Kürtçe radyo-TV, Kürtçe eğitim, ama neye rağmen?

Kapitalizmin ulusal soruna yaklaşımındaki farklılaşma, ulaştığı emperyalizm aşamasıyla ilgilidir. Bu fark, 19. yüzyıl başında Yunan halkının bağımsızlık savaşımını destekleyen Lord Byron’la, Türkiye’ye gelen AB komiseri Verheugen arasındaki fark kadar dramatik bir farktır. AB üyeliği ve “Kopenhag Kriterleri”ni ilerleme ve ilericilik olarak anlayanlar isterlerse bakabilirler.

Değinilmesi gereken diğer nokta, bu kriterler belli bir standardizasyon istemekle birlikte, bu standardizasyonun her ülkede aynı anlama gelmeyeceğini en iyi bizzat Avrupalı emperyalistlerin bildiğidir. Salt azınlık meselesi bile bunu anlatmaya yeter. Azınlık denildiğinde, Fransa’da anlaşılan, Almanya’da anlaşılan, ya da Slovenya’da anlaşılan şey aynı mıdır? Kuşkusuz hayır! Ya da Belçika’da polisin attığı tokat basbayağı işkencedir, ya Türkiye’deki? Türkiye’nin egemenleri “Kopenhag Kriterleri”ni gayet iyi bildikleri gibi, bu farklılıkları da gayet iyi bilmektedirler. Bu farklılıkların temeli de yine AB üyeliği ile perçinlenecek olan emperyalizme bağımlılık olduğuna göre... Sermaye cephesinden bu kriterlere dönük itirazın meşruiyetini oluşturan olgulardan biri, bu bloğun kendi iç çelişkileri, ikincisi egemenliğinin dayanaklarından olan gerici ideolojisi ise, diğeri de bu tarihsel farklılıkların yarattığı pazarlık zeminidir. Türkiye sermayesi bir yanıyla bu tartışmalar sırasında AB ile pazarlık yaparken, diğer yandan kendi gerici ideolojik dayanaklarını da okşamaktadır. Sanki “Kopenhag Kriterleri” yeni duyulmuşçasına bir kayıkçı kavgası da yapılmaktadır.

Sonuç olarak “Kopenhag Kriterleri”, AB emperyalizminin güncel üstyapısal ifadesidir. AB üyeliği planı Türkiye sermayesini Avrupa sermayesi ile daha da bütünleştirmek ve Türkiye halklarını daha da köleleştirmek demektir. Bu gayet açık. Burada işçi sınıfı devrimcileri açısından kritik nokta, bugün “Kopenhag Kriterleri” yoluyla tartışmaya açılan Kürtçe radyo-TV, Kürtçe eğitim gibi reformların da içinde yeraldığı bu emperyalist projeyi deşifre etmektir. Ancak, deşifre etmek ile sözü edilen reformları ya da idamın kaldırılmasını önemsiz ilan etmek apayrı şeylerdir, bu da unutulmamalıdır.




Örgütsüzleştirme saldırısında yeni atak:
Baraj kılıcı işletilmeye başladı

10 sendika artık yetkisiz


Yıllardır sendikal hareketin tepesinde sallandırılan %10 baraj kılıcı nihayet harekete geçirildi. Ve şimdilik kaydıyla 10 sendikanın yetkisi düşürüldü. Şimdilik kaydı, kritik bir noktada (%10 nokta bilmem kaç) bırakılmış durumdaki sendikalara uyarı oluyor. Sendikalardan doğru bu saldırıya verilen tepkilere bakılırsa, ilgili sendikalar devletin mesajını almış görünüyorlar.

Ancak 12 Eylül darbesiyle uygulamaya konulabilen (önceki çeşitli girişimler, 15-16 Haziran örneğinde olduğu gibi mücadeleyle püskürtülmüştü) faşist iş yasalarındaki baraj engeli, sendikal örgütlenmenin önünü kesti. Darbecilerin sendika kapatma başta olmak üzere, öncü işçilere yönelik katletme, tutuklama, işten çıkartma gibi yöntemlerle işçi hareketine karşı giriştikleri kapsamlı tasfiyeyle birlikte, 12 Eylül’lü yıllarda sendikalı işçi sayısı hızla düşürüldü. Buna daha sonraki yıllarda eklenen yaygın taşeronlaştırma, özelleştirme, işten çıkarma uygulamaları ile, sendikalaşma girişimlerinin devlet terörüyle bastırılması da eklendi. Daha vahim olmak üzere ise, işçi sendikalarının subaşları tümüyle sermaye tarafından tutuldu. Buralarda kurumlaştırılan bürokratizm, sınıf hareketinin önüne ikinci bir baraj gibi dikildi.

Bu ikinci barajın nasıl çalıştığını işçiler artık çok iyi biliyor. Sermayenin saldırıları karşısında tepkiler birikip zaptedilemez hale geldiğinde, merkezi bir eylemle biraz hava boşaltılıyor. Daha da olmadı, emek platformları kurulup, umutlar biraz da buralara bağlanıyor. Ancak hak alıcı bir tek eylem programı çıkmıyor. Tüm bu edimler, emeklilik hakkı gibi, uluslararası kazanımlara bile el konduğu bir süreçte gerçekleşiyor. Baydur’un B.Meral üzerinden ifade ettiği gibi, doğrusu konfederasyon yöneticileri sermaye sınıfı için büyük fedakarlıklar üstleniyor, büyük risklerin altına giriyorlar.

En son gerçekleşen baraj saldırısında da farklı bir gelişme sözkonusu değil. Yetkisi düşürülen sendikalar dahil olmak üzere, bir tek sendika dahi elindeki gerçek gücü, işçinin üretimden gelen gücünü şu ana kadar harekete geçirmiş değil. İlk günlerde DİSK’in temsilciler düzeyinde Ankara’da gerçekleştirdiği ve TÜMTİS’in de yine temsilciler düzeyinde katıldığı protesto açıklama ve yürüyüşü dışında, eylemli tek bir tepki de yok. “Ceğiz-cağız” vaatli basın açıklamalarıyla kitleler yine oyalanıyor. Peki, işçinin örgütlenme hakkını savunması dışında sendikaları korumanın nasıl bir garantisi olabilir? Türk-İş yönetiminin açıktan yaptığı gibi, sermayeye ve devletine hizmet, sınıfa ihanet mi?.. Özellikle %10’un bıçak sırtındaki sendikalar varlıklarını böyle mi koruyacaklardır?..

Unutulmamalıdır ki, örgütlenme, öncelikle işçi ve emekçilerin acil-zorunlu ihtiyacıdır. Dolayısıyla, bunun önündeki her türlü engeli yıkma zorunluluğu ve gücü de buradadır. Böyle bir süreçte, ne baraj saldırısına geçen sermaye devleti, ne tek tek kapitalistler ve ne de sendika bürokratlarının ihaneti; en tehlikeli düşman, kendi beklemeci mantık ve tutumumuz olacaktır.

Bu saydıklarımız kendi sınıfsal-grupsal çıkarlarının gereklerini hakkıyla yerine getirmeye çalışıyorlar. Sınıf bilinçli/devrimci işçi ve emekçiler de kapitalistler ve yardımcı-yardakçıları kadar görev ve sorumluluklarına sarılsa, karşısında bunların alayı dayanamaz.

Örgütsüzleştirme saldırısının panzehiri örgütlenmedir. Sermaye sınıfı sendikal örgütlenme ve üç-beş kuruş pazarlığından mı kaçıyor? Karşısına daha güçlü ve militan bir sendikacılıkla çıkmanın yoluna bakılmalıdır.

Ama bu kadarı yetmez. Artık onlara, “doludan kaçan yağmura tutulur” deyiminin anlamını da öğretmenin zamanıdır. Yani, komünist işçi partisinin bayrağı altında, sermayenin kanlı iktidarını yıkıp, işçi-emekçilerin sosyalist iktidarını kurmak için de örgütlenmenin zamanıdır.