ARSIVANA SAYFA
 
29 Temmuz '00
SAYI: 27
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan...
Hücre saldırısı ve devrimci sorumluluk
SAG-ÖO direnişi ve yeni dönem dersleri
SEKA direnişinin bir kez daha gösterdiği
"Kophenag Kriterleri" ve Kürt sorunu
%10 barajı saldırısına karşı işçi eylemi
Metal sektöründe TİS süreci ve görevlerimiz
Birleşik Metal-İş Genel Temsilciler Kurulu...
Kongreye doğru DİSK!
İstanbul Anakent Belediyesi'nde de grev...
Zindan direnişinin dersleri ve yeni dönemin görevleri
F tipi saldırısı
Saldırı direnişle yanıtlandı
Bergama'da katliam girişimi ve tepkiler
Maltepe'de "Hücre Tipi Cezaevleri Politikası ve..."
F tipi cezaevine karşı aydın ve sanatçı girişimi
Programda tarım ve köylü sorunu/3
Kıbrıs'ta işgale son!
Bu memleket bizim!
Türkiye'de enerji sorunu ve politikaları
Resmi bilim emperyalist tekellerin hizmetinde
Sezer'in tavrı ve sözde "demokrasi rüzgarı"
14. kuruluş yılında İHD
G-8 Zirvesi ve gösterdikleri
Emperyalist-kapitalist sisteme karşı yürütülen...
Cellatex ve Adelshoffen eylemleri
Propaganda-ajitasyon sorunu
Yorum senin ya da yorumsuz mu demeliyim?
Mücadele Postası
 



 
 
Enerji sorunu ve iptal edilen
nükleer santral ihalesi


Akkuyu’da yapılması düşünülen nükleer santral ihalesi çok uzun bir süre için “ertelendi”. Yani fiilen iptal edildi. Peki bu noktaya nasıl gelindi? Türkiye’nin bir enerji sıkıntısı mı vardı, nükleer enerji bu sorunu çözmek üzere mi gündeme gelmişti ve niye yıllardır süren bu ihale bir kez daha ertelendi?

Öncelikle Türkiye’nin enerji sorunu olup olmadığına bir bakalım. Türkiye’nin toplam kurulu gücü 27 bin MW iken ortalama harcaması 14 bin MW, maximum enerji harcaması ise 18 bin MW’tır. Bu durumda bir enerji sıkıntısından bahsetmek epeyce komik olacaktır. Üstelik değerlendirilebilecek diğer enerji potansiyellerine ve bu potansiyellerin nükleer santrallere göre ne kadar pahalı (!) olduklarına bir göz atmamız gereklidir.

Türkiye’nin yıllık toplam elektrik üretimi 118 milyar kWh’tır. Hidroelektrik santralleri bunun 40 milyar kWh’ını sağlamaktadır. Aslında bu santrallerin toplam potansiyeli 433 milyar kWh’tir. Yani şu anki toplam üretimin 3,5 katından, toplam tüketimin de 7 katından fazla. Üstelik bir hidroelektrik santralinin yapımı, aynı güçte bir nükleer santralin yapımının beşte biri fiyatına gelmektedir. Toplam termik santral kapasitemizin halen beşte birini kullanabilmekteyiz. Bu santraller de nükleer santrallerin üçte biri fiyatına yapılabilmekte, elektriği dörtte biri fiyatına imal edebilmektedir. Doğalgaz santralleri yine onda biri fiyatına maledilip, dörtte biri fiyatına elektrik üretmektedir. Rüzgar santralleri ise ilk kuruluş olarak dörtte birine maledilirken (buraya dikkat!) elektriği nükleer santrallere göre 240 kat ucuza üretebilmektedir ve hammadde kaynağı bilindiği gibi sonsuz ve bedavadır. Güneş enerjisinden ise henüz yararlanamamaktayız.

Tüm bu enerji kaynaklarımızın diğer iki ortak özelliği vardır; hepsi de nükleer santrallerden daha uzun ömürlü ve temizdirler.

Nükleer santraller diğer enerji kaynaklarından daha ucuza gelseydi bile, dünya çapında yaşanan örneklerden ve kapitalizmin insan hayatına değil fakat kâra öncelik vermesi gerçeğinden hareketle, yine de nükleer santrallere kesin karşı durmamız gerekirdi. Zira insan hayatı parayla değişilemeyecek kadar değerlidir. Nükleer güç şu ana kadar milyonlarca insanın ölümüne, yüzbinlercesinin nesiller boyu sakatlanmasına yolaçmıştır. İnsan hayatının sıradan bir meta gibi ekonomik hesaplamalara dahil edilmesi, kapitalist “ölüm ve meta düzeni”nin işidir. Enerjide özelleştirme uygulamaları bunun zeminini ayrıca döşemektedir.

Yukarıda sunduğumuz verilerden hareketle bazı tespitlerde bulunalım:

1) Türkiye’de enerji sıkıntısı çekilmemektedir.

2) Varolan doğal kaynaklarımız, onları değerlendirmeye dönük yatırım yapıldığında -üstelik nükleer santrallere göre kat kat az bir yatırım-, bize uzun vadede de enerji sıkıntısı çekmeyeceğimizi neredeyse garantilemektedir.

3) Nükleer enerji tüm bunlardan çok daha pahalı bir enerji kaynağıdır ve çevreyi çok daha fazla kirletme, ötesinde kitlesel ölümlere sebep olma gibi bir risk taşımaktadır. Türkiye gibi bir ülkede, böylesi bir risk çok daha büyüktür.

4) Tüm bunlara rağmen, birileri çıkıp “enerji sıkıntısının çok yakın” olduğundan ve “nükleer enerjiye ihtiyacımız” bulunduğundan sözedebilmektedir. Bu, nükleer lobilerin sermayenin kasasını kanlı dolarlarla doldurmak oyunundan başka bir şey değildir.

Gelinen yerde bu oyun boşa çıktı. Niye boşa çıktığı ise tek bir nedene dayanmıyor tabii. Öne çıkan ve hükümetçe açıklanan neden, Hazine’nin gerekli teminatı verememesidir. Elbette bunun önemli bir etkisi oldu. Zira emperyalistlere verilen ekonomik sözler bu konuda Hazine’nin elini kolunu bağlamıştı. Ancak bunun dışında ihaleye katılan konsorsiyumlar arasında ihale net bir şekilde paylaşılamamış, bu büyük rantın kimin kasasına akacağı şiddetli anlaşmazlıklara neden olmuştu.

Ve elbette ki, yükselen ve örgütlenen tepkiler, bu iptal kararında önemli bir başka etken olmuştu. Tekellerin kendi iç çelişkilerinin bu konu üzerindeki keskinliği yanıltıcı olmamalıdır. Bu, muhalefet hareketinin önemini ve etkisini azaltmaz. Bu çelişki daha az keskin olsaydı, iptal edilebilmesi için biraz daha güçlü bir muhalefet gerekecekti. Sonuçta kazanılıp kazanılmayacağı da bu toplam etkenlerin bir sonucu olacaktı.

Sonuç olarak, kapitalizmin her türlü saldırısı karşısında birleşik-örgütlü mücadeleyi yükseltmek esastır. Başarıyı ve sermayeye karşı kazanımları güvenceleyecek olan da budur.




TUBİTAK’ın yalanlara dayalı raporu ile
Eurogold’a işletme izni verildi...

Resmi bilim emperyalist
tekellerin hizmetinde!



Kapitalizmin tarih boyunca, bilim ve eğitimi hep burjuvazinin çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Burjuvazi egemenliğini sürdürebilmek için çok değişik yol ve yönteme başvurmuştur. Ezilenlerin direnişini bastırmak için bizzat fiziki imhaya başvurduğu gibi, bunu yapamadığı yerlerde de emrine koştuğu bilimi, eğitimi, öğretimi, töreleri, medyayı vb. devreye sokmuştur.

Emrine koştuğu “bilimsel” kurumları, satın aldığı “bilim adamları”nı birçok defa insanlık dışı uygulamalarında kullanmıştır. Bunlara en somut şekilde, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi toplama kamplarındaki “bilimsel” araştırmalarda, nükleer silahların geliştirilmesinde, genetik araştırmalarda, ülkemizde 17 Ağustos-12 Kasım depremlerinde vb., tanık olduk. Alman faşizmi döneminde Mengele ve onun gibileri insanlar üzerinde insanlık dışı deneyler yapmışlardır. Günümüzde de hala onların yerine talip olan birçok bilim adamı bulunmaktadır.

17 Ağustos depreminin ardından bilim adına konuşan kimileri, bu felaketin bir alınyazısı olduğunu söyleyerek, yaşanılan faciayı ve yaşanacakları gözlerden kaçırmaya çalışmışlardı. Bugün aynı işi TÜBİTAK ve TÜBİTAK’ta çalışan “bilim adamları” üstlenmektedirler. Siyanürlü altın çıkarmanın sağlığa zararlı olmadığı ve ülkeye sağlayacağı yarar konusunda raporlar hazırlamaktadırlar.

Siyanür yardımıyla altın çıkararak insan ve doğa hayatını hiçe sayan Eurogold şirketi, bugüne kadar Bergamalı köylülerin ve sisteme muhalif kesimlerin tepkisi ve direnişiyle karşılaştı. Bergamalıların öfkeli karşı koyuşu sayesinde Eurogold altın arama işini başlatamadı. Bu karşı koyuş Bergama halkını eğitti, bu barbarlık sistemini tanımalarını sağladı.

Eurogold gün gün örülen, genişleyen direnişler karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Jandarma ve polis saldırısının direnişi kıramadığını gören şirket ve sermaye devleti, devreye sahibinin sesi “bilim kuruluşu” olan TÜBİTAK’ı ve “bilim adamları”nı soktu. TÜBİTAK’a bir rapor hazırlatılarak, altın madeni işletmesinin tehlike içermediği vurgulandı. Sermaye hükümeti bu rapora dayanarak, Eurogold’un çalışmasında herhangi bir sakınca olmadığı yargısını onaylayıp, işletmenin çalışmasına izin verdi.

TÜBİTAK’ın hazırladığı rapor bilim adına bir sefalet, insanlık adına utanç vericidir. Raporda; “İnceleme konusu tesisin ve aynı koşullarda benzerlerinin çevre uyumlu ve duyarlı birer iktisadi faaliyet olarak işletmeye geçirilmelerinin, sürdürülebilir kalkınma kavramı çerçevesinde ülkemiz menfaatleri açısından uygun ve yararlı olacağı ortak görüş ve kanaatine varılmıştır. Eurogold tesisinde, gelişmiş ülkelerde halen çalışmakta olan benzeri altın madeni işletmelerinde olduğu gibi siyanür kullanmanın bir çevre sorunu yaratmayacağı, siyanürün toprağa, suya ve havaya karışma olasılığının ihmal edilir düzeyde olduğu anlaşılmıştır.” denilmektedir.

Görüldüğü gibi rapor, Eurogold’u ve siyanürlü altın çıkarmayı “bilimsel kurum” olarak onaylamaktadır. Dikkate değer nokta, bu raporun nasıl olup da en güçlü zehirlerden olan siyanürün kullanılmasını onayladığıdır. Hem de bunu yaparken, gelişmiş ülkelerde çalışmakta olan altın madeni işletmelerinin aynı yöntemi kullandığı yalanına başvurmasıdır.

Bu rapor bilimsel bir kurumun kapitalizm koşullarında ne tür bir işlevi yerine getirdiğine iyi bir örnektir. Gelişmiş ülkelerdeki benzer maden işletmelerinin Bergama’daki Eurogold şirketi ile aynı koşullara sahip olduğu yalanı bir “bilimsel” raporda yer alabilmektedir. Gerçek olan şudur ki, gelişmiş ülkelerde bu tip altın madenleri hemen hemen hiç yoktur. Bu tür yöntemler gelişmemiş ülkelerde kullanılmakta, insanlığı ve doğayı yokoluşa sürüklemektedir.

Bu açıklamanın yapıldığı tarihlerde Avusturalya’da bir altın madeni faciasının yaşanması (26 Haziran) ve altın madeni şirketinin Eurogold’a yakınlığı ve aynı yöntemle altın çıkarılması, gelecekte yaşayacaklarımıza ışık tutmaktadır. Avusturalya’daki Normandy Poseidon’a ait altın madeninde duvar yıkılması sonucu 18 bin ton çamur altında kalan üç kişi ölmüştür ve siyanürden dolayı bir doğa yıkımının sözkonusu olduğu açıklanmaktadır.

Eurogold bu olayla suçüstü yakalanmıştır. Gelişmiş ülkeler tam da bu tür felakatlerden dolayı kendi ülkelerinde siyanürlü altın madeni işletmelerine izin vermemekte, geri ülkelere bu yıkıcı çarkı ihraç etmektedirler.

TÜBİTAK’ın hazırladığı rapor üzerine devletin Eurogold’a madeni işletme izini vermesi Bergamalıları harekete geçirdi. Bergamalılar her koşulda bu saldırıya karşı koyma kararlılığındalar. Bilim adına sunulan raporların ne için ve kim adına hazırlandığını gördüler. Eurogold ve işbirlikçi sermaye devletinin oynamak istediği oyun ilk andan itibaren tutmadı.

Bundan sonra Eurogold’un faaliyete geçmesi durdurulabilirse, sorun uluslararası boyuta taşınacak. Çünkü işbirlikçi sermaye devletinin imza attığı uluslararası tahkim yasası yürürlüğe girecek ve baskı uluslararası bir boyut da kazanacak.

“Kapitalizm barbarlık düzenidir!”, “Kapitalizm öldürür!” söylemleri, kapitalizmin hizmetindeki bilimsel kurumlar şahsında da doğrulanmaktadır. Burjuvazinin kâr uğruna yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Yarın altın madeni işlemeye başlarsa, siyanür gün gün soluduğumuz havaya, toprağa, suya karışacak, bizzat vücutla direkt temas edecek ve bizlerin, doğanın ölümüne neden olacaktır.

Yaşanılanlar kapitalizmin eseridir. Öfkeyi, örgütlülüğü ancak ona karşı yönelttiğimiz zaman, insanlık için bir yıkım demek olan bu bataklığı kurutabiliriz. Gerçekleşecek direnişleri bu çerçevede örmek zorundayız.