Ekim Gencligi ARSIVKIZIL BAYRAK
 
Mayıs 2003
Sayı: 60
 İçindekiler
  Ekim Gençliği'nden...
  Emperyalistler ve işbirlikçiler saldırıyorlar... Yanıtını alacaklar!
  1 Mayıs ve gençlik
  İstanbul'da 1 Mayıs...
  Ankara'da 1 Mayıs...
   1 Mayıs eylemlerinden...
  Gençlik 1 Mayıs'ta alanlardaydı!
  Dünyada 1 Mayıs...
  Kurtlar sofrasında Irak!
  Halklar emperyalist saldırganlığa boyun eğmiyor!
  İşgal altındaki Irak'tan manzaralar....
  Bu yasa meclisten geçmeyecek!
  Devrimci mirasa sahip çıkmak!
  Devrim için düşenler kavganın en onurlu yerinde bayraklaşıyorlar!..
  Deprem ve Bingöl'de yaşananlar!
  Öğrenci gençliğe yönelik planlı provokatif saldırılar üzerine
  MİT, kışkırtıcı elemanını feda etti
  Partimizin direnişçi kimliğine leke sürdürmedik!
  Okullar ticarethaneye dönüştürülüyor!
  Söz üniversitede!
  İTÜ şenlikleri nereye?
  ODTÜ'de Alternatif Şenlik...
  Almanya 2. Bir-Kar Gençlik Kampı...
  İsviçre'de 9. Ekim Gençliği Kampı...
  Paris Komünü...
  Okur mektupları



 
 
Devrimci mirasa sahip çıkmak!

‘68 dönemi ve bu dönemin anti-emperyalist gençlik mücadelesi, tarihimize devrimci bir uyanış olarak kaydedildi. Dönemin kavgacı, militan yapısından ve devrimci mirasından yararlanmak, dahası bu mirası ve birikimi güçlendirerek geleceğe devretmek bugün artık genç komünistlerin taşıdığı bir sorumluluktur. Bu sorumluluğun gereklerini yerine getirmek, en başta mücadeleyi daha da büyütmek ve bayrağımızı yükseltmekten geçmektedir. Yoksa 6 Mayıslar’a sıkıştırılmış anmalar ve Denizler’in devrimci yanlarını görmezden gelerek onları yadetmeler, bu misyonun oldukça uzağındadır.

Kavga toprağında devrimin soluğu olmak!

Ülkemizde ilk ilerici hareketlenmelerin tarihi eskilere dayansa da, hareketin kitleselleşmesi ve toplumsal planda yer tutması ancak ‘60’lı yıllarda söz konusu oldu. Bu dönem, hem dünya çapında toplumsal hareketliliğin geliştiği ve hem de ülkemizde kapitalist gelişmenin sonuçlarıyla beraber hız kazandığı bir dönemdir. Dolayısıyla Denizler’in ve diğer devrimci gençlik önderlerinin bu dönemde ortaya çıkmaları bir rastlantı değildir.
Özellikle Afrika, Latin Amerika ve Asya’dan kurtuluş mücadelelerinin yükselmeye başladığı ‘60’lı yıllar bu kavga rüzgarının Avrupa ve ABD de dahil olmak üzere hemen tüm dünyaya yayıldığı dönem oldu. Bu süreçte birçok geri ülkede kapitalizm, sermaye ihracı yoluyla hızla gelişmeye başladı. Kırdan kente göç, işçi sınıfının nesnel gelişimi, giderek keskinleşen sınıf çelişkileri, Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülkede döneme rengini veren olgulardır. Bunun üzerine bir de Vietnam’a yönelik emperyalist saldırı ve Vietnam halkının benzeri görülmemiş direnişinin etkisi eklenince, o dönem ortaya çıkan hareketliliğin temelleri ortaya çıkar.

Ancak bu toplumsal hareketlilik ve ortaya çıkan dinamikler, henüz devrimci bir önderlikten yoksundu. Avrupa’da euro-komünistler ve dünyanın hemen her yerine yayılmış çeşitli renk ve görünümdeki revizyonist yapılar ve tepki akımları... Türkiye’de de dönemin gelişmelerine yanıt verecek, ona devrimci bir tarzda yön vererek iktidara taşıyacak bir devrimci önderlik bulunmuyordu. Hareketin gelişimine yanıt verecek bir ideolojik çizgiden uzak olan, ihtiyaçlarına yanıt veremeyen, gelişen mücadeleyi geriye çekmeye çalışan TİP, ülkedeki tek toplumsal muhalefet odağıydı ve bütün zaaflarına rağmen gelişen sol muhalefeti kendi içinde toparladı.Öte yandan Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), genç devrimcilerin içinde toplandığı yerler oldu. Dönem boyunca anti-emperyalist eylemler örgütleyen ve her eylemin ardından TİP çizgisindn biraz daha uzaklaşarak devrimci bir mücadele çizgisine yönelen devrimci gençler de FKF içerisinde yer alıyorlardı.

Denizler’in de içinde yer aldıkları FKF, bir süre sonra TİP çizgisini aşmanın zemini olacaktı. Üniversite boykotları ve işgalleri, 6. Filo eylemleri ve en son ODTÜ’de Vietnam kasabı ABD’nin Türkiye Büyükelçisi Komer’in arabasının yakıldığı eylemle bir anlamda ipler koptu. Bu eylemi provokasyon olarak niteleyen TİP’in içinde daha fazla durulamazdı. Böylece devrimci bir ayrışma yaşanmış, tarihimizde temel bir yer tutan devrimci gençlik önderlerinin içerisinde yer aldığı temel önemde bir kopuş gerçekleşmişti.

Bu sırada FKF kongre kararıyla adını değiştirmiş, Devrimci Gençlik ya da bilinen adıyla Dev-Genç olmuştu. Kısa zaman içinde büyük önemde gelişmeler yaşanacaktı.

Bu sürecin önderleri arasında daha sonra THKO’yu kurarak mücadeleyi büyütecek olan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Cihan Alptekin ve diğerleri de yer alıyordu. Artık bir dönem kapanmıştı, hareket sürekli kendisini daraltan TİP’in denetiminden kurtulmuş, parlamentarist-revizyonist çizgiyi aşmıştı.

Ancak sorun burada bitmiyordu. Bu devrimci adımı atma cüretini gösterenler kavganın en önünde yer alıyorlardı ve bundan sonrası için bir seçim yapmalıydılar. Mücadele için öne atılanlar bu seçimi yaptılar. Örgütsüz mücadele, örgütsüz devrimcilik mümkün değildi. Peki bu nasıl olacaktı? Var olan örgütlenmelerin konumu belliydi. Bir dönem MDD’ciler çevresinde bir toparlanma olduysa da çok geçmeden yollarını ayırdılar. THKO, THKP-C ve farklı bir gelişim seyri izleyen TKP-ML TİKKO bu süreçte oluştu. Devrim için herşeyi göze almışlardı. Şiarları netti: “Her şey devrim için!”

Yapılması gereken, emperyalizme ve uşaklarına karşı silahlanarak savaşmaktı. Devrimci fedakarlık ve gözüpekliği kendilerinde cisimleştirenler, tereddütsüz bu yolu seçmişler ve bu seçimin gereklerini yerine getirmek için ellerinden geleni yapmışlar, Filistin topraklarına giderek askeri eğitim almışlardı. Dönüşlerinde yakalanmış ve tutuklanmışlardı.

Ardından kısa süren silahlı mücadele ve katledilişleri… Deniz ve Yusuf dağdaki arkadaşlarıyla buluşmak için Ankara’dan yola çıkmışlar, Yusuf yaralı olarak, Deniz de Gemerek’te sıkıştırılarak yakalanmıştı. Hüseyin dayısının evinde yakalanmış, Sinan, Kadir ve Alpaslan ise Nurhak’ta katledilmişti. Cihan ise Denizler’in idamını durdurmak için THKP-C’li siper yoldaşları ile 3 İngiliz teknisyeni kaçırmış ve Kızıldere’de 9 yiğit devrimciyle birlikte şehit düşmüşlerdi.

Onlar ne darağaçlarında ne de düşman kurşunları altında teslim oldular. Bunu bir an bile akıllarından geçirmediler, tereddütsüz ölümün üzerine yürüdüler. Türkiye topraklarına devrim tohumları böyle atıldı.

Yaktığımız ateşi söndüremeyeceksiniz!

Türkiye bir devrim ülkesidir. Gerek çelişkilerin keskinliği, gerekse de bu topraklardaki devrimci direniş geleneği bunun temellerini oluşturur. Dünyada ender rastlanan bu direnme geleneği Türkiyeli devrimcilere Denizler’den, Mahirler’den, İbolar’dan miras kalmıştır. Türkiyeli devrimciler bu silahı paslanmaya bırakmamış, aksine her dönem ellerine alarak düşmanın üzerine yürümüşlerdir. ‘70’li yılların hareketliliğinin devrimci kanallara akmasının gerisinde de bu yatar. ‘80 karşı-devriminin karanlık günlerinde bile bu silah defalarca ateşlenmiş ve karanlığı yırtmıştır. ‘84 Ölüm Orucu Direnişi bunun kanıtıdır. Sonrasında da devrimciler her dönem boyun eğmeyi değil, direnmeyi seçmişlerdir.

Türkiye bir devrim ülkesidir. Bu topraklarda her dönem devrimciler çıkmış, en geri koşullarda bile mücadele etmişlerdir. Onbinlerce insan çocuklarına hala onların adlarını koyuyorlarsa bu şunu gösterir: Bu ülkede devrimciler bitirilemeyecektir, çünkü onların kitlelerin yüreğinde tuttukları bir yer vardır.

Türkiye bir devrim ülkesidir. Çünkü bu topraklar sürekli yeni Denizler üretmektedir. Devrim artık bizim ellerimizde mayalanmaktadır.

Sosyalizm özlemi ve devrim yürüyüşümüzün bu ilk önemli adımı ve o adımı atan yiğit devrimcilerin kararlılıkları, fedakarlıkları, atılganlıkları bize yol gösteriyor. Bizler bu geleneği sahipleniyoruz ve geleceğe taşıyoruz. Fakat dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Geçmişin devrimci mirası tahribata uğratılmaya, içi boşaltılmaya çalışılıyor. Ya Denizler’in mücadeleleri ve devrim istemleri bir yana bırakılarak, sadece iyi yürekli gençlermiş gibi ele alınarak böylesi bir saldırı gerçekleştiriliyor, ya da bu dönemin devrimci önderleri efsaneleştirilip mücadele çizgilerindeki yanlışlar ve zaaflar dogmatik bir biçimde kabul edilerek mirasımız yozlaştırılıyor.

Denizler geleceği fethedecek bir kavganın ortasına atıldılar ve onurlu devrimciler olarak öldüler. Ancak, onlar darağaçlarında bağlılıklarını ilan ettikleri Marksizm Leninizm’in belli ölçülerde uzağındaydılar. Öyleyse yapılması gereken onların bu zaaflarını aşmak, fakat onların inancını, kararlılığını, fedakarlığını kuşanarak devrime yürümektir.

Denizleri ehlileştirme çabası boşuna

Bir yandan reformizmin Denizler’in mirasını kendi tekeline almak ve devrimci mücadeleyi bu temel silahından arındırmak için çabaları sürerken, bir yandan da bizzat düzen cephesinden bir saldırı kampanyası yürütülmektedir. Hedefte Denizler var. Önceleri onlara “anarşist”, “terörist” diyerek saldıran düzen, bu yöntem işe yaramayınca onları ehlileştirme yolunu seçti. Televizyon kanallarında yayınlanan belgeseller, en has burjuva gazetelerinde çıkan dizi yazılar, o dönemki katillerin ya da yetkililerin pişmanlık beyanları, gerçekdışı filmler bu amaç için devreye sokularak büyük bir kampanya başlatıldı. Bu kampanyanın bir benzeri kısa bir zaman önce komünist ozan Nazım’a karşı yürütülmüştü.

Düzenin has partisi CHP, yeri geldiğinde devrimcilere saldırmaktan hiç çekinmeyen Cumhuriyet gazetesi, devrimci değerlerden son derece uzak ve dahası özünde devrimci düşmanı olan İP ve Türk Solu çetesi, bu kampanyanın sol görünümlü temsilcileri olarak sahne aldılar. Yıllardır yaptıkları devrimci geleneği yozlaştırarak prim yapma işini sürdürecekler, kendilerine düzen cephesinden verilecek destekle bunu daha güçlü yapacaklardı. Nitekim her yazısı halk düşmanlığı üzerine kurulu, devrimci önderlere “sokak serserisi” diyecek kadar düşkün Ertuğrul Özkök’ün gazetesi Hürriyet ve yine bu cenahtan televizyonlar çok geçmeden Denizler’i aklama korosuna katıldılar.

Devletçi ve orducu Cumhuriyet, bizzat ordu eliyle katledilen Nurhak şehitlerini nasıl sahiplenebilirdi. Cuntacı generallerin kararına uyularak asılan Denizler’in yaşamlarından nasıl utanmaksızın bahsedebilirdi. Fakat bahsetmek zorundaydı. Hem bu ülkede solcu görünmenin, Denizler’e sahip çıkan binlerce insana şirin görünmenin maskesi olarak, hem de devrim davasını çarpıtmak için bu gerekiyordu.

Ellerinde sopalarla devrimcilere saldıran İP ve son olaylarla ne olduğu açığa çıkan Türk Solu çetesi de aynı durumdaydı. Hatta onlar bu işten prim yapmak için kendilerini inkar eden bin türlü maskaralık da yapmışlardı. Sıkıyönetim mahkemelerinde sayfalarca ifade veren, kanlı katliamların ardından katilleri kutlayan, “devrimci ordumuzun başı sağolsun” türünden açıklamalar yapan Doğu Perinçek gibileri hangi hak ve yüzle bu yiğit devrimcilerden bahsetme cüretini gösteriyorlar. Hele Türk Solu isimli provokatif çete çıktığı günden beri buradan rant elde etmeye çalışmıştır. Elbette özellikle gençlik tarafından sahiplenilen önderlerin resimlerini asmak iyi bir rant aracıdır. Ancak daha sonra yaptıklarıyla gerçek yüzlerini açığa vurmuşlardır. Denizler de düzene ve iktidara karşı okul işgalleri örg¨tlemişlerdi; ama Türk Solu’nun okul işgali doğrudan devrimcilere karşıydı. Gerçekler bir kez daha bu düzenbazların maskelerini indiriyor.

Düzen cephesinden yapılanlara gelince. Tanıdık yüzlere yaptırılan filmler, kasetler vb.’den sonra doğrudan işbirlikçilerinin partisi CHP devreye sokuldu ve birkaç kendini bilmez CHP’li milletvekili Denizler’e iade-i itibar için yasa teklifi verdi. Dün Denizler’i darağacında, Mahirler’i Kızılderede, İbo’yu işkencehanelerde katledenler; bugün Ulucanlar’da, 19 Aralık’ta zindanlarda devrimcileri katledenlerdir. Şimdi de tutmuşlar Denizler’e itibar dileniyorlar.

Onların onurlu mücadeleleri ortadayken ve onlara onur bahşetmek düzenin haddi değilken bu yapılanların tek bir anlamı olabilir: Sermaye düzeni Denizler’i ehlileştirerek yok etmek istiyor. Oysa onlar son nefeslerinde bile bu ülkenin bağımsızlığını savunmuşlardı; şimdi bu ülkeye bizzat emperyalistler eliyle atanmış Derviş’in partisi mi onlara onurlarını verecek? Onlar ipe giderken işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin haklı davasını savunmuşlardı; şimdi yeminli işçi düşmanı hain Bayram Meral’in partisi mi onlara onur verecek? CHP her geçen gün kaybettiği emekçilerin kitle desteğini elinde tutmak için utanmazlıkta böyle ileri gidiyor. Ülkeyi parsel parsel tekellere peşkeş çekenler, buna karşı çıkanlara işkencelerin en ağırlarını reva görenler, emperyalistlerin kuyruğundan ayrılmayan halk düşmanları Denizler’in onurunu bırakın iade etmeyi, b konuda konuşamazlar bile. Bu konuda söz söyleyecek olanlar, ancak ve ancak Denizler’in yolunda, devrim yolunda kavga bayrağını taşıyanlardır, devrimciler ve komünistlerdir.

Bayrakları ellerimizde, anıları kavgamızda yaşıyor

Onların yükselttiği bayrak mücadele edenlerin, dava uğruna bedel ödeyenlerin ellerinde taşınacaktır. Ne düzenin kokuşmuş partileri ne de bayraklarının rengi kızıldan pembeye dönmüş reformistler, Denizler’in mirasına dokunmayı hakediyorlar. Bu bayrağın sahipleri olan, kendilerini kavga alanlarında kanıtlayan proleter devrimcilerin bakışı ise yeterince açık:

“Partimizin kuruluşu, insanlığı ve uygarlığı tükenişe ve yıkıma sürükleyen emperyalist-kapitalist dünya düzenine karşı kendi coğrafyamızdan yükseltilen militan bir mücadele çağrısıdır. Partimizin kuruluşu, onyıllardır yıkılmayı bekleyen Türkiye’nin kokuşmuş ve çeteleşmiş kapitalist sömürü düzenine militan bir savaş ilanıdır. Partimizin kuruluşu, onyıllardır bu topraklarda devrim ve sosyalizm davası uğruna kavga vermiş, emek harcamış, acı çekmiş, büyük yiğitlik örnekleri sergilemiş dünün ve bugünün devrimci kuşaklarının yarattığı birikimin güvenceye alınmasıdır. Ve nihayet partimizin kuruluşu, kapitalist sömürü düzenini tarihe gömecek ve bu uğurda tüm emekçilere önderlik edebilecek yetenekteki tek gerçek toplumsal güç olan işçi sınıfını devrimci önderlik htiyacının somut olarak karşılanmasıdır.” (Türkiye Komünist İşçi Partisi Kuruluş Bildirgesi, Kasım ‘98)

Şimdi bu mirasa sağdan ve soldan saldırıya geçenlere, düzenin has partisi CHP’ye ve benzerlerine karşı-devrimci Türk Solu çetesine, reformist ve liberal akım ve partilere karşı mücadele yürütmek için kızıl bayrak ellerimizdedir. Genç komünistler bu bayrakla yürüyüşlerini sürdürecek ve leke düşürmeksizin devrime taşıyacaklardır.

Bu görevi omuzlayanlar her yandan yükselen bu saldırı dalgasına karşı devrimci değerlere sahip çıkacaklar, bulundukları her alanda bu sorumlulukla hareket edeceklerdir.



Darağaçlarında Marksizm-Leninizme ve devrime bağlılıklarını haykırdılar...

Devrimci yiğitlikleri ve adamışlıklarıyla yeni kuşaklara yol gösteriyorlar!..

Deniz Gezmiş: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği! Yaşasın işçiler, köylüler! Kahrolsun emperyalizm!”

Yusuf Aslan: “Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’ın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm!”

Hüseyin İnan: “Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler! Kahrolsun faşizm!”



Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan... Darağacına dimdik yürüdüler, devrim davasına bağlılıklarını haykırdılar...

Partili mücadelemizde yaşıyorlar!

Dünyanın bir dönemine damgasını vuran devrimci gençlik hareketinin Türkiye cephesinde önderliğini üstlenenler arasında yer alan bu üç yiğit devrimcinin unutturulamayanlar kervanına katılmasında, idamları kadar, bıraktıkları mirasın da önemli bir payı olduğu açıktır. Bu mirası özetle, devrimci örgütlenme ve mücadele geleneği olarak tanımlayabiliriz. Denizler’in geleneksel sol akımla yollarını ayırmalarının temelini ve bıraktıkları mirasın esasını oluşturan bu öz sayesindedir ki, Türkiye devrimci hareketi zamanla bilimsel-tarihsel kanalına, işçi sınıfı devrimciliğine ulaşmıştır.

Bu girişi “Denizler’in mirasına sahip çıkmak”tan aslında neyin anlaşılması gerektiğini vurgulamak için yaptık. Geleneksel devrimci akımlar tarafından, miras, öncülerinin görüş, düşünce ve tarzlarını aynen sürdürmeye çalışmak olarak algılandığı için buna ihtiyaç duyduk.

Düzenin bu üç yiğit devrimciyi, Deniz, Hüseyin ve Yusuf’u idam sehpasında katlederek sona erdirmek istediği dönemin baskın özelliği, devrimci değerlerin yükselişidir. Ancak bu, dünya çapında etkin ‘68 gençlik hareketi kapsamında Türkiye’de de devrimci gençlik hareketinin yükselişi değildir sadece. Düzen açısından çok daha tehlikeli olmak üzere, işçi sınıfı ve emekçilerin saflarında da devrimci değerler, devrimci düşünce ve örgütlenmeye eğilim hızla güçlenmektedir.

Bu nedenledir ki, Denizler’i idama götüren faşist darbecilerin, devrimci gençlik örgütleriyle birlikte ilk kapattığı ve yönetici ve üyelerine yönelik kovuşturma, tutuklama, işkence ve infazlarla yıldırmaya, yok etmeye çalıştığı örgütlerden biri de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’dur.

Türkiye’de ‘68 hareketi, devrimci gençliğin reformist-legalist soldan koparak devrimci örgütlenme ve mücadeleye girişmesini ifade ederken, işçi sınıfının da düzen sendikacılığından koparak devrimci sendikal örgütlenme ve mücadeleye girişmesi anlamına geliyordu. Kamu emekçileri de en yaygın sendikal ve demokratik örgütlenme düzeyine bu dönemde ulaşmıştı. Türkiye Öğretmenler Sendikası, 1969 yılında düzenlediği Devrimci Eğitim Şurası’nda, bu düzende devrimci bir eğitimin uygulanamayacağını, devrimci eğitim emekçilerinin “devrim için” eğitim vermesi gerektiğini karara bağlıyorlardı.

İdam sehpasına Marksizm-Leninizm’i selamlayarak yürüyen Deniz Gezmişler’in, düşünceleri gereği, DİSK ve TÖS başta olmak üzere hemen tüm işçi-emekçi örgütleriyle doğal ilişkileri bulunuyordu. Hatta, bu tür örgütlenmelerden yoksun bulunan kır yoksullarıyla dahi bir takım iletişim kanalları yaratılmış durumdaydı. Dev-Genç’in, öğrenci gençliğin örgütlenmesi ve mücadelesinin yanı sıra, grevlerle, toprak işgalleriyle, işçi yürüyüş ve mitingleriyle de yakından ilgilendiği biliniyor.

Gerek gençlik hareketi cephesindeki devrimci örgütlenme ve mücadeleye bu yöneliş, gerek işçi ve emekçi hareketindeki yükseliş ve devrimci gençlik örgütleriyle bu doğal ilişkisi, düzen sahiplerini fazlasıyla huzursuz etmeye yetmiştir.

‘71 darbesi, işte bu koşullarda hazırlandı ve gerçekleştirildi.

Hedef, önderlerini katlederek, örgütleri kapatarak, üyelerini kovuşturarak, devrimci gelişmenin önünü kesmekti.

Denizler bunun için katledildiler.

Ancak; o kısacık ömürlerinde olduğu gibi, idam sehpasına yürürken de sergiledikleri tutumla, son sözleriyle verdikleri mesajla, Onlar, düzenin bu hedefini baştan baltalamışlardı. Bu sözlerde, bu tutumda belirgin biçimde öne çıkan, devrime olan sonsuz inanç ve bu inancın sağladığı müthiş özgüvendir. En küçük bir tereddüt göstermeden, inançları uğruna kendini feda cesaretidir.

Bugün, düşünce ve örgütlenme olarak ne kadar büyük bir mesafe katedilmiş olursa olsun, genç devrimciler için Denizler’den alınacak, öğrenilecek ve devam ettirilecek çok şey var. Öncelikle de onları idam sehpasına dimdik yürüten inanç ve özgüven...