11 Mart 2006 Sayı: 2006/09 (09)
  Kızıl Bayrak'tan
   8 Mart’ın politik başarısı
  Beyazıt’ta fiili 8 Mart mitingi coşkusu
  Ankara Devrimci 8 Mart Platformu’nun devrimci içeriği güçlü etkinliği
  Ankara’da 8 Mart
fiili-meşru bir miting ile kutlandı
Küçükçekmece Emekçi Kadın Komisyonu’nun faaliyetlerinden
  İzmir’de kitlesel 8 Mart
İzmir’de 8 Mart tartışmaları
Mersin’de fiili 8 Mart eylemi
  Köln İşçi-Gençlik Kültür Evi’nde kadın sorunu semineri
  Şemdinli iddianamesinde kirli savaş faaliyetlerinin merkezi olarak
Genelkurmay gösterildi
Ankara’daki işbirlikçiler “arabuluculuk” adına işgalcilerin hizmetinde!
  DİSK yönetiminin “sol parti” girişimi
  Direnişe geçen Has Alüminyum işçileriyle sınıf dayanışmasını
yükseltelim!
  Kadın sorunu ve kapitalizm (Orta sayfa)
   TÜPRAŞ işçisi uyarı eylemleri yapıyor!
   Sağlıkta özelleştirmenin faturası
   Yüce Divan ne işe yarar?
  Göç, emekçiler ve kentsel şiddet/Yüksel Akkaya
  Bush’un Asya gezisi
  Hamas heyetinin Moskova ziyareti
etkisini gösterdi
  İran dayatmalara karşı direnişini sürdürüyor
  İşgalciler kukla hükümet kurmakta
zorlanıyor
  Köln’de neo-nazi karşıtı gösteri
  8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü
kutlu olsun!
  Bültenlerden
  İddianame: Büyükanıt askerlerle çete kurdu
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Göç, emekçiler ve kentsel şiddet

Yüksel Akkaya

Göç, mülksüzleşmenin getirdiği kırın iticiliği ve istihdam olanakları çerçevesinde kentin çekiciliği nedeniyle tüm fantastik düşünce ve önlemlere rağmen, kaçınılmazlaşmakta, tüm olumsuzluklara rağmen, sürmektedir. Gönüllü olmayan, farklı nedenlerle bir zorunluluğun ötesinde bir gereklilik olarak ortaya çıkan göç, kapitalizmin yasalarına uygun olarak, kentlerde de karşılığını bulmaktadır. Ancak, sanayileşme sürecini yaşayan kentlere olan göç ile, sanayileşmeden uzaklaşan kentlere olan göç ve yarattığı sonuçlar da farklı olmaktadır. Zorunlu veya gönüllü olmayarak, bir gereklilik nedeni ile göç edenlerin yerleştikleri kentlerde ve kentlileşme süreçlerinde karşılaştıkları sorunlar ortadan kalkmamakta, sadece dönemlere göre farklılık göstermektedir. Kuşkusuz yaşadığı çelişki ve çatışmalar da...

Fordist üretim biçimi ve birikim rejiminin egemen olduğu, Keynezyen iktisat politikalarının izlendiği “refah devleti” dönemi ile post-fordist üretim biçimi ve birikim rejiminin egemen olduğu, liberal iktisat politikalarının izlendiği ve “asgari geçim devleti” döneminin kentlerinde göç edenlerin ve yoksulluk içinde yaşayanların karşılaştıkları kentsel şiddet de değişmiş, daha da ağırlaşmıştır. Bunun temelinde, önemli ölçüde, günümüz dünyasında giderek ağırlık kazanan kapitalizmin sivriliklerini törpüleyen sosyal politika ve sosyal politikanın araçlarından vazgeçmek yatmaktadır. Kuşkusuz bunda dünün “emek merkezli”, sanayileşmeye dayalı bir kentleşme sürecinden (bu dönemde bile kente damgasını vuran temel belirleyicilerden biri olarak sermaye karşımıza çıkar), bugünün sermaye merkezli, sanayileşmeyi dışlayan, kentleşme sürecine geçişin de önemli payı bulunmaktadır. 1950-1980 dönemini emek merkezli bir kentleşme süreci olarak yaşayan Türkiye, 1980 sonrasını sermaye merkezli bir kentleşme süreci olarak yaşamış, kentsel gerilimlerini de bu temelde biçimlendirmeye başlamıştır. Son dönemin temel özelliği ise yoksulluğun da derinleşip, toplumsallaşarak yaşanmasıdır. Hem göç, hem yoksulluk ise, kente yeni gelenlerin üzerinde kentsel şiddetin derecesini artırmıştır. Her yeni göç beraberinde yeni yoksulluğu ve yeni kentsel şiddeti de getirmektedir. Bu sonsuz göç sürecinde adeta bir “nöbetleşe yoksulluk” ve “nöbetleşe kentsel şiddet” yaşanmaktadır. İlk gelenler, zamanla bu “ağır yükü”, daha “kıdemli olarak”, yeni gelenlere devretmekte, hatta zaman zaman kendileri de kentsel şiddet uygulayıcısı olmaktadır. Bu süreç bir bakıma, emek ile sermaye arasındaki çelişkinin ve çatışmanın, “eski” gelen ile “yeni” gelen arasında inşası gibi çelişkisel bir durum da yaratmaktadır.

Yoğun göçlerin yaşandığı, kentlileşme sürecinin devam ettiği, zenginlerle yoksullar arasındaki gelir dağılımı uçurumunun alabildiğine büyüdüğü, yoksulluğun kitleselleştiği bir dönemde kentsel şiddet ile karşı karşıya kalan “yeni” göçmenlere, yoksullara artık bir yük gözü ile bakılmaktadır. Kuşkusuz bu yaklaşım yeni değildir, kökleri sanayileşme sürecinin başlarına kadar geriye de götürülebilir. Zenginleşen ve “çağdaşlaşan” dünyada 21. yüzyılın eşiğinde yeniden ikiyüz yıl öncesinin politikalarına dönmek, insan haklarının temelleri ile bağdaşmasa gerek.

Kente her yeni göç , “yerli”/”eski” ile “öteki”/ “yeni” olarak sıfatlandırılanlar arasında büyük bir çekişmenin, iş bulmaktan barınma sorununa kadar yeniden yaşanmasına ve üretilmesine yol açmaktadır. Bu çekişmenin/çatışmanın temel belirleyicisi ise genellikle “yerli”/ “eski” olmaktır. Çünkü, her yeni gelen işçi ile işsiz, işsiz ile işsiz arasındaki rekabeti yıkıcı bir şekilde körükleyerek, sermaye cephesi için daha ucuz emek oluştururken, barınma sorunu nedeni ile kent mekanını yeni rant kaynaklarına da dönüştürerek, başka bir çatışmanın da kaynağını oluşturmaktadır. Göç, bu açıdan, bir büyük tehdit olduğundan “tehlikelidir”. Bu nedenle göç edenlere kaygı, kuşku ve biraz da korku ile bakılır. Kuşkusuz bu yaklaşım beraberinde çok boyutlu bir “dışlamayı” da içerir. Bu süreç ise kente yeni göçenlere yönelik gelecekteki “kentsel şiddetin” temel kaynağını oluşturmaya başlar. Çünkü, bir yerde yaşayanların kökenleri çeşitlilik gösterse de, yenilere karşı o yerin kimliği bir özdeşlik yaratır. Bu özdeşlik/kimliğin bir anlam taşıyabilmesi için de o yerin iç ve dış tehditlere karşı savunulması gereken bir değer haline getirilmesi gerekir. “Yerlinin”/ “eskinin”, göç ederek gelen “yeniye”/ “ötekiye”/ “yabancıya” yönelik bu tutumu, yoksul “öteki”de, umutsuz, dışlanmış olanlarda öfke, isyan acımasızlık, başkaldırı, E. Hobsbawm'ın ifadesi ile “olumlu” anlamda “eşkiyalık” gibi tepkilere yol açmaktadır. Öyle ki bu öfke, isyan, acımasızlık, eşkiyalık tepkisi toplumdan dışlanmış olduklarını düşünenlerinkinden daha şiddetli olmaktadır. Geçtiğimiz aylarda yaşanan Paris İsyanı bu türden bir düşüncenin şiddet olarak dışa vurumu olarak da kabul edilebilir.

Kapitalist devletin işleyişine ve devamlılığına dair temel görevlerinden biri iktidarını, meşruiyetini kontrol ettiği mekânlara yerleştirmek ve buna karşılık, muhalif kıpırdanışların kontrolü ele geçirme potansiyelinin en yüksek olduğu mekânları güçten yoksun bırakmaktır. Çünkü güç ilişkilerini yeniden kurma yönündeki her mücadele, bu ilişkilerin mekânsal temellerini yeniden düzenleme yolunda bir mücadele de olmaktadır. Her göç ve yeniden yapılanma, kentteki bu güç dengesinin taşlarının da yeniden yerine oturtulmasını gerektirecektir. Bu bir bakıma statükonun bozulmasıdır. Yeni gelen “yabancının”, “ötekinin”, “göçmenin” yerliden gücü paylaşma istemidir. Kuşkusuz bu istem bir dirence yol açmakta, “yerli” “yabancıya”, “ötekiye”, “göçmene” karşı “kentsel şiddetin” tüm araçlarını hayata geçirmeye başlamaktadır. Bu araçların içinde resmi ve resmi olmayan kurumların yanı sıra, kültürel kimlikten davranış biçimlerine kadar pek çok şiddet aracı yer almaktadır. Bu durum da farklı şiddet türlerini üretmektedir. Bu şiddete karşı, yeni gelenler de başka bir şiddetle karşı koymakta, kendi araçlarını geliştirmektedir. Özellikle dışlanma ve aşağılanma duygusu bu çatışmayı “suç” sayılan davranış biçimlerine itmektedir. Bu çatışma kentlileşme sürecinde, istihdam ve gelir elde etme olanaklarının artmasına bağlı olarak yumuşayarak devam eder; tersi durumda ise oldukça radikal çatışma potansiyellerini bağrında taşır.

Kentleşme süreçlerine bağlı olarak kentlerde artan bu gerilimi, kapitalistler sert polisiye önlemlerle azaltmaya çalışır. Ancak, bu sorunu sert polisiye yöntemlerle ve ceza politikaları ile çözme isteğinin, Engels'in ifadesiyle, bir cinayetten başka bir şey olmadığı açıktır. Kent yoksullarının, gerek yerleşik olanların gerek daha sonra göç ederek gelenlerin, oluşturduğu toplumsal muhalefet potansiyeli işçi sınıfı açısından büyük önem taşımaktadır. Kentin yerlisinden ve formel kurumlarından sürekli olarak fiziksel, ruhsal, kültürel bir baskı gören ve dışlanan bu kent yoksulları biriktirdikleri öfkeyi ilkel tepkiler halinde ortaya koymaktadır. Bireysel olarak ortaya konan bu tepkilerin bir kısmı kendisine yönelik olup, intihar ve benzeri şekillerde dile getirilirken, bir kısmı da aileye yönelik olarak ortaya çıkmakta, gazetelerin üçüncü sayfalarında “cinnet” şeklinde tanımlanmaktadır. Gerek bilinç eksikliğinin gerek örgütsüzlüğün ortaya çıkardığı bu bireysel ve ilkel tepkiler, aslında bu kesimlerin büyük bir muhalefet odağı olduğuna işaret etmektedir.

Genellikle kentlerin “kenar” semtlerinde ortaya çıkan bu muhalefet gecekonduların yıkım sürecinde toplu ama geçici bir muhalefete dönüşmekte, daha sonra bir saman alevi gibi parlayıp sönmektedir. Oysa sınıfsal dinamiklerle birleştiğinde bu muhalefet merkezlerinin önemli kazanımlar elde edeceği gibi, sınıfsal temeldeki mücadeleye de büyük güç katacağı ortadadır. Ne yazık ki bugüne kadar ne bu kesimden ne de işçi sınıfı ve örgütlerinden bu yönde bir birlikteliği sağlayacak önemli bir adım atıldığını söylemek zor görünmektedir. Özellikle gecekondu politikalarının, basit bir barınma hakkı mücadelesi olarak algılanıp, bu kentsel gerilimin yarattığı bir kaldıraç olarak, uzun soluklu bir sınıf mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirilmemesi, sorunu daha da karmaşık hale getirmektedir.

Sanayileşme sürecini önemli ölçüde katetmiş olan pek çok kentte ortaya çıkan bu olgunun en önemli gelişimine on yıl önce kadar Los Angeles, geçtiğimiz aylarda da Paris tanıklık yapmış, kent yoksullarının siyah/göçmen öfkesi günlerce iki kenti kasıp kavurmuş, ama sınıfsal bir temelde olmadığı ve işçi sınıfının örgütlülüğünü de içinde taşımadığı için bir saman alevi gibi parlayıp sönmüştür.

Kapitalizmin vahşi yüzü ile daha açıkça tanışmaya başlayan Türkiye'nin de pek çok kenti benzeri tepkiyi ortaya koyacak bir birikim edinmeye başlamıştır. Özellikle son krizler ile yaşanmaya başlanan yeni yoksullaşma süreci bu süreci daha da hızlandırmaktadır. Bu kesimlerle işçi sınıfının buluşması, onlara yönelik politikaların gelişmesine bağlı bulunmaktadır. Zaten işsiz olarak yoksulluğun pençesinde kıvranan bu kesimin bir işe sahip olup da daha yüksek ücret talebinde bulunan işçileri anlaması zorken, bir de işçiler tarafından da dışlanmışlığı yaşaması bu kent yoksullarını başka alanlara itecektir. Bu durum ise, önemli bir muhalefet potansiyelini içeren ve tepkilerini ortaya koymaya hazır olan sistemden rahatsız olan bir kesimin kaybedilmesinden başka bir anlama gelmeyecektir. Bu potansiyel kaderci ve ırkçı söyleme yaklaşmaktan kaçınmayacak, bu kez de bu tutumu ile işçi sınıfının karşı cephesinde yer alacaktır.

Yukarıda belirtilen nedenlerle, yeni bir eylem sürecine hazırlanan işçiler ve kamu emekçileri bu süreçte kent yoksullarının sorunlarını da mutlaka dile getirmeli, onlarla birlikte hareket etmenin, bütünleşmenin yollarını aramalıdır. G. Afrika ve Brezilya'da bunu gerçekleştiren işçi sınıfı ve örgütleri bu birleşik ve bütünleşik mücadelenin ne kadar önemli olduğunun tarihsel olumlu örneklerini vermiştir. Bunun Türkiye'de de tekrarlanmaması için bir neden bulunmamaktadır. Sorun, bu yönde gösterilecek çabalara ve bu çabaların düzeyine bağlı bulunmaktadır.