ARSIVANA SAYFA
 
27 Ocak '01
SAYI: 04
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Çürümüş ve kokuşmuş düzeniniz er-geç yıkılacak
Yeni bir şovenist histeri kampanyası
Ankara Tabip Odası İnsan Hakları Komisyonu'nun raporu
Gebze Cezaevi'nde yeni bir operasyon hazırlığı mı?
Tahkim yasasını tamamlayan yeni yasalar gündemde
Enerjideki yağma ve soygun örtbas ediliyor!
Enerji krizi sektörün krizi mi?
İstanbul belediyelerinde tensikat saldırısı gündemde
Cengiz Tekstil İşçileriyle Dayanışma Gecesi
Öncü işçi inisiyatifine dayalı girişimleri yaygınlaştıralım!
Tüm Yargı-Sen yöneticileri gözaltında
Kıbrıslı emekçilere saldırı hazırlığı
Kadına karşı şiddet
Direniş,katliam ve sol hareket
Katliam ve direniş/4
Faaliyetlerimiz ve eylemlerimiz sürüyor
Hücre karşıtı muhalefet
Gençlik
Tutsak temsilcileri ile heyetler arasında yapılan görüşmeler/4
Kapitalizm bir yolsuzluklar, hırsızlıklar ve skandallar rejimidir
Nazım vatan hainliğine devam ediyor
Hümanizm mi, iki yüzlülük mü?
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 

Katliam ve direniş/4

H. Fırat
(25 Aralık ‘01 tarihinde verilmiş
bir konferansın kayıtlarıdır...)

Direnişin zamanlaması ve gündeme getirilmesi üzerine devrimci gruplar arasında direnişi önceleyen aylarda zindanda süren bir tartışma var. Bu tartışma gelinen yerde hayat tarafından artık çözülmüştür. Gelişmelerin bugünkü düzeyinde böyle bir tartışma artık anlamını yitirmiş, gerekli olmaktan çıkmıştır.

Direnişçi kimlik bir ortak paydadan çok
bir tarihsel gelenektir

Genel planda ele alındığında, devrimci hareketin direnişçi geleneğine, bu ülke devrimcilerinin devrim davası için gösterdikleri özveriye her zaman kuvvetli vurgular yaptık. Bu nesnel bir durum ve ben de bu nesnel olguyu en sade bir biçimde bir kez daha ortaya koymaya çalıştım. Bu gerçeklik, bütün sadeliği ve sıcaklığıyla, şu günlerde önümüzde ayrıca duruyor.

Bu direnişçi kimliğin bütün akımları şu veya bu ölçüde kesen yanı olmakla birlikte, bu, özellikle gelinen yerde, bütün akımları eşit paydada birleştiren bir özellik değil artık. Dolayısıyla ben, Türkiyeli devrimcilerin direncinden, direnişçi kimliğinden sözederken, hiç de bir akımlar toplamını ortak paydada birleştiriyor değilim. Bunlar iki farklı şeydir. Ben bir direnişçi kimliği, 30 yıldır süregelen bir direnişçi damarı, tarihsel bir nitelik ve eğilim olarak ele alıyorum. Akımlar planında bunun kim tarafından ne ölçüde temsil edildiği ayrı ve tümüyle her dönemin ya da anın somutunda bakılması gereken bir durum ve sorun. Örgütler planında ele aldığımızda, geleneksel devrimci-demokrat akımların önemli bir bölümünün içinden geçmekte olduğumuz özel evrede iyi bir sınav vermediği ortada.

Direnişçi çizginin belirleyici niteliği

Direniş sürecinin gerisinde kalmış ya da dışına düşmüş bu çevrelerle olayların vardığı bugünkü aşamadan sonra bu sorunları tartışmanın artık bir önemi ve anlamı da kalmamıştır. Çatışmanın bugün vardığı noktada bizim muhataplarımız, düşman olarak sermaye iktidarı, desteği alınması gereken güç olarak da işçi sınıfı ve emekçilerdir. Söyleyeceklerimizi onlara söylemeye, derdimizi onlara anlatmaya çalışırız. Sözümüz ve direncimizle düşmanımızın karşısına çıkarız; haklılığımızı, çatışmamızın ve bu uğurdaki fedakarlığımızın anlamını ise emekçi kitlelere anlatmaya çalışırız.

Katliam ve direnişin yarattığı keskin kamplaşma, ortaya çıkardığı net konumlar ve kimlikler, sorunlara böyle bakmayı özellikle gerektiriyor. Dar bir takım tartışmalardan bu dönem özellikle sakınmamız lazım. Herşeye rağmen bu ülkenin mücadeleden yana devrimci ya da sol akımları hangileri ise, direnç cephesini bunlarla birlikte örmek için yine çalışırız ve çalışıyoruz da, bunu yapmak durumundayız. Bu böyle olmakla birlikte, onların bizleri çekmeye çalışacakları darlıklara da hiçbir biçimde düşmemeliyiz. Yineliyorum; hücre tipi saldırısı üzerinden muhatabımız düşman olarak devlettir, etkilenmesi ve desteği kazanılması gerekli güç olarak da emekçilerdir. Yüzümüz düşmanımıza dönük olmalı, çatışmamız onunladır; sözümüz ve çabamız ise emekçilere yönelmelidir, onların sempatisini kazanmak ve desteğini almak durumundayız.

Soruna böyle baktığım içindir ki, sol içi tartışmalar üzerinde durmak istemiyorum. Öyle ya da böyle diyorlar, hiç önemli değil, bunları kaale almamak, işimize bakmak durumundayız. Pratik orta yerde duruyor, süreç orta yerde seyrediyor. Sürecin gerisinde kalanlar ya da dışına düşenler, bunun ezikliği ve ağır sıkıntısıyla yüzyüzeler; elbette bunu bir biçimde telafi etmeye çalışacaklardır, çeşitli kısır tartışmalar yaratacaklardır, çeşitli iddialarda bulunacaklardır. Ama biz izlediğimiz politikanın hayat tarafından bugün toplumu sarsacak sonuçlara yolaçarak doğrulandığına inanıyorsak, bu türden tartışmaları ve iddiaları hiç de ciddiye almak zorunda değiliz. Neticede biz bir direniş çığırı açtık, bugün herkes o çığırda bir biçimde yerini almak ya da tümden dışına düşmek durumunda kalmıştır, izlenecek bir orta yol zaten kalmamıştır. Bu direniş çizgisinin herkesi konumunu ve tutumunu buna göre belirlemek durumunda bırakan bu belirleyiciliği bile, sorunun mahiyetinin gerçekte ne olduğunu tüm açıklığı ile ortaya koyuyor.

Devletin üçlü protokolden beri süren saldırısı

Devletin F tipini hayata geçirmek için gösterdiği şiddetin dozu, sergilediği vahşetin ölçüsü, F tipi saldırısının anlamını ve ciddiyetini bir kez daha ortaya koymuştur. Bu saldırı gündemdeydi ve devlet hazırlığını bütün hızıyla sürdürüyordu. Ulucanlar katliamı ve ardından “Üçlü Protokol” bunun birer adımıydı. “Üçlü Protokol” sonrasında bir dizi cezaevinde yılların kazanımları parça parça gaspedildi.

Ulucanlar katliamının yarattığı uyarıcı etkiye ve F tipine karşı yürütülen kampanyaya rağmen, süreç devrimcilerin aleyhine seyrediyordu, geçen yılın kış ve bahar aylarını kastediyorum. Devlet bir yandan F tiplerinin yapımını hızlandırıyor, onları sürekli kamuoyuna ve kitlelere propaganda edip meşrulaştırmaya çalışıyor, bir yandan da “Üçlü Protokol”le birçok mevziyi peşpeşe gaspediyordu.

Tartışmalar daha o zamandan sürüyordu. Zindandaki yoldaşlarımız, daha o zamandan, bu süreci neden böyle pasif ve edilgen izliyoruz, kazanımlarımız peşpeşe gaspediliyor, buna niçin seyirci kalıyoruz diye tartışıp duruyorlardı birileriyle. Devlet sürekli fiili durumlarla mesafe katediyor, böylece saldırı ve dolayısıyla psikolojik üstünlüğü de elinde tutuyor, adım adım mevzi kazanıyordu. Bir dizi hak gaspediliyor, cezaevi iç yaşamında bir takım mevziler kaybediliyor ve bütün bunlara karşı ciddi bir tutum geliştirilemiyor, ufak tefek protestolar ise sonucu çok değiştirmiyor, süreç akıp gidiyordu.

Burdur saldırısının imkanları ve ötesi

Yaz ortasındaki Burdur saldırısına kadar durum kabaca buydu. Burdur saldırısı, Ulucanlar’ı izleyen yeni bir vahşet örneği idi. İnsanların kafaları parçalandı, kolları kopartıldı, kadın devrimcilere tecavüz edildi. Bu olayın sarsıntısıyla, F tipine karşı birden toplumda önemli bir hava oluştu ve bu gelişmedir ki bize biraz zaman kazandırdı. Burdur öncesine kadarki süreç kötü bir biçimde seyrediyordu; sessizce, derinden, ama tümüyle devletin lehine. Bu süreç Burdur saldırısıyla bizim lehimize beklenmedik bir imkan yarattı. Bu katliam girişimi hızla o güne kadarki hücre karşıtı mücadeleye bir anlam kazandırdı ve Ulucanlar katliamını da yeniden güncelleştirdi. Ulucanlar katliamının teşhiri çerçevesinde yürütülen sürecin önemli bir birikimi sözkonusuydu. Bu birikimin de imkanlarıyla, devlet bir anda cezaevleri ve F tipi üzerinden yaygın biçimde sorgulanır oldu. F tipine karşı yürütülen kampanyaya karşı o güne kadar körleşip sağırlaşanlar, bu meselede nihayet bir şeyler söyler hale geldiler. F tipi toplumda tartışmalı bir hale geldi, burjuva yayın organlarında bile bu meseleyi tartışmakta fayda var diyenler çıktı. F tipi karşıtlığı bir anda kuvvet kazandı.

Ama bunun tuhaf bir sonucu da oldu. Bu gelişme, sonradan direniş sürecinin dışında kalan sol gruplarda anlaşılması güç bir rehavete yol açtı. O güne kadar saldırının püskürtülebileceği konusunda yeterince açık ve tok bir konumda olmayanlar, aynı zayıflığı bu kez dışarının imkanlarını abartarak ve sorunun çözümünü dışarıya havale ederek gösterdiler. Dışarıda mesele işçilere ve emekçilere malolmuş durumda, kamuoyu soruna sahip çıkıyor, çatışmanın ekseni dışarıya kaymıştır, artık bu mesele sokakta çözülür söylemiyle, böylece sözde sorunu genel sınıf mücadelesine bağlayarak, cezaevlerindeki mevcut edilgenliği bu kılıf içinde teorize etmeye başladılar. Bu sorumluluktan kaçış sağcı çizgisinin yeni versiyonundan başka bir şey değildi.

Oysa sorun, somut çatışma ekseni olarak bir cezaevi sorunuydu ve doğrudan devrimci tutsakların sorumluluğundaydı. Devletin hücre saldırısı kapsamlı hedeflere yönelik olsa da, somut biçimiyle, devrimci tutsakların zapturap altına alınması ve böylece onlara boyun eğdirilmesiydi. Böyle bir soruna ilişkin olarak sürmekte olan sürekli saldırı karşısında devrimci tutsakların ortaya bir varlık koyamadıkları bir durumda, dışarıda işçiler ve emekçiler F tipi saldırısına hangi dürtüyle, neden ve nasıl karşı duracaklar, bunu nasıl püskürteceklerdi?

İşçi sınıfı ve emekçiler, bugün için kendilerini en ağır koşullara sürükleyen özelleştirme saldırısı karşısında fazla bir varlık ortaya koyamıyorlar. Düşük ücret politikasını püskürtemiyorlar. Zaten çok sınırlı olan sosyal hakları gaspediliyor, tüm çabalarına rağmen bunu durduramıyorlar. Demokratik haklardan yoksunlar, buna karşı anlamlı bir politik çıkış gerçekleştiremiyorlar. Devletin baskı ve terörünün basıncı altında hareket kabiliyetleri büyük ölçüde sınırlanmış durumda. Bu durumda olan bir emekçi hareketi, kendi sorunlarıyla ilgili ortaya anlamlı bir varlık koyamıyorken, neye göre F tipi gündemine sahip çıkıp devrimci tutsaklar hesabına bu sorunu dışarıda çözecekti ki? Siz devrimci tutsaklar olarak kendi sorununuza etkili bir biçimde sahip çıkacaksınız ki, bu direniş dışarıda da bir etki ve yankı, giderek bir sahiplenme yaratabilsin. Bunu anlayabilmek için birazcık düşünce kabiliyeti kuşkusuz yeterliydi, oysa bazılarının sorunu düşünememekten değil fakat davranamamaktan, davranmak konusundaki aşırı isteksizlikten geliyordu.

Evet, Burdur dışarda tepkilere konu oldu, bir süre için bir kitle desteği yarattı. Ama tekrar ediyorum, Burdur’da devrimcilerin kolu kopmasaydı, devrimcilere tecavüz edilmemiş olsaydı, devrimciler buna rağmen bir direnç göstermemiş olsalardı, dışarıda bu tepki ve destek de oluşmazdı. Siz içerde buna direndiğiniz içindir ki dışarıda az-çok bir destek bulabiliyorsunuz. Bunun böyle anlaşılması gerekir, işin tüm sırrı burada.

Tasfiyeciliğin son yıllardaki tahribatı

Kuşkusuz bu söylenenleri çeşitli grupların izlediği politika yönünden ele almak gerekir. Burada sorun şu veya bu hareketin tabanındaki devrimciler, onların mücadele isteği sorunu değil. Devrimci militanlarda o direnç her zaman şu veya bu ölçüde var, sorun buradan aksamıyor. Sorun, devrimci akımların oportünist politikalarından, tasfiyeci eğilimlerinden, şu son birkaç yıl içerisinde içine düştükleri çok da hoş olmayan durumdan kaynaklanıyor.

Bu açıdan çok da yeni bir şey değil bu durum. Habip Gül bunu katledilişini önceleyen iki sene boyunca döne döne partiye yazıp durdu. İçeriye korkuç bir tasfiyecilik pompalandığını, özellikle o dönem PKK’nın kuyruğuna takılmış bulunan akımların onunla aynı zindan politikası çizgisinde edilgenleştiğini vurgulayıp duruyordu. Kaldı ki, redaksiyon müdahaleleriyle hayli yumuşatılmış biçimde de olsa, bunlar yoldaşın zindanları konu alan birçok yayınlanmış yazısında da var.

Bu türden bilgi ve gözlemler içerden partiye son bir yıldır ayrıca akıyor. Burdur saldırısından sonra yoldaşlarımız içerideki zayıflıkları o dönem yayınlanması uygun bulunmayan ağır değerlendirme ve eleştirilere konu ediyorlardı. Burdur olayının dışarıda yarattığı etki ve heyecanın içerideki zayıflığı örttüğünü hatırlatıyor ve yanlış hesap yapmamak için bu zayıflığın görülmesi gerektiği konusunda uyarıda bulunuyorlardı. Burdur’da insanların kolları kopartılırken, devrimci kadınlara tecavüz edilirken, içerde kıyamet kopmalıydı; oysa birçok cezaevi bunu sessizlikle ya da olağan dönemlerdeki cılız protestolarla karşıladı; bu, bir takım akımların bu konuda izlediği oportünist politikaların cezaevlerini bir biçimde etkisi altına almasından kaynaklanıyor vb. görüşler ileri sürüyorlardı.

Bu oportünist ve zehirleyici bir politikaydı. Bazıları Burdur’daki katliama dışarıdan gösterilmiş geçici bir tepkiyi avuntu sayıyorlar, buna dayanarak mücadelenin ekseni artık dışarı kaymıştır, diyorlardı. Bugün için sabırla beklemek, ancak görev zorunlu olarak devrimci tutsaklara düştüğünde, yani hücre saldırısı fiilen gerçekleştiğinde harekete geçmek türünden bir belirsizliğin ve edilgenliğin teorisini yapıyorlardı.

Ama beklenebileceği gibi, Burdur olayı çok çabuk gündemden çıktı, ortalık sakinleşti. Hücre karşıtı mücadele bir kez daha tutsak yakınlarının oluşturduğu o son derece dar ve sınırlı çevrenin omuzlarına kaldı. Ve cezaevlerinde Burdur saldırısıyla geri adım atan, gözboyamak için 16. maddeyi değiştireceğim, şunu yapacağım bunu yapacağım diyen devlet, gerçekte, cezaevlerine yönelik saldırısını fiili planda bütün şiddetiyle sürdürdü. Çeşitli yerlerde hak gaspları, gerginlikler, bir takım yeni saldırılar gündemdeydi, bunlar yaşanıyordu. Bergama’dan Buca’ya ağır bir saldırı altında götürülen tutsaklar, haftalardır adeta toplama kampı koşullarında tutuluyorlardı vb. Ve bütün bu yapılanlara karşı içerisi hareketsiz, dışarısı ise sessizdi. Dönün o günlerin devrimci basınına bakın, bu tablonun yansıdığını görürsünüz.

Saldırıyı direnişle göğüsleme zorunluluğu

Doğal olarak, içeride tartışmalar yeniden yoğunlaştı. Hücre karşıtı mücadelenin Ulucanlar ve Burdur’un yarattığı etkiden de yararlanarak yeniden canlandırılabilmesi için, devrimci tutsakların kendilerine yönelen bu saldırıya karşı önden harekete geçmesi, süreci bir karşı saldırıyla, somutta direnişle göğüslemesi gerektiği düşüncesi ortaya atıldı. Ayak sürüyen çevreler buna ısrarla yanaşmadılar. Bu tartışma bir yere kadar sürdü, bir yerden sonra, bu akımların niyeti konusunda direniş yanlısı gruplarda son derece kötü bir izlenim oluştu. Bunlar ipe un sererek, bu süreci edilgenlikle götürmek istiyorlar, biçiminde bir izlenimdi bu ve yoldaşlarımızın partiye o günlerde ulaştırdıkları değerlendirmelerde bu yargı net bir biçimde formüle ediliyordu.

İpe un serenlerin söyledikleri özetle şuydu; F tipleri daha hazır değil, devlet saldırıyı zaten bu yüzden erteliyor, bekleyelim, saldırı geldiği zaman göğüsleriz. Oysa saldırı geldiği zaman, bugünkü katliamın da gösterdiği gibi bir oldu bitti şeklinde gelecekti ve etkili bir karşı tutum için geç kalınmış olacaktı. İşte bugün gördüğünüz türden bir saldırı, bir katliam olacaktı. Siz buna tümüyle hazırlıksız yakalanmışsanız, önden ortaya koyacağınız bir direnişin olanaklarıyla kamoyunu ve kitleleri buna gereğince hazırlamamışsanız, kendiniz hazırlıksızsanız, bir direniş sürecinin ateşi içerisinde gerekli gücü ve direnci biriktirmemişseniz, sonuçta saldırı bir oldu bitti olacaktı ve şimdi gösterilen türden bir direniş asla gösterilemeyecekti.

En ufak bir kuşku duyulmamalı bundan. Bugünkü sarsıcı direniş, iki aydır mayalanan zemin üzerinden gösterilen, gösterilebilen bir direniştir, kimsenin bu gerçeği anlamazlıktan gelmeye hakkı yoktur. İki ay süresince bu mesele toplumun gündemine konuldu, tepkiler kitlesel bir hal kazandı, solda dikkate değer bir hassasiyet ve toparlanma yaşandı. Tabipler odasından mimar ve mühendisler odalarına, barolara kadar birçok kuruluş hücre karşıtlığında aktif bir tutuma yöneldi. Türkiye’nin her tarafında açlık grevlerini, ölüm oruçlarını destekleme platformları oluştu, en ücra yerlerde bile. Devrimci ve sol akımlar olarak şu dönemde İMF karşıtı bir eyleme 5 bin kişiyi bile çekemez durumdayken, Ankara’da 7-8 bin kişilik F tipi karşıtı eylem gerçekleştirmeyi başardık. Bütün bunların mayaladığı bir direnç ve moral ortamının üzerine gelen faşist katliam saldırısı işte bugünkü görkemli direnişle karşılanabildi. Bundan dolayıdır ki tüm vahşete rağmen direniş kırılamadığı gibi genelleşti.

Sonuç olarak biz, devletin saldırısı ani bir baskın halinde gelmeden, bunu direnişle ve ona eşlik eden iki aylık etkin bir ön çalışmayla karşılamış olduk. Bugün özel savaş medyasının yarattığı o toz dumana, tüm dezenformasyona, tüm psikolojik savaşa rağmen, F tipi ile ilgili gerçekler en azından bu toplumun ilerici katmanlarına anlatılmış ve onların desteği alınmıştır. Katliam sonrası açıklamalarında birçok kuruluş bir kez daha F tipinin ne demek olduğunu bütün açıkılığı ile ortaya koymaktadır.

Sonuçta direniş çizgisi bütünüyle doğrulanmıştır, bu konuda herhangi bir tartışma şu günden sonra artık tüm anlamını yitirmiştir.

Direniş ekseninde büyüyen dalga

Saldırı önden direniş ekseninde bir hazırlıkla karşılanmalıydı ve yapılan bu oldu. Devletin saldırısına, karşı saldırı anlamına gelen bir direnişle; önce Açlık Grevi ve ardından Ölüm Orucu’yla yanıt verildi. Bu iki aylık yoğun bir politik faaliyet ve eylemlilik süreciydi. Nitekim en edilgen sol kesimler bile bu sürece bir biçimde katıldı, görüş ve tutum açıkladı, taraf oldu, yer yer eylemli davranışlar gösterdi. Çeşitli sendikalar ve kitle örgütleri tutum açıkladılar, belirli etkinlikler gösterdiler. Basında bir kısım yazarlar F tipi gerçeğini şu veya bu yönüyle dile getiren yazılar yayımladılar.
Bütün bunların hepsinden önemli olarak, bu direniş ülke çapında bir sol toparlanmaya yol açtı. İlerici sol güçler edilgen ve dağınıktı, güçlerini birleştiremiyor, sokağa çıkamıyorlardı. Direnişin birleştirici ekseninde kendi aralarında yakınlaştılar, daha etkin biçimde sokağa çıkmayı başardılar. Devrimcisinden reformistine, kitle çizgisi izleyeninden maceracısına kadar bütün sol akımlar çeşitli yerlerde hücre karşıtı platformlarda ve eylemliliklerde buluştular. Samsun’undan Antalya’sına, Edirne’sinden Van’ına kadar... Aydın ve sanatçı girişimleri oluştu, öğrenci gençlik hareketi direnişten aldığı moral güçle etkin bir hücre karşıtı faaliyete girişti. Kürt yurtsever emekçi kitleleri, direniş sürecinin etkisiyle Türkiye devrimci hareketine yeniden yakınlaştılar, sempati ve desteklerini gösterdiler, vb., vb.

Özetle direnişi destekleme girişim ve etkinlikleri adeta bir sol cereyana dönüştü ve gerici düzen cephesini en çok rahatsız eden de zaten bu oldu. Mesele devrimci tutsaklara karşı bir esneklik ya da taviz sorunu olmaktan çıktı; devrimci tutsakların gösterdiği direnç ve bu eksendeki toparlanma üzerinden ilerici devrimci güçlerin moral kazanması, toplum nezdinde kendini daha etkin biçimde göstermeye başlaması halini aldı. Bugün devrimcilere yönelen bu korkunç şiddetin gerisinde aynı zamanda bu var, aynı zamanda o dalgayı ezmek var. Bu toparlanma sürecine bir müdahale var ve bu müdahale doğrudan devletin karanlık doruklarından geliyor.

Direnişin alternatifi belirsizlik içinde bekleyişti

İki aylık süreç, Açlık Grevi ve Ölüm Orucu süreci, deyim uygunsa hücre saldırısına karşı ilerici devrimci güçleri silahlandırdı; bilinç ve moral olarak, etkinleşme ve toparlanma, yakınlaşma ve bütünleşme olarak... Biz devrimciler kendi güçlerimizi direniş süreci içinde gelmekte olan saldırıya hazırlamış olduk. Bundan dolayıdır ki, saldırı olduğunda anında Taksim’e önemli kalabalıklar çıkabildi, Ankara’da katliamı protesto için saatlerce süren çatışmalar olabildi.

Gelmekte olan saldırı Ölüm Orucu Direnişi’yle ve bu eksende başarılan toparlanma ile karşılanmamış olsaydı ne olurdu? Bugün bu sorunun yanıtı çok daha açık ve somuttur. Bilindiği gibi F tiplerinin yapımı bütün hızıyla sürüyordu. Tantan’ın açıklamasına göre, bir yıldan fazla bir süredir maketler üzerinde saldırının planları yapılıyordu. Sonuçta günü geldiğinde bu plan uygulanacak ve bu beklenmedik bir anda gelen bir saldırı olacaktı. O saldırıya karşı ne devrimci tutsaklar bu çapta bir direnci, bugünkü moral güç ve toparlanmayı gösterebilecekti, ne de dışarıda bu düzeyde bir duyarlılık olacaktı.

Saldırı sizi bekleyiş ve belirsizlik içinde geçen 3-5 ayın ardından hazırlıksız olarak yakalayacağına, hazırlıklı olarak girdiğiniz bir sürecin ardından varsın Ekim’de, Kasım’da yakalasın. Sonu eğer sert bir kavgaysa, siz ona hazırlanın, çatışma varsın daha önce olsun. Pasif geçecek bir 3-5 ay, bekleyişin yarattığı iç zayıflama dışında bize ne kazandırabilir ki? Oysa biz iki ayın içerisine iki yıllık bir çalışma ve mücadelenin etkisini sığdırdık. Belirsiz ve pasif bir bekleyiş, çürütücü bir edilgenlik içinde geçen 5-6 ay yerine, etkin geçen 5-6 hafta çok daha değerli, anlamlı ve işlevseldir devrimci politik mücadelede. Olay bundan ibarettir, sorun bu kadar basittir.

Direniş af oyununu da bozdu

Bütün bir af saldırısı buna endeksleniyordu, bu sinsi saldırı da direniş sayesinde boşa çıkarıldı. Önce ellerine ayaklarına dolandı, Çankaya’dan meclise geri döndü. Sonuçta öyle bir durum ortaya çıktı ki; tam da katliam döneminde, vahşi bir sürek avıyla tutsak devrimcilerin kıyımdan geçirildiği bir sırada, kendi deyimleriyle hırsızlar, tecavüzcüler, katiller, serseriler affedilmiş oldu. Bu öyle çıplak bir tablo oluşturuyor ki, bir Alman haber kanalı haberi verirken, “bütün kriminal unsurlar affedilirken, politik tutuklular dışında bırakıldı” diyordu. Bu, bu rejimin kimliği konusunda yalnızca bu ülkenin emekçilerine değil, ilerici insanlığa da muhakkak ki bir şeyler anlatıyordur. Politik tutsakları katliama dönüşen bir sürek avıyla hücrelere doldurmaya çalışan bir rejim, aynı anda katilleri ve hırsızları bırakıyor. Siz bunun toplumun vicdanına değmediğini, bu rejimin konum ve kimliğine ayna tutmadığını sanıyor musunuz? “Afiş asan gençler” üzerine sermaye kalemleri tarafından bile yeri geldiğinde kullanılan söylem boşuna değil herhalde; toplumun vicdanı bir yerlerinden sızlıyor da, çoğu satılık bu adamlar bile kalkıp bunun etkisiyle bu çarpıcı çelişkiyi arada dillendirmek durumunda kalıyorlar.

Gerçekten de tablo çok çarpıcı: Bir tarafta, salt devrimci politik çalışmadan dolayı tutuklanmış, işkenceden geçirilmiş, 12 küsur yıl ceza almış gencecik insanlar içeride kalıyor. Öte tarafta, kuşkusuz temelde bu toplumun yarattığı sorunların bir ürünü olarak, ama sonuçta her türlü pis, kirli, kanlı işe bulaşmış insanlar serbest bırakılıyor. Kanlı katilinden büyük hırsız ve dolandırıcısına kadar... Bu tablo pek hoş ve açıklayıcı bir tablo rejim payına. Bu rejimin iç yüzünün sergilenmesi bakımından bundan daha çarpıcı bir resim zor bulunur. Affa karşı çıkanlar bile, çok açık bir biçimde, devlet çok affetmek istiyorsa önce kendine karşı işlenen suçları affetsin demiyorlar mıydı? Bu bile bir şey anlatıyor.

Af onlara, düşmanlarımıza bir kolaylık sağlamadı, sadece maskelerini düşürdü. Devlet, binlerce adli suçluyu, kendisinin hırsız, katil, tecavüzcü bilmem ne dediği onbinlerce adli suçluyu sokağa bıraktığı bir sırada, bir avuç devrimciyi önce katliamdan geçirdi, sonra da F tipi işkencehanelere doldurdu. Bu, bu devletin ve bu düzenin iç yüzünü göstermek bakımından gerçekten çok çarpıcı bir tablo. Ve bu şu demektir; devletin af oyunu direnişin sert duvarına çarparak geri tepti, sonuçta hiçbir işe yaramadı, devlete hiçbir siyasal yarar sağlamadı, tersine onu teşhir eden, maskesini düşüren bir rol oynadı.

Bazı sermeye kalemleri bunu açıkça söylüyorlar da. Güngör Mengi, F tipini en hararetli biçimde destekleyen bu aşağılık adam; bu affın bir gerekçesi zaten yoktu, bu, F tipine geçişi kolaylaştırmak için gündeme getirilmiş bir bahaneydi; bugün F tipi başka biçimde zaten hayata geçirildiğine göre, artık bu affın herhangi bir bahanesi de kalmadı, dolayısıyla bu af boşuna çıktı, diye yazdı katliamın hemen ardından. Biz 40 bin mahkum insanı 2 bin devrimciyi hücrelere sokmak için serbest bırakıyorduk, ama bunu katliamla yaptığımıza göre affı boşuna çıkarmış olduk demeye getiriyor bu sözleriyle.

Bunlar devletin af taktiğinin boşa düşürüldüğünün, dahası onun için bir soruna dönüştürüldüğünün bir göstergesidir.