ARSIVANA SAYFA
 
27 Ocak '01
SAYI: 04
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Çürümüş ve kokuşmuş düzeniniz er-geç yıkılacak
Yeni bir şovenist histeri kampanyası
Ankara Tabip Odası İnsan Hakları Komisyonu'nun raporu
Gebze Cezaevi'nde yeni bir operasyon hazırlığı mı?
Tahkim yasasını tamamlayan yeni yasalar gündemde
Enerjideki yağma ve soygun örtbas ediliyor!
Enerji krizi sektörün krizi mi?
İstanbul belediyelerinde tensikat saldırısı gündemde
Cengiz Tekstil İşçileriyle Dayanışma Gecesi
Öncü işçi inisiyatifine dayalı girişimleri yaygınlaştıralım!
Tüm Yargı-Sen yöneticileri gözaltında
Kıbrıslı emekçilere saldırı hazırlığı
Kadına karşı şiddet
Direniş, katliam ve sol hareket
Katliam ve direniş/4
Faaliyetlerimiz ve eylemlerimiz sürüyor
Hücre karşıtı muhalefet
Gençlik
Tutsak temsilcileri ile heyetler arasında yapılan görüşmeler/4
Kapitalizm bir yolsuzluklar, hırsızlıklar ve skandallar rejimidir
Nazım vatan hainliğine devam ediyor
Hümanizm mi, iki yüzlülük mü?
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 

Direniş, katliam ve sol hareket/1

H. Fırat
(06 Ocak ‘01 tarihinde verilmiş
bir konferansın kayıtlarıdır...)

Katliam saldırısı devrimci propagandayı doğrulamıştır

Rejim için politik bedeli ağır bir saldırıya girişmek kolay bir karar değildi herhalde. Ama bu kararı verdiler ve bu katliamı yaptılar. Bunun bir anlamı var kuşkusuz. Dört duvar arasında bulunan insanlara yönelen ve onlarca insanın öleceği önden kesin olan bir operasyonu göze alabilecek bir gözü dönmüşlükle hareket etmek, rejimin durumuna ışık tutuyor. Bunun gerisinde bugün artık herkesin görüp anlayabileceği bir açıklıkla ortaya çıkmış bulunan bazı temel gerçekler var. Sınıf ve kitle hareketinin bugünkü geri düzeyinde hapishanelere doldurduğu birkaç bin devrimciye boyun eğdirmek, bu rejim için demek ki bu kadar önemli. Demek ki rejim gerçekten bu kadar çaresiz. Katliamın açığa çıkardığı en temel gerçek bu.
Faşist katliam saldırısı, devrimcilerin ortaklaştığı genel değerlendirmeyi de kendi cephesinden bir kez daha doğrulamıştır. F tipi saldırısını işçilere ve emekçilere anlatmaya çalışırken bizim devrimciler olarak söylediğimiz şuydu: Düzenin devrimcilere yönelik hücre saldırısının gerisinde, gerçekte toplumsal muhalefeti teslim alma niyeti ve hesabı var. Toplumsal muhalefeti dizginlemek, işçi sınıfının ve emekçilerin mücadele istek ve cesaretini kırmak için, öncelikle, toplumsal muhalefetin en ileri, örgütlü, diri ve bilinçli kesimi olan devrimcilere boyun eğdirmek istiyorlar. F tipindeki ısrarın gerisinde tam da bu var. Hücre saldırısının başarısı üzerinden genel devrimci harekete vuracakları bir darbenin toplumsal muhalefet üzerindeki etkisini çok iyi biliyorlar ve bu bilinçle hücre saldırısında bu denli ısrar ediyorlar.

Bu ülkede, faşist 12 Eylül darbesinden itibaren uygulanan tüm baskı, terör ve işkenceye, gerçekleştirilen tüm katliamlara rağmen, 20 yıldır zindan cephesinde devrimcilere boyun eğdirilememiş olması, dahası bu alanda direniş geleneğinin zaman içinde hep büyütülüp güçlendirilmiş olması, tam da bu sayede, devrimci hareketin kendisi için olduğu kadar şekillenmekte olan ilerici devrimci toplumsal muhalefet için de bir güç ve moral kaynağı olması, karşı-devrim cephesi için önemli bir sıkıntı kaynağı olageldi. Önlerinde 12 Eylül deneyimleri var, baskı ve işkenceyi uygulayarak boyun eğdirdikleri örgütlerin politik akıbetlerini biliyorlar, bundan çıkardıkları sonuçlar var. Özellikle ileri kadroları üzerinden içeride boyun eğdirdikleri ve sindirdikleri yapıların, daha sonra ve dışarıda politikada ehlileşme sürecini yaşadıklarını, tasfiyeciliğe kaydıklarını, mücadeleye olan bağlılıklarını yitirdiklerini görüp yaşadılar, bundan çıkardıkları sonuçlar var. Önlerinde böyle bir deneyim var, bu deneyimi hesaba katarak hareket ediyorlar. İçerideki devrimci kadroları sindirmeyi ve teslim almayı başarabilirlerse eğer (ki bunların çoğunun devrimci hareketin ileri-seçkin kadroları olduğunu da çok iyi biliyorlar), bu yolla dışarıda devrimci harekete de büyük bir darbe vuracaklarını, devrimci harekete vurulacak bir darbenin ise toplam mücadeleye bir darbe anlamına geleceğini çok iyi biliyorlar. Bunu böyle değerlendiriyorlar, F tipi saldırı projesinin gerisinde böyle bir bakışaçısı var.

Tam da bu nedenledir ki, sorunu ilerici kamuoyuna ve kitlelere anlatmaya çalışırken, burada sözkonusu olan işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesidir, işçi-emekçi hareketinin geleceğidir diyorduk biz. Katliamın baş planlayıcılarından olan Tantan, katliam operasyonunun hemen ardından, bununla terör örgütlerine büyük bir darbe vurulmuştur diyor. Dikkat ediniz, burada bir genelleme yapılıyor. Katliamın ve hücrelerin içeriden çok dışarıda yaratacağı sonuçlara işaret ediliyor. Tantan sözleriyle, içeride devrimci tutsakların mevzilerini gaspetmiş olmayı, fakat operasyonla genelde devrimci harekete büyük bir darbe vurulduğu iddiasını öne çıkarıyor. Böylece, her zamanki patavatsızlığıyla, bu katliamın neden gerçekleştirildiğini de bütün açıklığıyla ortaya vuruyor.

İşte bütün bunlar bizim değerlendirmelerimizin, bu doğrultuda emekçi kitlelere yönelik olarak yaptığımız teşhir ve propagandanın bir doğrulanması. Türkiye’nin kapitalist düzeninin ağır bir imaj sorununun olduğu, bir sürü şaklabanlıkla uluslararası kamuoyuna ve kendi toplumuna rejimin imajını başka türlü göstermek için bunca çabanın harcandığı bir evrede, kalkıp böyle bir katliam yapmalarının, bunun bütün bir siyasi sorumluluğunu göze almalarının gerisinde de zaten bu var. İçerideki direnç ile dışarıda toplumsal muhalefetin genel direnci arasındaki rezonansı, etkileşimi, ilişkiyi onlar yılların deneyimi ile çok iyi biliyorlar. Kaldı ki bunu son Açlık Grevi ve Ölüm Orucu süreci içerisinde de bir kez daha tüm açıklığı ile gördüler.

Direşin sarsan ve toparlayan gücü

Sonradan Ölüm Orucun’a dönüşen Açlık Grevi direnişini üç devrimci parti başlattı. Bu dış görünüm olarak zayıf bir başlangıçtı; böyle algılanmaya son derece müsaitti, zira dışarıdan bakana kaba bir bölünmüşlük tablosu sunuyordu. Devrimci örgütlerin çoğu bu direnişe katılmamışlardı ve bu gerçekten iyi bir görüntü değildi, belki bunu bir parça direnişçi tutsak sayısının çokluğu dengeliyordu.

Buna rağmen ve suskunluk fesadıyla geçirilen ilk bir ayın ardından, özellikle direnişin Ölüm Orucun’a çevrilmesiyle birlikte, direnişin, ülke çapında ve kuşkusuz daha çok da toplumun bir parça sol bilinci ve sol duyarlılığı olan ilerici katmanları içerisinde, büyük bir sarsıntı yarattığını biliyoruz. Türkiye’nin dört bir tarafında, hücre karşıtı platformlar ya da Ölüm Orucu Direnişi’ne destek platformları hızla yeniden oluştu ve yaygınlaştı, birçok yerde belli birleşik örgütlenmeler ortaya çıktı. Öyle yerler oldu ki, radikal devrimci örgütlerden CHP’nin yerel örgütlerine kadar çok geniş bir sol yelpaze yer alabildi oluşan platformun içinde. Direniş toplumun ilerici kesimlerinde çok uyarıcı bir etki yarattı, onlara büyük bir moral verdi, güven ve inançlarını tazeledi. Bu kadar çok sayıda tutsak devrimcinin Ölüm Orucu Direnişi içerisinde olması, daha geniş bir kesiminin Açlık Grevi direnişini sürdürmesi, uzun zamandır sindirilmiş ve bu sindirilmişliği üzerinden atamayan sol potansiyel üzerinde önemli dalgalanmalar yarattı ve bu birçok belirti ile dışarı vurdu. Rejim de kuşkusuz tüm bu belirtileri değerlendirdi, bundan kendi tutum ve davranış çizgisine ilişkin sonuçlar çıkarttı.

İçerideki direncin, örgütlü devrimci güçlerin teslim alınamamasının bu ülkenin ilerici devrimci güçleri için olduğu kadar işçi ve emekçi hareketi için de nasıl bir güç ve moral kaynağı olduğunu, rejimin kendi 20 yıllık deneyimi üzerinden iyi bildiğini söylemiştim. Rejim bunu aynı zamanda bu iki aylık direniş üzerinden de bir kez daha çok somut olarak gördü. Zindan direnişi, kapsamlı hesaplara dayalı bir saldırıya karşı, cepheden bir meydan okumaydı; bu meydan okumanın nasıl büyük bir dalgalanma yarattığını, nasıl bir moral ve toparlanma yarattığını gördüler. Ve zaten, eğer sürecin önünü bu biçimde kesmemiş olsalardı, gerçekten de zindan direnişi gerek Türkiye’deki sol hareketin toparlanmasında, gerekse toplumsal muhalefetin kendini ortaya koymasında yeni bir dönemin başlangıcı olabilecekti.

Devletin adım adım hazırlanan karşı saldırısı

Bundan korktular, bunun kaygısını duydular. Vahşet ve katliam pahasına bu başlangıca izin vermek istemediler. Direniş rejimin kendi içinde de belli sarsıntılar, bazı görüş ayrılıkları yaratacak kadar güçlüydü. Ama rejimin kilit odakları, direnişe alınacak tavır konusunda çok net bir tutum içerisinde olduklarını, sonuçta gerçekleştirdikleri katliamla gösterdiler. Direnişe desteğin hızla büyüdüğü, yayıldığı bir dönemin ardından, 9 Aralık’ta Genelkurmay Başkanı Bülent Ecevit’le çok özel bir görüşme yaptı ve bu görüşmede hükümete ültimatom, hatta bir muhtıra verildiği üzerine söylentiler çıktı. 9 Aralık’ta tam ne olduğunu henüz bilmiyoruz ama, bu görüşmenin hemen ardından kapsamlı bir karşı saldırının başlatıldığını biliyoruz. Medyanın karşı saldırı için harekete geçirilmesi ve birbirini izleyen bir dizi olay ve provokasyon bunu somut olarak gösterdi. 9 Aralık’ta görüşme oldu, 10 Aralık’ta medya üzerinden karşı saldırı başlatıldı, sokakta bir kez daha yargısız infazlarla genç insanların beyni dağıtıldı, 12 Aralık’ta polis öldürme provokasyonu gerçekleşti ve bunu faşist it-kopuk sürüsünden oluşan çevik polis güruhunun azgın gösterileri ile Ankara’daki polis-faşist çeteler terörü izledi. Bu arada, Adalet Bakanlığı’nın direktifi ile DGM basına sansür koydu, direniş bir kez daha suskunluk fesadı cenderesine alındı. Bazı dekanlara zorla besleme açıklaması yaptırıldı ve kirli medyanın en önemli kalemlerine müdahalenin tam zamanıdır çağrıları yazdırıldı. Sonrası, göstermelik ve aldatmacaya dayalı görüşmelerin tümden kesilmesi, kaba tehditlerle tırmandırılan gerilimin katliamın gerçekleştirilmesi ile noktalanması oldu.

Özetle 9 Aralık’ta startı verilen, devletin bir karşı saldırısıydı; medya da en etkin biçimde kullanılarak bu saldırı tırmandırıldı, adım adım belli bir yere getirildi ve ardından son halka olarak operasyona bağlandı.

Devam etmeden önce, özel ve hassas bir konuda bir şeyler söylemek durumundayım. 12 Aralık’taki polis öldürme provokasyonu dedim; bunu ilk kez söylemiyoruz, bunu basınımızda da, sürmekte olan eylem birliğine zarar vermemeye özen göstererek, ama daha baştan bu açıklıkta ifade ettik. Eylemi sahiplenenleri, bu eylemin gündeme getiriliş tarzını, buradaki karar mekanizmasını incelemeye davet ettik, bunun ihmal edilemez bir sorumluluk olduğunun altını çizdik. Bu çağrı tüm yakıcılığını hala da koruyor. Zira bu eylem, mantığı, zamanlaması ve sonuçları bakımından tam bir provokasyon eylemi olmuştur. Bu eylemle hava bir anda zehirlenmiş, devletin karşı saldırısını güçlendirmesine uygun bir zemin ve atmosfer oluşmuştur. Genç insanların sokakta afiş asarken parçalanan beyinleri üzerinden faşist vahşet sorgulanacağına, bir kez daha ortalığı “terör” ve “teröristler” üzerine bir karşı-devrimci psikolojik saldırı dalgası kaplamıştır. Bununla zindan direnişi tecrit edilmeye, dışarıda büyüyen destek terörize edilerek kırılmaya çalışılmıştır. Bu eylemle aynı günlerde, tam da aynı amaca yönelik irili-ufaklı başka provokasyonlar da yapıldı, yapılış tarzları yönünden bunların hepsi kontr-gerilla kaynaklıydı. Bir kısmı basına yansıyan bu provokasyonlar polis olayının ardından çok da ilgi çekmedi, zira polis eylemi gerekli yararı fazlasıyla sağlamıştı.

Şu ana kadar söylediklerimle altını çizmek istediğim gerçeği kısaca yeniden özetlemek istiyorum: Rejim, devrimci hareketin genel direncinin, özellikle de zindanlardaki direncin Türkiye’deki toplumsal mücadelenin bugünü ve geleceği açısından ne ifade ettiğini çok iyi biliyor. Çok iyi biliyor bunu, bunun anlamını, etki ve sonuçlarını çok iyi değerlendiriyor. Bunun böyle olduğunu yıllardır cezaevlerine karşı izlediği politika ve uyguladığı sistematik saldırılarla zaten gösteriyor. Son dönemin F tipi projesiyle, bu projeyi bir devlet politikası olarak gündeme getirip özel bir ısrarın konusu etmesiyle, bunu ayrıca göstermiş oldu. Artı, son olarak bunu, tam bir faciaya dönüşeceği önden belli olan bir katliama başvurma cüretini, bu gözü dönmüşlüğü göstererek, bir kez daha ortaya koydu.

Bu olayın kendisi, öte yandan, Türkiye’nin tüm ilerici, devrimci, işçi sınıfından ve emekten yana kesimlerinin önüne, zindan meselesine, dolayısıyla bugün zindanlarda hala sürmekte olan direnişe nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda da açık bir tablo koyuyor. Demek ki gerçekten bu mesele öyle basitçe devletle devrimciler arasında bir inatlaşma sorunu değil. Artık herkes tarafından anlaşılmış olmalıdır ki, bu saldırı doğrudan Türkiye’deki toplumsal muhalefeti, bunun temsilcisi olan tüm ilerici devrimci güçleri hedefliyor.

Geride kalan yılı aratacak yeni bir saldırı yılı

Bunu doğrulayan bir başka temel boyuta geçmek istiyorum. Katliam yeni yılın hemen öncesinde gerçekleşti. Düzen kalemlerinin ve sermaye sözcülerinin geride kalan yıla ve yeni yıla ilişkin değerlendirmelerini günlük burjuva basından izliyorsunuzdur. Tüm değerlendirmelere tam bir karamsarlık hakim. Üstelik sadece geride kalan yıl için değil, fakat girmekte olduğumuz yıl için de. İçlerinden bazıları “Çabuk geç 2001 yılı” diye başlık atıyorlar ve yeni yılın daha şimdiden kaybedilmiş bulunduğunu açık açık söylüyorlar.

Düzenin en akıllı adamları, örneğin 12 Eylül’ün dışişleri bakanı ve rejim açısından oldukça itibarlı bir diplomat olan ve bugün akıl hocalığı görevi üstlenen İlter Türkmen, geride kalan yıl için, “İtiraf etmek gerekir ki 2000 yılı bir hüsran yılı oldu”; bu yıla çok iyimser olarak başlamıştık, ama onu tam bir hüsranla geride bırakıyoruz, diyebiliyor. Yazısını, 2001 yılı için perspektiflerin de içaçıcı olmadığını vurgulayarak noktalıyor (Hürriyet, 28 Aralık ‘00).

Yeni Binyıl gazetesi, “Çabuk geç 2001 yılı”, diye başlık atıyor (31 Aralık ‘00). Boşuna değil, zira 2001 yılında 2000 yılını aratmayacak daha ağır bir İMF reçetesi uygulanacak. Katliamı bir gün önceleyen “Ek niyet mektubu” bu anlama geliyor. Ücretler ve maaşlar daha da düşürülecek, üretici köylüye düşük taban fiyatları dayatılacak, işsizlik yaygınlaştırılacak, sosyal harcamalar iyice budanacak, kamu çalışanları içerisinde toplu temizlik yapılacak, en kritik sektörler üzerinden özelleştirme yaygınlaştırılacak, vb., vb.

Bütün bunları ben söylemiyorum, “Çabuk geç 2001 yılı” diye başlık atan sermaye medyası söyleyip sıralıyor bunları. Yatırımların ertelenmesi, iflasların ve tasfiyelerin artması ile süren bu liste, “Ek niyet mektubu”nun basit bir dille anlatımı da oluyor. İMF’ye 18 Aralık’ta, katliamdan sadece 24 saat önce imzalanarak verilen “Ek niyet mektubu”nda yer alan hususların maddeleştirilmiş anlatımı oluyor bunlar. İşbirlikçi burjuvazi İMF dayatmaları çerçevesinde 2000 yılını aratmayacak (gerçekte fazlasıyla aratacak), bir yeni saldırıya hazırlanıyor. “Ek niyet mektubu” uluslararası sermaye çevrelerine, İMF’ye, Dünya Bankası’na, onlar şahsında emperyalizme verilmiş taahhütleri içeriyor.

Kapsamlı sosyal yıkım saldırısı ve katliam

İşçi sınıfına ve emekçilere bu kadar kapsamlı bir saldırının yöneltileceği bir sırada, ilerici toplumsal muhalefeti sindirmek, işçi sınıfının ve emekçilerin mücadele arzu ve cesaretlerini kırmak, onları her türlü önderlik olanağından yoksun bırakmak, burjuvazi ve onun kanlı iktidarı için ölümcül bir ihtiyaç. İşte hücre saldırısı da ne pahasına olursa olsun denilerek bunun için dayatılıyor, devrimci kanı da bunu için akıtılıyor. Çünkü, önünü kesebilirsek, yani öncü kesimleri ezebilirsek, ve öncü kesimlerin ezilmesi üzerinden baskı ve terör gücümüzü sergilersek, bununla iki şeyi başarmış oluruz, diye düşünüyorlar. Hem işçi ve emekçi muhalefetine önderlik edebilecek, onu gerçekten ileri çekebilecek, başarıya götürebilecek öncü güçlerini (devrimci hareketin genelini, onun kitlelere önderlik alanındaki tüm potansiyelini kastederek söylüyorum bunu) ezmiş olacağız, hem de böylece yarattığımız terör atmosferiyle kitlelerin cesaretini kırmış, hareketsizliğini gerçekleştirmiş olacağız, diye hesap yapıyorlar. Ecevit’in yeni yıl sözleri tam da bu hesaba oturuyor. Hatırlayınız; bu cezaevleri sorununu çözmüş olmamız geleceğe iyimser olarak bakmamızı sağlıyor demişti, yeni yıl vesilesiyle.

Nasıl ki 24 Ocak Kararları’nı uygulayabilmek için bir askeri darbe gerekiyorduysa, toplumsal muhalefetin örgütlü kesimini ezen, dolayısıyla kitlesel kesimini de dizginleyen bir askeri faşist darbe gerekiyorduysa, şimdi de benzer biçimde bir faşist terör rejimi gerekiyor. Bunun alacağı biçim çok önemli değil. Neticede ordu ve devletin tüm baskı aygıtları politik yaşamın ve saldırı icraatının doğrudan içinde. Politikayı oluşturanlar onlar, fiiliyata geçirenler onlar. F tipini proje yapıp gündeme getirenler onlar, katliamı bir yıl önceden planlayıp gündeme getiren onlar. 9 Aralık’ta bizzat zirvedeki adam eliyle, Genelkurmay Başkanı eliyle bunu hükümete dayatan da onlar. Neticede katliam operasyonunu bizzat gerçekleştirenler de onlar. Şu an F tipi hücrelerde kesinlikle 12 Eylül’ü aratmayan, hatta onu aşan uygulamaları JİTEM eliyle hayata geçiren de onlar. Biçim çok da önemli değil, önemli olan fiili uygulamanın kendisi derken bunu anlatmaya çalışıyorum. Özel bir askeri darbe yapmak gerekmiyor, ordu zaten politikanın içinde, ta göbeğinde, karar ve uygulamaların bizzat dümeninde (28 Şubat’tan beri bu bir tür olağanlaştırılmış bir durum). Terör zaten sınırsız, işkencenin, katliamın haddi hesabı yok. Biçim olarak sahnenin bir adım gerisinde duruyor görünmesi ise, ona kanlı plan ve icraatlarını daha kolay uygulamak imkanı veriyor.

Dolayısıyla biz, bu katliamı mutlak biçimde, Türkiye’nin iktisadi ve siyasal durumu, yani batak ekonomisi ve bu temel üzerinde boyveren siyasal kriz üzerinden, artı gündemdeki yeni saldırı üzerinden, artı gündemdeki yeni saldırılara karşı kitlelerin tepkisini dizginlemek, bunun için de devrimci hareketi ezmek üzerinden kavrayabilmek durumundayız. Bunu böyle kavramakla kalmamalı, emekçilere de bunun böyle olduğunu her yolla ve imkanla anlatabilmek durumundayız.

Bütün bu iktisadi ve sosyal nedenler olmasa...

18 Aralık’ta İMF’ye verilen “Ek niyet mektubu”nun bir borsa krizinin üzerine geldiğini biliyorsunuz. Bugünkü gazetelerde rakamlar var; Türkiye’deki borsa geride kalan yılda dünyanın en kötü, en çok kaybettiren borsalarından biri olmuş. Bir çöküntü yaşadı, böyle olması son derece normal. 20 bine vurmuştu, 7 bine kadar indi. Bu büyük bir çöküntü. Ve borsa krizleri gerçek ekonomideki krizin erken ve şiddetli bir biçimde dışa vurmasından başka bir şey değildir. Borsa, yapay oyunların yarattığı kısa süreli aldatıcı göstergeleri ne olursa olsun, sonuçta bir ülke ekonomisinin nabzının attığı yerdir. Ekonomideki tıknefes durum öncelikle borsa üzerinden kendini dışa vurur.

Türkiye’nin bataktaki kapitalist ekonomisini düze çıkarmak adı altında şimdilerde bir İMF reçetesi uygulanıyor. Bu sayede uluslararası sermaye çevreleri her türlü yaptırımı Türkiye’nin uşak hükümetine dayatıyorlar. Bunlar işçi sınıfı ve emekçilerin yaşamında gerçek bir yıkım yaratıyor; bu yıkım, yoksulluk olarak, işsizlik olarak, sosyal-kültürel çöküntü olarak kendini gösteriyor.

İşte sorunun bütün bunların içerisinde ve bunların üzerinden kavranması gerekiyor.

İstanbul Yargı-Sen Başkanı, bir televizyon programında, kuşkusuz tümüyle iyiniyetli bir yaklaşımla, devrimcileri kastederek; devlet bu insanları oraya zaten örgüt üyeleri olarak kapatmış durumda, dört duvar arasında bunlar örgüt pankartlarını açsalar ve örgüt bayraklarını assalar ne olur, birbirlerine propaganda yapsalar ne olur, devlet bunun neyine katlanamıyor, bunu anlayamıyorum, diyordu. Kuşkusuz söylediklerinin kendi sınırları içinde bir mantığı var, ama bu mantığın gerçek durum karşısında bir şey ifade etmemesinin gerisinde de başka bir şey var.

Bunun gerisinde, deminden beri anlatıp durduklarım var. Türkiye’nin kokuşmuş rejiminin tüm bu sıkıntıları olmasa, ekonomisi batakta bulunmasa, bu bataktaki ekonominin yarattığı tüm iktisadi ve sosyal faturanın emekçilere ödetilmesi zorunluluğu olmasa, bunun emekçilerde yarattığı tepki ve bunun yolaçtığı sosyal çatışma olmasa, gerçekten dört duvar arasına kapatılmış birkaç bin devrimci ile bu kadar uğraşmak diye bir sorunu da olmaz devletin. Dahası bütün bunlar olmasa içeride zaten bu kadar çok devrimci olmaz, olanlara bu kadar ağır cezalar verilmez, ceza verilenlere F tipi hücreleri dayatmak için bu denli ısrarlı olunmaz vb. Bütün bu iktisadi ve sosyal nedenler olmasa, bu kadar zaptu rapt altına alınmış, bu kadar uzun süreli olarak dört duvar arasına kapatılmış birkaç bin devrimci ile bütün bunlara rağmen bu kadar uğraşılır mı gerçekten? Bütün sorun da bu zaten. Zira bütün bunlar var; ve buradan bakıldığında, devletin tahammülsüzlüğünün ve vahşetinin anlaşılır bir mantığı var.

Rejim tüm yaptıklarıyla
gerçek bir çaresizliği sergilemiş oluyor

Tekrar vurguluyorum; rejim körlemesine ya da mantıksız bir iş yapmıyor kesinlikle, tersine, ne yaptığını çok iyi biliyor. Ama rejim tüm bu yaptıklarıyla, gerçekte çaresizliğini açığa vurmuş oluyor. Rejim tüm yaptıklarıyla gerçek bir çaresizliği sergilemiş oluyor. 20 yıldır devrimci tutsaklara yönelik sayısız saldırı politikaları uygulanıyor. Sistematik baskı ve işkencenin yanısıra kaç kez katliam gerçekleştirdi zindanlarda. Bütün bunlar zindan direnişini kırmak bir yana, onu zaman içerisinde hep güçlendirdi ve güçlü bir geleneğe dönüştürdü. Bütün bu katliamları göğüslemiş olmak, bütün sistematik baskı ve katliamlara rağmen süren direniş çizgisi, zaman içerisinde bir zindan direnişi geleneği yarattı.

Son katliamda bunu bir kez daha gördük. Direniş rejimi kahretmiştir, kesin bir biçimde. Yine İlter Türkmen’den örnek vereceğim; hüsran yılından sözeden o aynı yazısında, devletin operasyonuna karşı militanların gösterdiği direnç akıllara durgunluk veriyor diyor, belli ki bundan çok etkilenmiş, belli ki bunu aklı almıyor. “Cezaevlerine girmek için silahlı çarpışma mecburiyetinde kalan bir devletin itibar ve inandırıcılığı ne kadar olabilir?” diye soruyor aynı adam. Bu bir çaresizliğin ve acizliğin dışa vurumudur.

Kullandıkları bütün yalanlar, operasyon öncesinde operasyona zemin hazırlamak için, operasyondan sonra da katliamı meşrulaştırmak için kullandıkları tüm temalar, yalnızca birkaç gün içerisinde olduğu gibi çöktü. “Bunlar ölüm orucunda değiller”den tutunuz da “eylem örgüt baskısı ile sürdürülüyor”a kadar, bütün rezil yalanlar çöktü. Katliama rağmen kırılamayan direniş sayesinde oldu bu. Bugün direniş bütün gücüyle sürüyor.

Katliamı bayram öncesine bilinçli olarak denk getirdiler, zira bayram dönemlerine genellikle bir ölüm sessizliği egemen olur. Bayramın o sessiz ortamında, katliam şokunun bir devamı olarak (hesaplarını böyle yapıyorlardı, katliamın devrimci tutsaklarda bir “şok” yaratacağını düşünüyorlardı) uygulanacak 12 Eylül türü sistematik terör ve işkence ile, sabah ve akşam dövmelerden tutunuz da insanlara copla tecavüze kadar, bütün bunlarla o direnci bir hafta on gün içinde nihayet kırabileceklerini zannediyorlardı. Yılbaşı tatili bittiğinde bu işte mesafe almış olabileceklerini, bu sayfayı gönül rahatlığı ile çevirebileceklerini sanıyorlardı.

Hesaplar bir kez daha tutmadı

Ama tüm bu hesaplar bir kez daha tutmadı. Bunca vahşete ve ardından gelen iki haftalık sistematik terör ve işkence uygulamalarına rağmen, hücrelerde sergilenen Nazi vahşetine rağmen hiçbir sonuç alamadılar. Bunca katliama, teröre, işkenceye rağmen ortaya bir tek itirafçı bile çıkarmayı başaramadılar. Her şiddetli çatışmanın hainleri olur, itirafçısı olur, bu son derece anlaşılır bir durumdur siyasal mücadelede. Ama yok, çıkaramıyorlar işte. Bu, direnişin gücü ve şiddeti konusunda, devrimci tutsakların yiğit direnişinin kendilerinde yarattığı kitlesel moral ve maneviyat konusunda çok çarpıcı bir göstergedir.

Direnişi kırmayı hesaplıyorlardı, ama direniş genelleşti. Halihazırdaki tek başarıları, bir fiili durum olarak, devrimcileri zorbalıkla hücrelere kapatmış olmalarıdır. Ama buna bir meşruluk sağlayabilmeleri, bu durumu süreklileştirebilmeleri lazım, bunu henüz başarmış değiller. Bunu başarabilecekler mi, birlikte göreceğiz. Bu onların gücüne ve elbette bunun karşısında devrimcilerin göstereceği dirence sıkı sıkıya bağlı. Devrimci tutsaklar kendi cephelerinden bu direnci bütün kuvvetiyle gösteriyorlar. Ölüm Orucun’a katılımlar artıyor, Açlık Grevi genelleşmiş bulunuyor. Katliamı meşrulaştırmak için en iğrenç bir kampanya yürüten medya bile, bu gerçeği dile getirmek zorunda kalıyor. Adalet Bakanı gerçeği yerlerde sürünerek itiraf ediyor.

Zafer tırnakla sökülüp alınacaktır

Devlet devrimci tutsakların direncini katliamla da olsa ezmeyi göze alırken kendi cephesinden son derece gerçekçi demiştim. Ama aynı zamanda bir kez daha baltayı taşa vurmuş bulunuyor. Bu azgın gerici gerçekçiliğin karşısında, bir başka gerçeklik var, devrimci direnişin yıkılmaz duvarı var. Karşı-devrimin hesapları bir kez daha bu duvara toslamıştır. Açlık Grevi’nin başlangıç döneminde olduğu gibi, bir suskunluk fesadı şimdilerde gene var. Ama bir süre sonra Ölüm Orucu’ndaki insanlar bir bir ölmeye başladığında durumun ne olacağını birlikte göreceğiz. Bu ölümler toplumu gene bir biçimde sarsacak. Bu mesele yeniden gelip gündemin baş sırasına oturacak, bundan kuşku duyulmamalıdır.

Tutsak insanlarımız bir süre sonra peşpeşe ölmeye başlayacaklar. Bu insanlar siyasi bilinci olan insanlar, adı üzerinde, devrimci bunlar. Bütün bu süreç boyunca onlar F tipinin, F tipinde sağlanacak başarının, devletin bu saldırısının başarıyla sonuçlanmasının ne anlama geldiğini çok iyi bilmenin ötesinde, bunu herkese anlatmaya çalışıyorlardı. Onlar gericiliğin hücre saldırısının sonuçlarını herkesten çok iyi biliyorlar. Bu bilinçle ölümü göze alıyorlar, ölüme gidiyorlar.

Ne herhangi bir devrimci örgüt, bu olayın siyasi önemini bile bile, hele de katliam bu olayın siyasal anlamını ve önemini bir kez daha bu kadar açık bir biçimde doğrulamışken, kalkıp kendi insanlarına bu direnişi durdurun diyebilir, ne de direnişçi tutsak devrimciler bu türden çağrılara bu saatten sonra kolay kolay yanıt verir. Nazım’ın “Zafere dair” şiirinde dediği gibi; “Varılacak yere/ kan içinde varılacaktır./ Ve zafer/ artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar/ tırnakla sökülüp koparılacaktır.”

Devletin katliam saldırısından sonra, hücrelerde iki haftadır sergilenen vahşetten sonra, artık hiçbir orta yol kalmamıştır. Herhalde bundan sonra, bunca emekten ve kayıptan sonra, kimse devrimci tutsakların durumu kabullenip teslim olmalarını beklemiyordur. Teslimiyeti dayatan devletin karşısına ölümüne direniş çizgisi dikilmeye devam edecektir ve durumun gerektirdiği bedeller neyse ödenecektir. Durum toplu ölümler gerektiriyorsa, tereddütsüz ölünecektir, bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır.

(Devam edecek...)