ARSIVANA SAYFA
 
13 Ocak '01
SAYI: 02
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Direnişi emekçiler cephesinden büyütelim
"Psikolojik savaş"ın söz kurmaylığına soyunanlar katliamdan askeri kurmay kadar sorumludurlar
Dışarıda direnişi örgütlemekk acil ve ertelenemez bir görevdir
Katliamın bilançosu katliamı belgeliyor
İMF programının faturasını kapitalistler ödesin
"Beyaz Enerji Operasyonu"nun gösterdikleri
Sermaye patronları Türkiye'yi açık köle pazarına çevirmek istiyorlar
Sınıf hareketi
Bir fabrikadaki işçilerin katliama tepkileri!
Güney Kürdistan'da işgale son!
Balkan sendromu
Gençlik hareketinde yükselme eğilimi, görev ve sorumluluklar
Katliam ve direniş/2
Devlet solundan katliama onay
Katliam, direniş ve soysuzluk...
Gençlik
Tutsak temsilcileri ile heyetler arasında yapılan görüşmeler/2
Zindan direnişine yurt dışı desteği
Taş köprü ve kızıl düş!
Ölüm orucu direnişçilerinden mektup
Yaşamı ölümüne savunmak!
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 

Katliam ve direniş...

Devlet solundan katliama onay

H. Fırat
(25 Aralık ‘00 tarihinde verilmiş bir konferansın kayıtlarıdır...)

Bir Ölüm Orucu direnişçisi yoldaş katliamın hemen öncesinde gönderdiği mektupta, direnişin arındıran, saflaştıran, temizleyen ve güçlendiren bir karakteri var diyordu. Toplum düzeyinde baktığımızda da gördüğümüz budur; katliam ve direniş arındırıyor ve saflaştırıyor; kişilikleri, karakterleri, tutumları, eğilimleri, kişiler düzeyinde, çevreler düzeyinde, partiler düzeyinde, sınıflar düzeyinde netleştirip açığa çıkarıyor. Gerçek dostları ve düşmanları yerli yerine oturtuyor, arada kalan kaypak ve karaktersiz unsurların maskesini düşürüp gözler önüne seriyor. Bu nedenle şu günlerde tüm tutum ve davranışları dikkatle izlemek ve politik hafızamıza kazımak durumundayız. Kimin gerçekte ne olduğunu en iyi biçimde görüp anlayabileceğimiz çok özel bir evredir içinden geçmekte olduğumuz şu günler.

Perinçek’ten İlhan Selçuk’a 28 Şubat’ın tüm çizme yalayıcıları
katliamı destekliyor

En tiksindirici örneği 28 Şubat’ın çizme yalayıcı takımı verdi. Bunlar açıkça ya da geveleyerek sonuçta katliamı mazur gösterip desteklediler. İP-Perinçek takımından Cumhuriyet’in sözde solcu kemalist yazarlarına kadar bu böyle oldu. Perinçek ve avanesi yıllardır ordu kaynaklı her türlü kanlı girişime alkış tutmaktadır. Ulucanlar katliamını olduğu gibi son katliamı da işin özünde desteklediler ve bunu bir kez daha devrimcileri rezilce karalamanın bir vesilesi haline getirdiler. Perinçek konuya ilişkin başyazısında katliama karşı tek kelime etmemeye özel bir özen gösterdi, uşakça tapındığı ordu tarafından uygulanan bir katliamın tüm sorumluluğunu her zamanki gibi “dış güçlere” havale etti. Bütün bir siyasal varlıklarını ve geleceklerini NATO’cu generallere ipotek eden bu soysuz takımından başka türlü bir davranış elbette beklenemezdi.

Cumhuriyet gazetesinin solcu geçinen kemalist yazarları bu tiksindirici tutumun bir başka örneği oldular. Bunların hemen hepsi katliamı açık ya da örtülü biçimde desteklediler, ortaya koyduklarıyla katliamı mazur gösterdiler. Devrimci tutsakların olup biteni fazlasıyla hakettiğini açıkça söyleyen ya da karaktersizce ima eden yazılar yazdılar, televizyon konuşmaları yaptılar. İlhan Selçuk’tan Ali Sirmen’e, Hikmet Çetinkaya’dan Hikmet Bila’ya, Mustafa Balbay’dan pek duygulu edebiyatçı-sanatçı geçinen Oktay Akbal’a, Işıl Özgentürk’e kadar bu böyle oldu. Bu gazetede baş köşeyi tutan Cüneyt Arcayürek türünden karanlık kimlikli gericilerin sözünü bile etmiyorum.

28 Şubat’ın bu çizme yalayıcılarının bazıları katliama doğrudan alkış tuttular, bazıları daha dolaylı söylemlerle aynı sonuca çıktılar. Herkesin alkışı elbette kendine göredir. Hürriyet’in, Milliyet’in, Sabah’ın, yani tekelci burjuvazinin doğrudan satın aldığı kalemlerin dili başkadır, solcu ilerici geçinenlerin dili başkadır, başka olacaktır. Herkes alkışını kendi konumunun gerektirdiği dile göre, bunun gerektirdiği argümanlara dayalı bir söylemle tutacaktır. Ama sonuç aynıdır; sonuç, Cumhuriyet tarihinin en vahşi katliamlarından birinin mazur gösterilip desteklenmesidir. Cumhuriyet’in kemalist yazarları bu açıdan katliamcı düzen cephesi içinde saf tutmakta kusur etmemişlerdir.

İlhan Selçuk ve Ali Sirmen, bu general yalakası takımının en rezilleri olarak duruyorlar orta yerde. İlhan Selçuk’un alkış tutmada kullandığı dil bir yerde Emin Çölaşan’ın kullandığı dilden daha tiksindiricidir. Çölaşan türünden kontr-gerilla elemanlarının tavrı anlaşılırdır; bunlar özel savaşın adamları, medyadaki kollarıdır. Bunların kimliği belli, karakteri belli, görevi ve misyonu belli. Bunların devrime ve devrimcilere sonsuz bir kini var, her türlü ilerici değere yabancı ve düşman unsurlar bunlar. Bunu açıkça formüle ediyor, dile getiriyorlar. Ama ilerici, ama solcu, hatta hatta sosyalist geçinenlerin alkış tutma tarzı insanı gerçekten tiksindiriyor.

Sol aydının çürümüş ve kokuşmuş kesimleri

Peki biz bunu unutur muyuz? Biz bunu bugünün emekçilerine, yarının devrimci kuşaklarına unutturur muyuz? Bu karaktersizler alayı yarın toplumsal muhalefet toparlandığında, kitle hareketi geliştiğinde, ülkede sol rüzgar estiğinde, başka bir dile ve söyleme hızla kayacaklardır, biz onların rüzgara uyum sağlama yeteneklerini iyi biliyoruz. Ama biz o günler geldiğinde bu reziller takımının bugünkü bu utanç verici tutumlarını kamçı gibi suratlarına vurmaz mıyız? Oktay Akbal, kırk yıldır solcu geçinen bu edebiyatçı yazar, direnişten önce “direnişteki gençlerimizi”, onların haklı eylemini yüceltiyor, haklı istemlerine sahip çıkıyordu. Boşuna değil, çünkü o günlerde direnişin etkisiyle ülke çapında sol bir rüzgar esiyordu. Bu ikiyüzlüler takımı kendince bu havada prim yapmaya çalışıyorlardı. Ama katliamdan sonra, bu kez tersinden esen rüzgara yaranmaya baktılar; meğer ki cezaevlerimiz ne hale gelmiş, devlet buna bugüne kadar nasıl katlanmış, olacak şey değil, devlet olmanın şanına yakışır mı bu diye en rezil türden yazılar yazdılar, hala da yazıyorlar. Bununla katliamcı odaklara yaranmaya, dünkü havanın etkisinde yazdıklarını unutturmaya çalışıyorlar.

Bunlar karşı-devrimin son otuz yılda baskı ve terörle ezmeye, yıldırmaya, teslim almaya ve bu temel üzerinde çürütüp kokuşturmaya çalıştığı kesimler. Burjuva karşı-devriminin bu konuda büyük başarı sağladığı, bu adamların büyük bölümünü posaya çevirdiği artık açıkça görülüyor. Sol aydının çürümüş ve kokuşmuş kesimleri bunlar. Bunlar artık başka bir kimlik edinemedikleri, kendilerini başka türlü pazarlayamadıkları için bugün hala solcu geçiniyorlar. Gerçekte ise hiçbir ilerici değerin temsilcisi değiller. En kritik siyasal ve toplumsal sorunlar üzerinden bunu döne döne görmekteyiz. Genelkurmay ve MGK yalakaları, NATO’cu generallerin onursuz izleyicileri bunlar. Kıbrıs’ta 120 bin kişilik Türk topluluğunun ulusal hakkını, hatta ayrı devlet olma hakkını savunuyorlar da, Türkiye’deki 15 milyon Kürt için en ufak bir hak kırıntısının bile sözünü etmiyorlar. Devletin insan olanı isyan ettiren hunhar bir katliamını, “meğer ki cezaevlerini terör örgütleri ele geçirmiş, devlet buna bugüne kadar nasıl katlanmış” diye alkışlayabiliyorlar. Varın siz bunların ilerici ve demokratik değerlerle herhangi bir ilişkileri kalıp kalmadığına karar verin...

Kölece tapındığınız devletinizin
cezaevlerinde hakim olamadığı gerçekte ne?

Bu reziller alayına sormak gerekir, “terör örgütleri” cezaevlerinin neyini ele geçirmiş? O kölece tapındığınız devletiniz devrimcileri en olmadık gerekçelerle tutukluyor, sistematik işkenceden geçiriyor, DGM denilen özel savaş mahkemelerinde en keyfi biçimde yargılıyor, Terörle Mücadele Yasası’nın özel infaz hükümlerine göre uygulanan onlarca yıl ceza vererek götürüp dört duvarın arasına kapatıyor. İnsanların yataklarının, dolaplarının, kitaplıklarının, mutfaklarının olduğu dört duvarın arasının neyi devletinizin hakimiyeti altında olmak zorunda? Devrimci tutukluların insani ve düşünsel/siyasi yaşamına ilişkin bir alanının neyine ve neden devletiniz hakim olmak durumunda?

Ama sorun kuşkusuz ki başka. Katliam sonrasında o kitapları ve dergileri, amblemleri ve pankartları niye sergiliyorlar? Çünkü bunlar oraya kapatılmış devrimcilerin düşünce ve inançlarının, bu kokuşmuş düzene karşı mücadele bilinç ve kararlılıklarının simgeleri de ondan. Biz bu düşünce ve inancı, bu bilinci ve kararlılığı ezip teslim alamadık hala diyorlar, bu da cezaevlerine hakim olamadığımızın göstergesi demek istiyorlar. En sağından en soluna kadar tüm resmi düzen çevrelerinin, tüm katliam destekçilerinin “cezaevlerinde denetimi sağlayamamak” dedikleri tam da bu işte. Sorun cezaevlerine değil, devrimcilerin beynine hakim olma sorunu onlar için ve solcu geçinen rezil yazar takımının bilerek ya da bilmeyerek destek verdikleri politika da bu. Ama bu beyhude bir çaba.

Siz elbette devrimcileri teslim alamazsınız. Buna gücünüz yetmez, son otuz yıl, baştan başa bir özel savaş dönemi olan son yirmi yıl, bunu size öğretmedi mi hala? Kaldı ki buna ne hakkınız var? Devrimciler sizin düzeninize ve devletinize karşı mücadele ediyorlar, bunu da tüm dünya önünde açıkça ilan ederek yapıyorlar. Siz ise bunu baskı ve terör, cinayet ve katliam, işkence ve tutuklama ile karşılıyorsunuz. Tutuklayıp işkenceden geçiriyorsunuz, en keyfi biçimlerde yargılayıp onlarca yıl ceza veriyor, götürüp zindanlara kapatıyorsunuz. Devlet olmak adına yaptığınız bu faşist icraata bir şey diyen var mı? Devrimciler tüm bunları mücadelenin bedeli sayıyor, büyük bir vakar ve yüreklilikle karşılıyorlar. Bir buçuk senedir affı tartışıyorsunuz bu toplumda, devrimciler cephesinden bizi neden affetmiyorsunuz diyen var mı size? Bütün bunlar böyle olduğuna göre, siz tutsak devrimcilerin bilinçleriyle, devrimci düşünce ve inançlarıyla ne hakla uğraşıyorsunuz? Onlar zaten tam da bu düşünce ve inançları taşıdıkları için, bu temelde size karşı mücadele ettikleri için zindanlarınıza kapatılmış değiller mi?

Katliamcı düzen cephesinin üzerine fırtınalar kopardığı ve solcu geçinen aydın süprüntülerinin de desteğini aldığı bütün bir “cezaevleri sorunu”nun özü özeti işte bu. Katliamcı cephe ile yardakçılarının dillerine doladıkları “cezaevleri sorunu”, “devletin cezaevlerine egemen olamaması sorunu” işte bu. Sorun cezaevlerine kapatılan devrimcilerin kendi inançlarından vazgeçmemeleri, devrimci kişiliği, devrimci bilinci, devrimci onuru, devrimci mücadeleyi sürdürmeleri sorunundan başka bir şey değil. F tipiyle çözülmek istenen, çözüleceği sanılan sorun da işte bu.

Kontr-gerillanın özel savaş kuramcıları

Devletin cezaevlerine hakimiyeti adı altında özel savaşın teslim alma politikalarını savunur duruma düşenlerin gerçekte neyi savunduklarına bir özel savaş uzmanı üzerinden ara bir örnek vermek istiyorum.

Gündüz Aktan isimli faşist kafalı bir aşağılık eski diplomat var, Radikal’de yazıyor. Çok büyük bir ihtimalle kontr-gerillanın önemli düşünce adamlarından biri. Bu emekli büyükelçi, özel savaş politikasını psikolojik inceliklerle ortaya koymaya çalışıyor yazılarında. Devrimciliği bir “hastalık” ve devrimcileri “hasta” sayarak ekliyor; kolektif olarak yaşadıkları, grup dayanışması içinde kaldıkları sürece “iyileşmiyorlar”!.. Yani inançlarından ve kimliklerinden vazgeçmiyorlar, demek istiyor. İyileşebilmeleri için “hastanın yalnızlaştırılması”, yani tecrit ve izolasyona tabi tutulması lazım diyor açık açık.

Bunlar Nazi kafalı Alman ve Amerikan özel savaş uzmanlarının teorileri. Özel savaşın, izolasyon yoluyla kişiliksizleştirme ve teslim alma amacının emperyalist uzmanları da tam da bunu söylüyorlar. Onlar bu teorileri tam da bağımlı ülkelerdeki işbirlikçileri uygulasın diye geliştiriyorlar. Onlar bunu açık açık teslim alma, beyin yıkama, yeniden biçimlendirme vb. olarak adlandırıyorlar. Devrimci tutsak ne denli yalnızlaştırılırsa kendini o ölçüde güçsüz ve çaresiz hissetmeye başlar, yıkılır ve sonuçta teslim alınır, beyni silinir ve yeni bir tarzda kodlanır diyorlar. Rejim karşıtlarını zindanlara kapatmak yetmez, bunları teslim almalı, düzene yeniden eklemlemelisiniz diyorlar, emperyalist özel savaş uzmanları. Kolektif yaşayabildikleri sürece teslim alamazsınız; bunu başarmak için onları izole etmeli ve yalnız bırakmalı, bu ortamda sistematik fiziki ve psikolojik işkenceye tabi tutmalısınız, ancak böylece teslim alabilirsiniz diyorlar.

Emperyalist gericilik bunu bir bilim ve uzmanlık alanı haline getirmiş. Bağımlı ülkelerdeki uşakları da varılan sonuçları tekrarlamakla kalmıyor, geliştirilen yöntemleri benimsiyor ve uyguluyorlar. Gündüz Aktan türünden kontra elemanlarının söyleyip savundukları da tamı tamına bu anlama geliyor, bilinen CİA teorilerinin bir tekrarı oluyor. Katliamın hemen ardından, 23 Aralık tarihli bir yazıda söyleniyor bunlar.

Gündüz Aktan, kontr-gerillanın düşünce üreten ve kamuoyuna pompalayan elemanlarından biri olarak görünüyor. Yazılarının konuları, burada işlenen temalar, ortaya konulan katı ve acımasız mantık bunu gösteriyor. Aynı adam yılın başında yeni İMF reçetesi gündeme getirildiğinde de benzer bir tutum içindeydi. Eğer bu ülkede işçinin ücretinden, memurun maaşından, üreticinin ürün bedelinden kesmezseniz, tüm bu çalışan kesimleri beş-on yıl sürebilecek bir yoksulluk içinde yaşatmazsanız, bir düşük yaşam seviyesine mahkum etmezseniz ülke düze çıkmaz; bu nedenle gerçekçi olunmalı, İMF reçetesi tavizsiz bir biçimde uygulanmalıdır, diyordu. Sonuçta, yılın başında emekçiler için ortaya koydukları ile yılın sonunda devrimciler için ortaya koydukları birbirini mantıksal olarak tamamlıyor. Katı İMF reçetelerinin sözcülüğünü üstlenen ve bunun faturasının emekçilere acımasızca ödetilmesini savunan biri, elbetteki devrimci düşüncenin ve hareketin de acımasızlıkla ezilmesini isteyecektir. Gündüz Aktan türünden adamlar, işkencehanelerde en ağır işkenceleri yapan insanlardan daha aşağılıktırlar. Bu işin teorisini yapanlar, bu işin ideolojisini yapanlar, bu işi estetize edenler, o işi bizzat yapanlardan bin kez daha iğrençtirler.

Aynı şekilde, solcu görünüp de faşist bir katliama alkış tutanlar, faşist kimlikleriyle katliamı destekleyenlerden daha aşağılıktırlar. Bunu böyle görmeli ve kesinlikle unutmamalıyız. Bu, ölen onlarca ve hayatlarını ortaya koyarak bugün ölümüne direnen yüzlerce devrimciye karşı bir borçtur.
Bu, katliamın ve direnişin sarsıcı etkisiyle oluşmuş bir açıklıktır. Katliam ve direniş ayrıştırmış, saflaştırmış, herkesi yerli yerine oturtmuştur. Bunu önemli bir politik kazanım saymalıyız.

Reformizmin korkak ve kaypak tutumu

Reformist sol partiler bugün katliamı kınayan açıklamalar yapıyorlar. Ama katliamı önceleyen günlerde direnişi yalnız bırakmaları, eylemi sürdürmenin koşulları ortadan kalkmıştır şeklinde açıklamalar yapmaları onlar payına da utanç vericidir. Onlar düzenin karşı saldırısı altında yöneldikleri bu korkak ve kaypak tutumlarıyla, nesnel olarak karşı-devrimi katliam doğrultusunda cesaretlendirmişlerdir. Bu olgu açıkça tespit edilmelidir.

Karşı-devrimin saldırıya geçtiği bir dönemde eğer ilerici devrimci cephe iç birliğini güçlendirerek direncini artırabilseydi, saldırı bu kadar kolay olmaz, katliamda bu denli pervasız davranılmazdı. Ama karşı saldırı ve buna eşlik eden devlet terörü bu ara güçlerin kaçışmasına yolaçınca, devletin işi kolaylaşmış, bundan cesaret alarak katliama daha rahat yürüyebilmiştir.

Bu tutumda başı beklenebileceği gibi ÖDP merkezi çekti. Karşı-devrimin harekete geçmesinin, şu dönem çok kullanılan ifadeyle “düğmeye basılması”nın (ki başlangıcı Ecevit’le Kıvrıkoğlu’nun buluşmasıdır) ardından, ÖDP Başkanlık Kurulu “acil” bir genelge yayınladı. Bütün ÖDP örgütleri derhal sokaktan çekilecek, bütün ÖDP binaları açlık grevi direnişlerine ve tutuklu yakınlarına kapatılacak, şurada ya da burada açlık grevinde olan bütün ÖDP’liler bu eyleme derhal son verecek, tüm bu kararlara mutlak biçimde uyulacak diyen utanç verici bir genelge bu. Bu, bu partinin tepesindeki adamların utanç siciline eklenmiş yeni bir sayfadır.
SİP’in tutumu ise daha sürecin başından itibaren zaten buydu. Bu açıdan ÖDP’den on kez berbat bir durumdaydılar. ÖDP hiç değilse çatışma sertleşene kadar sürecin bir biçimde içindeydi ve iyi-kötü tarafıydı. Bu tatlı su solcuları bu kadar bile olamadılar. Kendilerini iyi tanıyan Yalçın Küçük’ün ifadesiyle hayatlarında “karakol yüzü görmemiş” bu uysal küçük-burjuva aydın ve yarı-aydınlarının işkence, mahkeme ve zindanla bir sorunları olmadığı için, doğal olarak hücre saldırısıyla da bir sorunları olamazdı ve olmadı da. Başından itibaren özenle bu hassas konunun, bu sert çatışmanın dışında durmaya çalıştılar. Buna “siyaset” tarzı üzerine ince kılıflar giydirmekten de geri durmadılar elbette, bu her zamanki biricik marifetleri. Bu arada, hassas bir çatışmanın dışında kalmak yoluyla bir kez daha rejime mesaj verme, devletin siyaset belgesindeki “ılımlı sol”un en ılımlı kesimine dahil olduklarını gösterme fırsatı da bulmuş oldular. Bu utanç onlara tüm siyasal ömürlerince yeter de artar.

Tüm bunlar üzerinde bugünün toz dumanı kalktığında elbette ki ayrıca ve genişçe durulacaktır. Kanın ve ateşin içinde yaşanmış bu sınamanın tüm sonuçları ve dersleri özenle irdelenip değerlendirilecektir. Bu yapılırken, solun tutarsız ve kaypak kesimlerinin bu süreçteki utanç verici tavırları da gözler önüne serilecektir.