ARSIVANA SAYFA
 
13 Ocak '01
SAYI: 02
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Direnişi emekçiler cephesinden büyütelim
"Psikolojik savaş"ın söz kurmaylığına soyunanlar katliamdan askeri kurmay kadar sorumludurlar
Dışarıda direnişi örgütlemekk acil ve ertelenemez bir görevdir
Katliamın bilançosu katliamı belgeliyor
İMF programının faturasını kapitalistler ödesin
"Beyaz Enerji Operasyonu"nun gösterdikleri
Sermaye patronları Türkiye'yi açık köle pazarına çevirmek istiyorlar
Sınıf hareketi
Bir fabrikadaki işçilerin katliama tepkileri!
Güney Kürdistan'da işgale son!
Balkan sendromu
Gençlik hareketinde yükselme eğilimi, görev ve sorumluluklar
Katliam ve direniş/2
Devlet solundan katliama onay
Katliam, direniş ve soysuzluk...
Gençlik
Tutsak temsilcileri ile heyetler arasında yapılan görüşmeler/2
Zindan direnişine yurt dışı desteği
Taş köprü ve kızıl düş!
Ölüm orucu direnişçilerinden mektup
Yaşamı ölümüne savunmak!
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın





 
 

“Psikolojik savaş”ın söz kurmaylığına soyunanlar katliamdan askeri kurmaylar kadar sorumludurlar


Devlet eskiden cumhuriyet bayramlarında asker ve silahını sergilerdi. Devir değişti. Milli bayramların pop müzik şenliklerine dönüşmesiyle birlikte, güç sergilemek için de kurban törenleri düzenleniyor. 30’u aşkın devrimci tutsağın katledildiği zindan saldırısı bu törenlerin sonuncusu oldu. Devlet katliam gücünü bir kez daha sergiledi ama, asıl amaç zaten bilinen bir gücün gösterisi değildi. Nitekim öyle olmadığı, Tantan’ın “psikolojik savaş” sözleriyle de açığa vuruldu.

“Psikolojik savaş”, bilindiği gibi bir kontr-gerilla terimi. Yalan, iftira, karalama kampanyalarından terör eylemlerine kadar tüm kirli savaş yöntemlerini kapsıyor. Daha geçtiğimiz yüzyılın başlarında hızla yükselen sosyalizm karşısında barutunu tüketen burjuva ideolojisinin tek dayanağı bunlar artık.

Saldırıda 30’u aşkın devrimci tutsak yaşamını yitirdi ama, savaşın diğer boyutunda hedef sadece devrimci tutsaklar -hatta tutsak olmayan devrimciler de- değildi. Devrim ve demokrasi cephesi bir bütün olarak nasibini aldı bu çamur salvosundan.

Pek çok sözcük ve terimin anlamları çarpıtıldı, tersine çevrildi ve bir buz mermisi gibi halkın beynine çakılmaya çalışıldı. Bunların başında, devrimcilere karşı hep kullanılagelen “terör” ve “terörist” sözcükleri var. Oysa terör amaç olarak “kitleleri yıldırma”yı hedeflemeli, araç olarak da buna hizmet edebilecek “korkunç” ve “karanlık”, yani hedefi ve amacı açık olmayan silahlı saldırılar gerçekleştirmelidir. Yani terör, tanım itibarıyla, devrimci silahlı eylemden ziyade kontr-gerilla faaliyetine denk düşer. Türkiye’de örneklerinin çok fazla olduğu biliniyor. 1 Mayıs ‘77, Maraş, Çorum, Sivas katliamları, Mumcu, Üçok vd. suikastleriyle tüm kaçırma-kaybetmeler, Gazi olaylarına yolaçan saldırı, ve nihayet zindan katliamında simgeleşen son psikolojik savaş, terör tanımını tüm kapsamıyla içeren saldırılardır.

Fakat faşist devlet ve kalemşörleri terör sözcüğünü bu gerçek anlamından soyundurup, salt şiddet bile değil, özellikle devrimci şiddete indirgeyerek halka yutturmaya çalışıyorlar. Ana kavramı bir kez böyle tersyüz ettikten sonra da, sıra, konuya ilişkin tüm kavram ve olaylara geliyor. Terörle Mücadele Yasası’ndan yargılanmakta olduğu veya hüküm giydiği için F tipi zindanların hücrelerine tıkılmak istenen tüm siyasi mahkumlar “terörist” ilan ediliyorlar. Sadece örgütlü ve örgütsüz devrimciler değil, Eşber Yağmurdereli gibi aydınlar da aynı kefeye konuluyor böylece. Öte yandan, bir kısım devrimcinin bombalama-cezalandırma eyleminden yargılanıyor olması kıstas gösterilip, siyasi tutsakların tümü “azılı katil” ilan edilerek, hücre cezasını nasıl da hakettikleri kanıtlanmaya çalışılıyor.

Ancak, terör kelimesi üzerindeki bu oyunlar öylesine bayağılaştı ki, artık pek çok işçi ve emekçi üzerinde dahi etkili olamıyor.

Bu yüzden, bu operasyon sürecinde kitleleri az-buçuk etkileme ihtimali bulunan daha “incelikli” yalanlar icat edildi. Devrime ve devrimci değerlere saldırının bu incelikli araçlarını bulma ve geliştirme alçaklığı da, onu daha yakından tanıyan solcu eskilerine düştü. Medya bataklığının kadim küfürbazlarının aklı bu kadarına yetmezdi çünkü.

“Ölümler olmasın” diye başlayıp, “kimse ölümler üzerine siyaset yapmasın”la süren riyakar propaganda, katliam saldırısıyla birlikte, “örgüt şeflerinin ölüm emri verdiği”, “çocukların örgüt baskısından kurtarılması gerektiği” aşağılık yalanıyla taçlandırılarak, katliama açık desteğe dönüştürüldü. Bununla asıl olarak ailelerin zihni bulandırılmak isteniyordu kuşkusuz. Fakat “ölüm üzerinden siyaset yapmak” öylesine dallandırılıp budaklandırılıyordu ki, F tipine karşı görüş belirten meslek örgütlerinin ve DKÖ’lerin yöneticileri ağır ve bir o kadar iğrenç ithamlarla suçlanıyorlardı. Kurulan tam bir cadı kazanıydı. Ve onun ateşini en fazla körükleyenler de, bir zamanlar kendileri de cadı kazanlarına girip çıkanlar oldular.

Bir yandan devlet sözcüleri ve medyanın kadim küfürbazı/yalan taciri kalemşörleri “ölüm oruçlarının sahte olduğu” bayağılığına sığınmaya çalışırken, öte yandan, bu sahte solcu pehlivanlar da devrimcileri, “ölümü kutsamak” ithamıyla akılları sıra psikolojik baskı altına almaya çalıştılar. Band takma törenleri dini ayinlere benzetildi. Kimi “ünlü” düşünürlerden “yaşamın ölümden daha değerli” olduğu üzerine alıntılar yapıldı. “Ziverbey anıları” bile (inanılmaz bir yüzsüzlükle) katliama destek yazılarına çeşni yapılabildi.

Ölümü kutsamak (devrimci için), emretmek/zorlamak (örgüt yöneticileri için) ve desteklemek (demokratik muhalefet için) merkezli bu kampanyaya en fazla malzeme yapılan olaylardan biri de, “alkış ve halay” idi. Hiç ölüm alkışlanır mıymış, ölünün arkasından halay çekilir miymiş? Bu ölüye saygısızlıkmış...

Bunları katliam tugaylarına alkış tutanlar, ölülerimize tükürenler söylüyorlar.

Ancak asıl dertlerinin saygı maygı, gelenek melenek olmadığı son derece açıktır. Asıl dertleri, devrimcilerin ölümü böylesine hiçe sayabilmesinin yarattığı korku ve tedirginliktir. Ölüm Orucu törenlerinde ve destek eylemlerinde halay çekmemizi, alkış tutmamızı sözde garip karşılayan bu baylar, Ulucanlar katliamı sırasında, çatıdan yağmur gibi yağan kurşunların altında çekilen “ölüm halayı”na hiç değinmiyorlar ama. Çünkü orada ölümün arkasından değil, ölümüne durulmuş bir halay vardır. Çünkü Ulucanlar ölüm halayı, ölümü altetmenin resmidir.

Korku bu bayların aklını öylesine teslim almıştır ki, bu dünyada alkışı hakedecek ölümlerin de olduğunu ya unutmuşlar, ya da unutturmaya çalışmışlardır. Oysa, onu hakedenleri alkışlarla uğurlamak devrimci tavrı öylesine güçlü bir gelenek yaratmıştır ki, yıllardır, sadece devrimci cenazelerinde değil, devlet tarafından katledilen hemen herkesin cenazesinde uygulanır. Bu öyle güçlü bir gelenektir ki; bu bayların kendisi bile daha dün kendi arkadaşlarını (örneğin Mumcu’yu) alkışlarla uğurlamışlardır. Böyle olduğu halde, bugün bu tavrı hiç utanıp sıkılmadan ayıplamaya kalkıyorlar.

“Örgüt baskısı” ile birarada kullanılan “şeflerin ölüm emri” argümanlarının hedefi ise doğrudan örgütlülüğün kendisidir. Sistem, haklı olarak ayakta kalabilmesinin garantisini örgütlü muhalefeti dağıtmakta görüyor. Sadece sistemi cepheden karşısına alan devrimci örgütleri değil, büyük oranda denetiminde tuttuğu sendikal örgütleri de tasfiye etmenin araçlarını geliştiriyor. Türkiye’de bu, ‘80 darbesinden itibaren sendikalı işçi sayısındaki hızlı düşüşte, ‘90’lı yıllardan itibaren hiçbir yeni sendikalaşmaya göz yumulmamasında, kamu emekçilerinin sendikalaşmasına yönelik terörle bastırma girişiminde görülebilir. Devletlerarası düzeyde ise, İstanbul’da yapılan AGİK’in son (milenyum) toplantısının kararlarında açıkça ilan edilmiştir. Açıkça fakat riyakarca. Bu kararların insan haklarına ilişkin bölümünde emperyalist burjuvazi, arzu ettiği örgütsüz insanı tanımlar. Burada “insan”ın örgütlülük dışında tüm hakları sayılır. Çünkü egemen burjuvazi 200 yıllık deneyimiyle bilmektedir ki, insan, bu haklarını ancak örgütlü ise kullanabilir. Daha doğrusu, kapitalist sistemde emekçiler örgütlü ise insan muamelesi görür, örgütsüz ise hayvan muamelesi bile görmez.

Devrimci örgüte ve cezaevlerine dönersek; devlet F tipinin hücrelerine örgütlülüğümüzü yani insanlığımızı gömmeyi planlıyor. Bizlerse ancak cesetlerimizi gömersiniz diyoruz. Çünkü ya insan olarak yaşamayı sürdürürüz, ya da insanlığımızı korumak için ölürüz.

Kimi solcu bozuntusu kalem erbabının, bir emekçinin yaşamı kadar yalın bu felsefenin karşısına dikmeye çalıştığı, “yaşamak herşeyin üstündedir, sürünerek de olsa” pespaye görüşü, işte, kapitalist-emperyalist burjuvazinin ve onun kanlı düzeninin kirli arzusuydu.

Bu arzu, zindanlara yönelik son saldırıyla alçakça bir katliama dönüştüğü oranda, onu destekleyen ve savunan herkes elini devrimci kanına batırmış oldu. Safını açıktan katil devletten yana belirleyenler de, belirlemekten kaçınmak suretiyle devleti destekleyenler de katliama ortak olmuşlardır. Bu suçtan yakalarını sıyıramaz, hesap vermekten kaçınamazlar.