ARSIVANA SAYFA
 
13 Ocak '01
SAYI: 02
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Direnişi emekçiler cephesinden büyütelim
"Psikolojik savaş"ın söz kurmaylığına soyunanlar katliamdan askeri kurmay kadar sorumludurlar
Dışarıda direnişi örgütlemekk acil ve ertelenemez bir görevdir
Katliamın bilançosu katliamı belgeliyor
İMF programının faturasını kapitalistler ödesin
"Beyaz Enerji Operasyonu"nun gösterdikleri
Sermaye patronları Türkiye'yi açık köle pazarına çevirmek istiyorlar
Sınıf hareketi
Bir fabrikadaki işçilerin katliama tepkileri!
Güney Kürdistan'da işgale son!
Balkan sendromu
Gençlik hareketinde yükselme eğilimi, görev ve sorumluluklar
Katliam ve direniş/2
Devlet solundan katliama onay
Katliam, direniş ve soysuzluk...
Gençlik
Tutsak temsilcileri ile heyetler arasında yapılan görüşmeler/2
Zindan direnişine yurt dışı desteği
Taş köprü ve kızıl düş!
Ölüm orucu direnişçilerinden mektup
Yaşamı ölümüne savunmak!
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 

Katliam ve direniş/2

H. Fırat
(25 Aralık ‘00 tarihinde verilmiş bir konferansın kayıtlarıdır...)

Bir ilk bölüm olarak, bir bakıma giriş olarak, genel bir tarihsel çerçeve üzerinden katliam ve direniş üzerinde, devletin katliam, devrimcilerin direniş geleneği üzerinde durdum. Son katliama rağmen devrimci direniş çizgisinin moral ve politik açıdan kesin olarak başarı sağladığını, bu çerçevede yenilgiye uğrayanların katliamcılar olduğunu ortaya koymaya çalıştım. Bu ikinci bölümde sorunun toplumsal-politik arka planına geçmek istiyorum. Bu, tarihsel ve güncel olmak üzere iki türlü yapılabilir; ikisini biribirinden ayırmak çok mümkün olmamakla birlikte ben ilkinden başlayacağım.

Yanıtı birbirini tamamlayan iki soru

Soru şudur: Neden devlet 20 yıldır büyük bir acımasızlıkla devrimci hareketi ve onun zindanlara konulmuş kolunu ezmek için bu kadar özel bir ısrar ve çaba gösteriyor? Devletin bu şiddetinin, bu bitmeyen kininin, bu ardı arkası kesilmeyen acımasız saldırısının gerisinde ne var?

Bunun öteki yüzü gene bir sorudur: 20 yıllık kesintisiz baskıya, teröre, işkenceye ve sık sık gündeme getirilen kanlı katliamlara rağmen, karşı-devrimin bütün bu çok yönlü saldırısına rağmen, neden devrimci direniş ezilemiyor, neden devrimciler teslim alınamıyor? Bu ülkede neden, tekrar tekrar yüzlerce ve binlerce devrimci çıkıyor ölümüne direnebilen?

Bu iki soru ve dolayısıyla yanıtları birbirini tamamlıyor gerçekte. Bu iki sorunun yanıtı aynı temel gerçeklere çıkıyor ve dolayısıyla bunlar üzerinden içiçe verilebilir.

Bu şiddetli çatışma, devlet ve devrimciler yönünden karşılıklı bir kör inatlaşma olabilir mi? Elbette değil. Şu sıralar devlet ve “terör örgütleri” üzerinden sorunu koyan sol olmak iddiasındaki bir kısım şarlatanların iddiasının aksine sorun hiç de bu değil, böyle değil. Arada bir de olsa, radikal sol örgütler toplumda artan sosyal sorunların oluşturduğu zemin üzerinde güçleniyorlar; keskinleşen sosyal çelişkilerden, bunun doğurduğu gerilim ve arayışlardan besleniyorlar diyen bir kısım sermaye yazarı bile, böylelerine göre gerçeğe daha yakın bir yerde duruyorlar.

Zindanlarda uç biçimlerde yaşanan çatışma, temelde ve son tahlilde, toplumsal koşullarımızdan kaynaklanan genel sınıflar çatışmasının ileri düzeydeki politik bir tezahüründen başka bir şey değildir. Bir yanda devlet öte yanda devrimci akımlar olmak üzere örgütlü politik güçler şahsında kendini ortaya koyan, toplum düzeyinde karşı karşıya bulunan sınıfların iradesi ve eğilimleridir. Bu çatışmanın iki askeri darbeye ve son yirmi yıldır kesintisiz olarak süren acımasız karşı-devrim saldırısına rağmen bir türlü bitmemesinin gerisinde de bu var. Ezilen sınıflardan beslenmeyen, onların özlem ve istemlerinin şu veya bu düzeyde ve biçimde taşıyıcısı olamayan hiçbir devrimci politik akımın bu saldırılara rağmen birkaç on yıl ayakta kalması, mücadele edecek güç ve iradeyi gösterebilmesi olanaksızdır.

Yine de şunun altını çizmek durumundayım; bu çatışmada bir çarpıklık da var ve bu geleneksel devrimci hareketin yapısal zaaflarının bir ürünüdür. Devlet, tüm öteki tamamlayıcı ideolojik, siyasal ve kültürel kurumlarıyla, bir egemen sınıf örgütüdür. Devlet devrimci hareketten farklı olarak, kendi sınıfına net bir biçimde dayanıyor. Egemen durumundaki tekelci burjuvazinin devleti o, egemen ve dolayısıyla bilinçli bir sınıf bu, devlet onun hizmetinde ve bu nedenle de tam desteğine sahip.

Devrim cephesi bu açıdan büyük bir zaafiyet içerisindedir. Devrimci partiler ve örgütler çıkar, özlem ve istemlerini savundukları sınıf ya da tabakalara az-çok dayanmayı başarabilmiş değiller ve bazıları için bunun önünde kalıcı yapısal engeller vardır. Genel olarak alındığında ise, bir bütün olarak devrimci hareket bugün henüz geniş emekçi kitlelerin desteğini alamıyor. Nedenlerine burada giremeyeceğimiz bu temel zaafiyet, devrimcilerin döne döne devlet tarafından kolayca kırılmalarının gerisindeki en temel etken durumundadır.

Devrimci direnme geleneğinin tüm gericileri kahreden gücü

Ama kendi sınıfına, bir baskı ve egemenlik aygıtı olarak hizmet ettiği sınıfa dayanan, o sınıfın en tam desteğini alan, her türlü olanaklarını kullanan ve bu olanaklar sayesinde normalde devrimi desteklemesi gereken emekçiler kitlesinin de önemli bir bölümünü de kendi etki ve denetimi altında tutan bu devlet, buna rağmen, bu ülkede devrimci iradeyi ve devrimci gelenekleri ezemiyor. Bu çok ilginç, o ölçüde şaşırtıcı bir olgu olarak duruyor orta yerde. Böyle genel planda ifade edildiğinde, gerçekten biraz şaşırtıcı bir durum olarak görünüyor. Katliamın koşullarını hazırlayanlar ve katliama alkış tutanlar, katliamı mazur göstermek için en aşağılık bir kampanya yürütenler, tam da şu günlerde bu şaşırtıcı duruma ilişkin soruları ortaya koymaktan kendilerini alamıyorlar.

Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün kontr-gerillanın basındaki uzantısı olduğu artık herkesin malumu. Patronunun aynı zamanda ortağı da olan ve bu kapitalist konumuyla Gazeteciler Cemiyeti yerine TÜSİAD üyesi olmayı seçen bu adamın kontr-gerilla bağlantısı, Andıç skandalıyla da somut olarak ortaya çıkmış bulunuyor. İşte bu kontr-gerilla ajanı, bu TÜSİAD soytarısı, katliamın hemen ardından, “bu sorunu herkes çözdü de biz niye çözemedik?” diye yakınarak soruyor. Herkesten diğer ülkeleri ve sorundan da devrimci örgütlü mücadeleyi kastediyor.

Kuşkusuz bu soytarı gericinin iddiasını ciddiye almak için bir neden yok. Dünyanın hiçbir yerinde “sorun” çözülmüş değil ve çözülemez de. Tersine, dünyanın her yerinde toplumsal sorunlar, uzlaşmaz sınıfsal çelişkiler ve bundan kaynaklanan çatışma varlığını üstelik keskinleşerek sürdürüyor; dolayısıyla da, bu çatışmanın kaçınılmaz olarak beslediği devrimci mücadele, bu mücadelenin taşıyıcısı olan devrimci akımlar, ‘89 yıkılışının geçici olması kaçınılmaz geriletici etkisinden kurtularak yeniden güçleniyor, güç kazanıyorlar. Dünyanın her yerinde devrimciler, devrimci parti ve örgütler şu veya bu biçimde kurulu düzene karşı devrimci siyasal mücadele yürütüyorlar. Kolombiya’ya, Meksika’ya, Arjantin’e, Hindistan’a, Doğu Avrupa’nın yıkılmış rejimlerine, Sovyetler Birliği’nden geriye kalan ülkelere bakın. Dünyanın her yerinde sınıf mücadeleleri sürüyor ve bu mücadeleler zemininde devrimci akımlar yeniden toparlanıp güç kazanıyor. Devrimci akımlar yıkılışın sarsıntısını çoktan atlattılar. Her yerde bir biçimde bir direniş var, mücadele var, devrimci örgüt ve partiler var. Yani hiçbir ülkede kimse bir şey çözmüş değil. “Toplumsal sorun” bütün haşmetiyle orta yerde durduğu için, ondan kaynaklanan siyasal “sorun” da, siz bunu devrimci siyasal mücadele olarak anlayacaksınız, yerli yerinde duruyor. Onun için, herkes çözdü biz niye çözemedik sorusu, bir aldatmacadan, devrimci siyasal mücadelenin dünyada modası geçti bir bizde sürüyor aldatmacasından başka birşey değil. Buna da bu ülkede yalnızca dünyadan gerçekten tümüyle bihaber olan budalalar inanabilir ki, böylelerinin sayısı da çok değildir.

Ama gene de bu sözün dile getirdiği bir gerçek var. Kitle hareketinin uzun yıllardır kırılamayan geri düzeyi ve devrimci akımların kitlelerle bağının cılızlığı da düşünüldüğünde, Türkiye’deki devrimci direnç kapasitesi gerçekten de çok çarpıcı ve o ölçüde şaşırtıcıdır. Yığınların devrimci politik mücadele içerisinde kendilerini ifade edebildikleri bir toplumsal ortamda devrimcilik kuşkusuz kolaydır. Kolay olmaktan da öte, bu durum, olağan bir toplumsal-siyasal davranış biçimi haline gelir. Böylesi bir tarihi siyasi ortamda sayısız devrimci militan kitle hareketi bünyesinden adeta fışkırır ve devrimci partiler bu verimli toprakta kolayca boy verir, güçlenirler. Devrimci fedakarlık da kolaydır böylesi toplumsal koşullarda. Devrimci kararlılık ve fedakarlık böyle dönemlerde bir bakıma kitleseldir ve olağandır, şaşırtıcı ya da anlaşılması güç bir yanı olmaz bunun.

Ama bakıyoruz; Türkiye’deki devrimci yükselişin kırılma noktası 20 yıl öncesine aittir; aradan 20 yıl geçmiştir, henüz anlamlı bir yeni devrimci yükseliş ortaya çıkamamıştır. Buna rağmen, bu ülkenin devrimcileri büyük bir direnç, büyük bir irade gösterebiliyorlar. İşte bu gerici burjuva kampını hem kahrediyor, hem şaşırtıcı ve anlaşılmaz bulunuyor ve hem de bu onları büyük bir kaygının içine itiyor. Kitleler politik olarak kendilerini bulamadan biz bu ülkede devrimci akımları, onların güç ve ilham aldığı gelenekleri ezebilmeliyiz diye uğraşıyorlar, ama bunu bir türlü başaramıyorlar. Korkuları ve kaygıları bundandır. Bu direnç, bu inanç, bu fedakarlık, 19 Aralık katliamı vesilesiyle de görüldüğü gibi bu kahramanlık ezilmeden dayanırsa ve bir noktada kitlelerin devrimci sosyal hareketliliğiyle de birleşmeyi başarırsa, iş o zaman çığrından çıkar diye korkuyorlar, bunun derin kaygısı içindeler. Bunun içindir ki, biz niye çözemedik diye kaygıyla soruyorlar.

Bu topraklardaki sağlam devrimci damar

Neden bu ülkedeki devrimci örgütlerin neredeyse tümü hala orak-çekiç kullanıyorlar, diyor aynı kontr-gerilla uzantısı. Bu bir olgudur ve bu ülkenin tüm gericilerini kahrediyor. Bu, bu toprağın sağlıklı devrimci damarıdır. Bu toprakta, bu toplumun derinliklerinde bu inancı besleyen kökler olmasa bu inanç ve direnç gösterilemez. Gencecik insanların hayatlarını ortaya koyması o kadar kolay bir şey değildir. Bu bir oyun değil, bu bir heves hiç olamaz; faturası döne döne o kadar ağır biçimde ödetilen bir pratiktir ki, hiç kimse moda olsun, gençlik hevesi olsun diye böyle şeylere kapılmaz. Kaldı ki devrimcilik bir moda ve heves olmaktan çoktan çıktı. Son 20 yıldır dünya çapında büyük bir gericilik dalgası var ve bu tarihi koşullarda devrimcilik ancak gerçekten sağlam bir bilinç ve inançla sürdürülebilir bir siyasal eylem alanıdır.

Televizyonlarda her gün izliyorsunuz. Meydanlara çıkan insanlar, kafalarına döne döne jop ineceğini bile bile o meydanlara çıkıyorlar. Bunun hevesle, modayla, devrimciliğe kapılmakla bir ilgisi olabilir mi? O heves bin kere kırılırdı, mesele basit bir hevesten ibaret olsaydı. Ama buna rağmen insanların, genç devrimcilerin bu inatçılığı nereden geliyor? Demek ki, bu ülke topraklarında bir maya var. Demirel’in sözlerini yeniden hatırlayalım; biz otuz yıldır, Deniz Gezmiş’ten beri, bu izi silemedik, bu meseleyi çözemedik, diye yakınıyordu bu kanlı katil. Nasıl çözeceksiniz ki? Siz durmadan yeni mayalar çalıyorsunuz bu aynı toprağa, katliam ekiyor fırtına biçiyorsunuz. Türkiye devrimci hareketi 19 Aralık katliamından sonra, katliama karşı gösterdiği o müthiş direnişten sonra öylesine büyük bir prestij, öylesine büyük bir moral güç kazanmıştır ki, sizin bir parça sarsacağınız vardıysa bile o şansı böylece kaybettiniz. Akan kan unutulur mu? Kendini çiğnetmeden, cesedini çiğnetmeden hücreye girmeyi reddeden devrimcinin bu muazzam direnci ve özverisi unutulur mu?

Milliyet gazetesinde yazan bir faşist eskisi ise bir başka soru soruyor. Bugünkü CNN Türk’ün genel yayın yönetmeni, faşist MHP’nin ‘80 öncesi günlük gazetesi Hergün’ün başyazarı Taha Akyol’dan sözediyorum. Şimdilerde sosyolog yazar olmak havasındaki bu Aydın Doğan memuru, katliam sonrasındaki ilk yazısında, “neden bu kadar çoklar?” diye soruyor: Tamam fanatikler, bağnazlar, tamam hak ettiler ezilip katlediler, ama yine de dönüp kendimize sormamız lazım, niye bu kadar çoklar? Binlercesi içerde, binlercesi hergün Taksim’e, Kızılay’a çıkıyor, binlercesi yurtdışından destekliyor, bunlara bir de Kürtleri ekleyin, gerçekten şaşırtıcı sayılarla karşılaşırsınız!.. Bunlar neden bu kadar çoklar? Gelecek konusunda rahat olmak istiyorsak, dönüp bu meseleyi sosyolojik olarak incelememiz, temeldeki nedenleri bulup görmemiz gerekir vb., vb... Sosyolog özentili bu faşist eskisi, medya tröstü Doğan Holding’in bu dolgun maaşlı kiralık memuru da derin kaygılar içinde bunları sorup söylüyor.

Sistematik baskıyla, ağırlaşan sömürüyle, çözümsüz sorunlarınızla bu ülkede döne döne devrimi, devrimci akımları besleyen o toprağı siz kendiniz hazırlıyorsunuz. Bu durumda olup bitenin neyine şaşırıyorsunuz, neyini derinlemesine araştırıp ortaya çıkaracaksınız?

Toplumsal muhalefeti dizginlemek
devrimci öncüyü ezmekten geçer

Devrimci akımlar her zaman toplumsal gelişmenin ve çatışmanın politik ürünleridir. ‘60’lı yıllarda bu ülkede önce sol akımlar ortaya çıkmadı. Önce modern biçimler içinde sınıflar mücadelesi uç vermeye başladı. Büyük işçi hareketlenmeleri oldu, grev ve toplusözleşme hakkı için. Kavel türünden toplumda yankı yaratan grevler yaşandı, bunu izleyen başka eylemler ve direnişler gerçekleşti. 1965’de Zonguldak’ta, hava kuvvetleri de seferber edilerek bastırılan ve iki işçinin hayatına, onlarcasının yaralanmasına, yüzlercesinin tutuklanmasına neden olan işçi direnişleri oldu. Köylü hareketleri, toprak işgalleri ve üretici mitingleri oldu.

Genel olarak sol hareketlenme, çeşitli biçimleriyle sol akımlar bu toplumsal atmosferde boy vermeye başladılar. Bu genel sol hareketlenme ve güçlenme içinden, toplumsal çatışmanın giderek radikalleşen zemininden beslenerek adım adım devrimci akımlar şekillenmeye başladılar. Ne zaman ki sosyal hareketlilik kendini gösterdi, ne zaman ki kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı modern sınıflara dayalı bir sosyal çatışma kendini göstermeye başladı, bakıyoruz, tam da bunun ardından, bu topraklardan modern devrimci akımlar çıkmaya başlıyorlar.

12 Mart faşist darbesini önceleyen evrede, dönemin Genelkurmay Başkanı, “sosyal gelişme iktisadi gelişmeyi aşmıştır” diyor ve buna müdahale edilmesi gerektiğini söylüyordu. Sosyal gelişme modern halk hareketleri anlamına geliyordu. Sosyal gelişme iktisadi gelişmeyi aşmıştır, bunun önüne geçilmelidir diyen Amerikancı uşak takımı, CİA desteğinde darbe yaptı ve 12 Mart faşist saldırısıyla sosyal gelişmeyi dizginledi. Kırılan sosyal dalgaydı, sol ve devrimci akımlar acımasızca ezilerek yapıldı bu.

Dikkat edin, 12 Mart’la 15-16 Haziran direnişi arasında sadece altı ay vardır. 15-16 Haziran işçi ayaklanmasının ardından çok geçmeden 12 Mart geliyor. 15-16 Haziran görkemli bir sosyal patlamadır, ‘60’lardaki genel yükselişin tepe noktasıdır ve 12 Mart bunu ezmek için gelmiştir. Ama bütün bir tarihe bakın, sosyal hareketlerin ezilmesi, kitle hareketlerinin ezilmesi her zaman devrimci öncünün ya da o kitle hareketine öncülük eden siyasal akım her ne ise onun ezilmesiyle birlikte gider. Karşı-devrimin en büyük şiddeti öncüye yönelir. Çünkü hareketi başsız bırakırsanız, kolay ezer ve dizginlersiniz. 12 Mart faşist karşı-devrim saldırısı da bu kurala göre hareket etmiştir.

Devrimci örgütler yeni şekillenmişlerdi, kitlelerle ciddi bağları yoktu, kolay ezilip dağıtıldılar. Ölümden kurtulmuş devrimci militanları zindanlara tıktılar. Ama bu ezme ve yoketme hareketine karşı gösterilen direniş, sergilenen yiğitlikler, sehpaya tereddütsüzce yürüyüş, ölümüne direniş, işkencede ser verip sır vermeme tutumu, bu ülkede devrimci direniş geleneğini de mayalamış oldu.

12 Mart ortalığı düzlemişti görünürde. Ortada ayakta ve faaliyette olan tek bir devrimci parti ya da örgüt yoktu. Ama ‘73 yılından itibaren, daha ortada devrimci örgütler yokken ve arta kalan devrimci kadrolar zindandayken, bu ülkede yeni büyük bir sosyal dalga kendisini göstermeye başladı. Ama işçi grevleri üzerinden, ama öğrenci hareketleri üzerinden, ama faşist saldırı ve cinayetlere karşı adeta bir patlama halinde kendini gösteren genel anti-faşist kitle hareketleri üzerinden... Devrimci örgütler işte bu topraktan yeniden beslenerek, oluşup şekillenerek, ‘80’lere varıldığında ulaştıkları o büyük güce ulaştılar. Bu toprak, toplumsal çatışma ve hareketlenmenin o verimli toprağı, devrimci örgütlerin yeniden toparlanıp şekillenmesini alabildiğine kolaylaştırdı, neredeyse kendiliğinden bir iş haline getirdi. O dönem devrimci militanlar ve kitleler örgütlere adeta kendiliğinden akıyordu. Toparlanan devrimci akımlar da doğal olarak gelişen toplumsal dalgayı, kitlelerin devrimci mücadelesini güçlendirdiler, demek oluyor ki, kendilerini besleyen toprağı gerisin geri beslediler. 12 Eylül faşist darbesi bunu dizginleyip ezmek için gerçekleştirildi. Bir kez daha doğrudan CİA planlaması ve yönlendirmesi altında.

12 Eylül darbesiyle ezilen halk hareketidir. Ezilen, 12 Eylül olduğunda grevdeki 85 bin işçinin direnişidir. Ezilen, binlerce, onbinlerce kişiyle yapılan militan politik kitle gösterileri, anti-faşist kitle eylemliliklerdir. Ama her zaman olduğu gibi, burjuva gericiliğinin şiddeti öncelikle devrimci halk hareketinin örgütlü öncü kesimine yönelmiştir. Öncelikle onu ezmiştir, onu ezmeyi başardığı ölçüde de böylece emekçi hareketini de dizginlemiş, yatıştırmış, kontrol altına almıştır.

Ama bakıyoruz, bu darbe toplumsal muhalefeti ve onun örgütlü öncü kesmini ezmekle kalmıyor, 24 Ocak Kararları olarak tanımlanan acımasız bir iktisadi-sosyal programı da hayata geçiriyor. Bu, işçi sınıfının ve emekçilerin sosyal ve iktisadi açıdan yıkımı anlamına geliyor. Bu büyük bir yoksullaştırma harekatıdır. Toplumsal muhalefetin ezilmesi, aynı zamanda bunun için gerekli olmuştur.

‘74’ten itibaren kendini gösteren dalga zaten büyümüş ve ülke çapına yayılmış. Burjuva karşı-devrim bunun yarattığı ağır sorunlar altında bunalmakla kalmıyor, daha bir de ağır iktisadi bunalımın faturasını işçi sınıfına ve emekçilere ödetmek anlamına gelen kapsamlı bir iktisadi-sosyal saldırıyı gündeme getiriyor. Darbeden 8 ay önce gündeme getirilen ve 24 Ocak Kararları adı verilen İMF reçetesi, bunun ifadesi. Mevcut halk hareketiyle başa çıkamayanlar daha bir de mücadele içindeki bu halk kitlelerini daha da yoksullaştırmak istiyorlar. Bunu ancak acımasız bir karşı-devrim saldırısına geçerek yapabilirlerdi. Ortalığı düzlemeli, kendi deyimleriyle düzen ve huzuru sağlamalılardı ki, bu yeni sosyal yıkım programını hayata geçirebilsinler. Artı, emperyalizme kölece bağlı bir rejim olarak emperyalizmin bölgesel ihtiyaçlarını karşılayabilsinler. 12 Eylül faşist saldırısı işte bunun için gündeme geldi.

Toplumsal sorunu çözmedikçe devrim
sorununa bir çözüm bulamazsınız!

Konuyu ayrıntılandırmadan, en özet biçimde geçmeye çalışıyorum. 12 Eylül askeri faşist rejimi toplumsal muhalefeti dizginledi ve devrimci hareketi ezdi. Solun büyük bir kesiminde umutsuzluk ve yılgınlık yarattı. Tasfiyecilik devrimci hareketi büyük ölçüde tahrip etti, içinden yıktı. Bunun etkileri daha geçmemişken, bu kez üzerine bir de Sovyetler Birliği ve Doğu Avruda’daki yıkılış bindi. Bu yıkılışın karşı-devrimci etkisiyle sol akımlar daha da tahrip oldular, tasfiyeci dalgalar birbirini izledi.

Ama kendi payına tüm bu elverişli koşullara rağmen, düzen temel iktisadi ve sosyal sorunlarının hiçbirini çözemedi. Türkiye kapitalizmi kırk yıldır döne döne aynı yapısal çözümsüz sorunlarla boğuşmaktadır diyoruz sık sık. Durumun tam da bu olduğu, son 40 yıl üzerinden bakıldığında apaçık duruyor orta yerde. Türkiye kapitalizminin çözmekte aciz olduğu yapısal sorunlar döne döne kendini yeniden üretiyor. Ekonominin bir türlü kriz batağından çıkamaması, döne döne işsizlik üretiyor, yoksulluk üretiyor, konutsuzluk üretiyor, eğitimsizlik ve daha da kötüleşen sağlık sorunları üretiyor, en temel demokratik hak ve özgürlüklerden yoksunluk süreklilik kazanıyor, sosyal hakların gaspı süreklilik kazanıyor. Özetle düzen düze çıkamıyor ki, devrimci hareketin beslendiği toprağı kurutabilsin. Devrimci bilinci ve inancı yaratan zemini ortadan kaldırabilsin. Dolayısıyla Andıç skandalının basındaki uzantısının sözünü ettiği “sorunu” çözebilsin. Aydın Doğan’ın CNN Türk yönetici memurunun kaygı duyduğu sayıları yatıştırıcı düzeylere düşürebilsin.

24 Ocak Kararları acımasızlıkla uygulandı, ama bu bir şey mi çözdü? Gene işsizlik, gene enflasyon, gene bütçe ve dış ticaret açıkları. Üstelik daha da büyümüş olarak... Ekonominin rantiye bir ekonomiye dönüşmesi, sosyal sorunların ağırlaşması, gelir uçurumunun derinleşmesi, sosyal hakların budanması, temel hak ve özgürlüklerin tanınmamasının süreklilik kazanması, demek oluyor ki sistematik baskı ve terörün kurumlaşması ve olağanlaşması vb., vb... Tüm bu sorunlar sürekliliğini koruyor. Toplumda sosyal çatışma, dolayısıyla siyasal çatışma üreten zemin olduğu yerde duruyor. Bu böyle ise eğer, bizdeki “sorun”un çözülmemiş olmasının neyine şaşılıyor? Faşist devlet terörünün tüm yıldırıcı sonuçlarına rağmen militan devrimcilerin binleri, onbinleri bulmasının neyine akıl erdirilemiyor? Tam tersi bir soru daha anlamlı olmaz mı? Niye bu kadar azlar, nasıl oluyor da Türkiye’nin bu ağır toplumsal ortamında sayıları yüzbinleri, milyonları bulmuyor diye sorup şaşmaları gerekmez mi? Ama belli ki, bunca baskıya, teröre, katliama, işkence ve zindana rağmen bugün binler ve onbinler halinde dayanmayı başaranlar, bu gidişle gelecekte yüzbinleri, milyonları da bulacaklardır diye düşünülüyor. Asıl kaygı yaratan da bu oluyor...

Düşününüz, kaç yıldır, 28 Şubat’ın da düzlediği uygun ortamda, irtica ve laiklik adı altında toplumsal muhalefetin önemli bir kısmı orduya yedeklendi. Bu ortamda serbestçe uygulanan programlara, gündeme getirilen saldırılara, son bir yıldır acımasızca uygulanan İMF reçetelerine rağmen, ülke ekonomisi bir anda batma noktasına geliyor. Borsa bir anda çöküyor, büyük bir panik başlıyor. TÜSİAD katliamdan üç gün önce Ankara’da yaptığı toplantıda, ülke uçurumun eşiğindedir, diyor ve hükümeti en ağır biçimde suçluyor ve uyarıyor. Katliamdan sadece iki gün önce, İstanbul Ticaret Odası Başkanı, MGK duruma el koymalıdır ve bir teknokratlar hükümeti kurulmalıdır, diyor. Yani ara rejim, yani örtülü askeri darbe, yani 12 Mart türü bir faşist saldırı rejimi istiyor. Bunu ardından İstanbul Sanayi Odası destekliyor. Zaten 28 Şubat’tan beri fiili bir darbe durumu var, ama daha ileri bir şey öneriyor asalaklar takımı. Parlamento tümüyle devreden çıkarılsın, atanmış teknokratlardan bir ara rejim hükümeti kurulsun diyorlar.

Bunlar hep bu rejimin, Türkiye’nin kapitalist düzeninin bizim o çözümsüz sorunlar olarak nitelediğimiz sorunlar yumağıyla nasıl da tıknefes olduğunun birer göstergesi. Henüz çok güçsüz, örgütsüz ve dağınık olan devrimci akımların büyük bir acımasızlıkla ezilmesi işte tam da bunun için gerekli. Çünkü bu toprak, bu çözümsüz sorunlar, kaçınılmaz olarak sınıf mücadelesini ve sosyal muhalefeti üretecek. Sosyal muhalefet devrimci siyasal öncüyle birleşemediği sürece bir biçimde aldatılır, kontrol altına alınır. Patlarsa da dağınık bir patlama olur bu, kolayca ezilir ve uzun bir zaman için geride kalır. Yeni bir patlama için yeni bir on yıl gerekir. Ama gelişen sosyal hareketlilik devrimci öncüyle buluşursa, işte bu çok tehlikeli olur asalaklar düzeni için. Bundan çok korkuyorlar ve böyle bir şeyi düşünmek bile istemiyorlar. F Tipi bunun için dayatılıyor, oluk oluk devrimci kanı bunun için akıtılıyor. Kanlı bir katliamı hep birlikte kendilerinden geçmiş halde bunun için alkışlıyorlar ve katliama rağmen kırılamayan devrimci direnişi/iradeyi görüp bunun için kahroluyorlar.

Katliamı borsa krizi ve İMF’ye sunulan
“Ek Niyet Mektubu” önceliyor!

Mevcut tabloya dikkatle bakın. Son bir yıldır en düşük ücret politikaları uygulanıyor, hedeflenen enflasyon adı altında en düşük maaşlar ve taban fiyatları dayatılıyor. Sosyal haklar peşpeşe gaspediliyor. Özelleştirme büyük bir yaygınlıkla ve hızla uygulanıyor. Bir sürü başka saldırı yaşanıyor. Bütün bunlara rağmen, aradan bir yıl geçiyor, borsa çöküyor, bankalar batıyor. TÜSİAD, uçurumun eşiğindeyiz, son bir şansımız var, ya kullanırız ya da uçurumdan aşağı düşeriz, diyor. İTO, 12 Mart türü bir ara rejim istiyor. İşte devrimcilere ve onların bir kolu olarak devrimci tutsaklara yönelen acımasızlığın gerisinde bu iktisadi-sosyal gerçeklik var.

Dikkat ediniz; borsa batıyor, İMF başkanı Türk hükümetine bir mektup gönderiyor, katliamı hemen önceleyen günlerde oluyor bu; derhal THY’yi, Telekom’u özelleştireceksiniz diyor, demekten öte buyuruyor bu mektupta, İMF başkanı. Bunlar çok kritik, milliyetçi duyarlılıklardan dolayı özelleştirilmesi çok kolay olmayan alanlar. Bunları özelleştireceksiniz, yönetimde ağırlık yabancı şirketlere verilecek, ek vergi koyacaksınız, memurlara “0” zam vereceksiniz, Merkez Bankası’nı devlet denetiminden çıkaracaksınız, kamu bankalarını özelleştireceksiniz, bütün bunları derhal yapacaksınız, diyor. Bütün bunlar derhal yapılacaktır diye mektup yazılıyor ve borsadaki çöküntü ancak bu sayede engellenebiliyor. Ve katliam böyle bir ortamda ve İMF’ye gönderilen “Ek Niyet Mektubu”dan yalnızca bir gün sonra gerçekleştiriliyor. Bunlar birbirinden kopuk değil, tam tersine, birbirinin organik uzantıları.

Rejimin egemenleri, onların emperyalist akıl hocaları, siz bu sorunlarla yıllarca boğuşabilir, ama gene de ayakta kalabilirsiniz, yeter ki örgütlü toplumsal muhalefete şans tanımayın, diyorlar. Ve bugün yapılmak istenen şey bu, bu ülkede devrimin kökü kurutulmak isteniyor. Binlerce devrimciyi alıyorlar, işkenceden geçiriyorlar, en sıradan sebeplerden dolayı on küsur yıl ceza veriyorlar. Ama yetmiyor, inançları kırılamadığı için mücadelenin kökü kazınamıyor. O kök kazınamadığı için ve kazınabilsin diye de bu kadar korkunç bir acımasızlık gösteriyorlar.

Devletin F tipindeki ısrarı, bu ülkedeki devrimci damarı kurutmak konusundaki “kararlığının” bir ifadesi. Ama bu gözü dönmüş kararlılığın gerisinde bir zayıflık var. 800 bin kişilik ordusu, 250 bin kişilik polis ordusu, onbinlerce kişilik özel kuvvetleri, örgütlü bir medyası, koca bir devlet aygıtı ve bürokrasisi olan 65 milyonluk bir ülkede, birkaç bin insan devrimcilik yapsa ne olur ki? Güçlü olan, eğer gerçekten güçlüyse, buna katlanır, bu sayıyı uğraşmaya değmez bulur geçer. Ama demek ki tüm hamasi nutuklara rağmen gerçekte bu devlet hiç de güçlü değil, tam tersine, temeli fazlasıyla çürük bir zemin üzerine oturuyor.

Örneğin Alman tekelci burjuvazisi bugün için katlanıyor. Neden? Çünkü bugün için gerçekten güçlü, Türkiye’de 15 yıl hapise mal olan bir politik eylem Almanya’da serbest. Çünkü Alman kapitalizmi bugün için güçlü, ama bugün için. Bu aynı ülkenin geçmişinde toplumsal muhalefetin ezilmesi için faşizm vardır, biz bunu da biliyoruz. Toplumsal muhalefeti insanlık tarihinin gördüğü en kudurmuş bir faşist saldırganlıkla ezebildi Alman tekelci burjuvazisi zamanında. Günü gelecek buna yine başvuracak. Bugün için güçlü ve katlanıyor, ama bu yanıltıcı olmamalı, tarih ortada.

Ama Türkiye’deki katlanamıyor. Çünkü Türkiye’deki temel çok çürük, Türkiye’nin kapitalist düzeni çok güçsüz ve soluksuz. İşçi sınıfını açlığa ve işsizliğe, memurları işsizliğe ve düşük maaşlara, gecekondularda yaşayan yarı-proleter yoksul yığınları sahipsizliğe ve sefalete, tüm çalışan kesimleri en temel demokratik ve sosyal haklardan yoksunluğa, mezarda emekliliğe mahkum eden irade neyse, devrimcilerin üzerine acımasızlıkla yürüyen de aynı iradedir. İlki iktisadi ve sosyal alandır, sınıflar ilişkisi alanıdır; ikincisi ise, son tahlilde bu sınıf ilişkileri ve çatışmasının yansıdığı, örgütlü siyasal güçler alandır.

Devrimcilerin, açlığa, yoksulluğa, işsizliğe, sefalete mahkum edilen kitlelerle buluşma yeteneği henüz çok zayıf. İşte bu zayıflık aşılmadan hareketi ezmek ve kökünü kurutmak istiyor düzen ve devlet cephesi. Ama kurutamıyor, her saldırı, her katliam bir biçimde ters tepiyor.

Ne yapıyorlarsa ters tepiyor

Devlet cephesinde şimdi açıkça anlaşılıyor ki, bir katliamı göze alırsak, 20-30 tane ceset çiğnersek bu işi böylece çözeriz, siyasal bedeline de katlanırız, olur biter hesabı yapıldı. Bu hesap yanlış bir hesaptı, bu nedenle Bağdat’dan dönmüştür. Katliam ters tepmiştir. Katliam devrimci harekete büyük bir politik ve moral güç sağlamıştır. Aynı şekilde gerici cepheye de büyük bir moral ve manevi yenilgi tattırmıştır. Bunca katliama rağmen, bunca vahşete rağmen kırılamayan irade gerici düzen cephesini kahretmiştir. O manşetlerdeki, televizyon programlarındaki kudurmuşluğun gerisinde tam da bu kahrolmuşluk var, bundan gelen zayıflık var. Koca bir devlet aygıtına, muazzam bir propaganda aygıtına, onca imkana sahip bir sınıf, bu sınıfın temsilcisi olan bir devlet, 65 milyonluk bir toplumda kalkıp birkaç bin devrimci tutukluyla böylesine uğraşır mı? Bu kadar kin kusulur mu, bir parça gücü olan bunu yapar mı? Ama yapıyorlar işte!

Ama ne yapıyorlarsa ters tepiyor. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı asarak, bu işin önünü almak istemişlerdi. Ama İHD’nin katliam sanrasında F Tipine götürülenlerle ilgili sunduğu bin ikiyüz küsur kişilik isim listesine bakın. Bunlar içinde 10-15 tane İnan ismi var.

Yine kaç tane Özgür, kaç tane Devrim, kaç tane Barış ismi var. Deniz Gezmişler’i toprağı kurutmak için asmışlardı. Ama onların gösterdiği yiğitlik bu ülkenin topraklarını sadece suladı. Biz bu tarihsel topraktan besleniyoruz. Halkımız, işçi sınıfımız henüz büyük devrimci kahramanlıklar göstermiş değil. 15-16 Haziran ile, tek tek bazı işçi direnişleriyle övünebiliyoruz henüz. Kuşkusuz bu direnişlerden, emekçilerin onlarca yıllık mücadelesinde aldığımız çok şey var. Ama devrimcilerin düşmanı kahreden o iradesini, büyük bir şaşkınlıkla karşılanan o direnme kapasitesini yaratan, tam da devrimcilerin kendi öz emeğidir henüz. Deniz Gezmişler’le başlayan devrimci direniş çizgisidir bu. İşte bu geleneği ezemiyorlar, bu damarı kurutamıyorlar. Kurutmak bir yana, yeni katliamlarla sadece besliyorlar.

Ulucanlar katliamına yılgınlık ve teslimiyet eşlik etseydi, bu bizim için büyük bir politik ve moral darbe olurdu. Katliam vardır, yener, yıldırır ve gerçekten çok şey kaybettirir. Siz fizik olarak kaybetmekle kalmazsınız, politik ve moral olarak da kaybedersiniz. Asıl büyük kayıp da politik ve moral alanda yaşanır zaten. Yenilgi vardır, fizik olarak ezilirsiniz, ama buna karşı öylesine büyük bir direnç gösterirsiniz ki, bu sizi kuşaklar boyu yaşatır. Paris Komünü’nün bugün bütün bir ilerici insanlık için, dünyanın her yerindeki devrimci işçi-emekçi hareketleri için tükenmeyen bir ilham kaynağı olması gibi.

Henüz bir şey çözmüş değiller!

Ve biz bu çatışmada henüz yenilmiş de değiliz. Neydi sorun, hücrelere girmemek, hücrelere girmeyi kabul etmemek. “Ölürüz ama teslim olmayız!”, “cesetlerimizi çiğnemeden bizi hücrelere sokamazsınız!” diyorduk, değil mi?. Öldük ama teslim olmadık, halihazırdaki tablo bu değil mi? Cesetlerimizi çiğnemeden, 30 küsur devrimci insanımızı öldürmeden bizi o hücrelere sokamadılar, mevcut durum bu değil mi? Soktular da ne oldu, direnişimizi buna rağmen kıramadılar, değil mi?. Katliamın hemen öncesinde 280 Ölüm Orucu direnişçisi vardı, şimdi bu sayının her geçen gün arttığını kendileri açıklıyorlar. Düşmanın bizi yenebilmiş olması için direnişimizi kırması lazımdı. Direniş kırılmadı, direniş sürüyor, gitgide büyüyerek üstelik.

Ne oldu? Devlet katliamcı hunharlığını kitleler ve bütün bir insanlık önünde ortaya koydu, katliamcı kimlik üzerinden kaybeti. Artı, devrimcilerin gösterdiği korkunç direniş, buradaki politik ve moral irade üzerinden kaybetti. Artı, yalanları çöktü oradan kaybetti. Bunlar örgüt baskısıyla bu işi yapıyorlar, koğuş sistemine son verin bu iş biter, dedi. İnsanları tek tek denetime almışlar, hücrelere kapatmışlar, sabah akşam işkence yapıyorlar, ama tüm bunlara rağmen bitiremiyorlar. Şurada bitti, insanlar tedaviyi kabul etti diyemiyorlar...

Sahte Ölüm Oruçları diyorlardı, Tabipler Birliği bu yalanı suratlarına vurdu, raporlar elimizdedir, isteniyorsa hepsini tek tek açıklayalım denildi. Ama yakında insanlar peşpeşe öldüklerinde, bu onların suratına yeni bir kamçı olarak inecek, bir yenilgi de oradan alacaklar. ‘96’da Şevket Kazan da bunlar gizli gizli yiyorlar dedi. Demesine kalmadı, insanlar ölünce yerin dibine girdi. Şimdi aynı adam bugünkü Adalet Bakanı’nın gaflarıyla alay ediyor, aczini tartışıyor.

Bir şey çözmüş değiller! Teslim alamadıktan sonra, devrimcileri koğuşlardan çıkarıp zorla hücrelere sokmuş olmaları bir şeyi değiştirmiyor. İradesini kırarak insanları oraya sokmak başkadır, iradesini alevlendirerek sokmak başka. İradesini kırdı mı, arkası da beynini ve yüreğini teslim almaktır artık. Ama insanlar daha büyük bir kararlılıkla direniyorlar. Şimdi ne yapacak rejim, “gebersinler!” mi diyecek? Göreceğiz! Devlet olabilmek için bir parça da meşruiyet gereklidir. Öyle sınırsızca katliam yapamazlar, bu mümkün değil. 25-30 kişiyle bu işi çözeriz, bunun da yükünü üstleniriz diye hesaplıyorlardı. Direnişi kırmış olsalardı, 25-30 kişinin katili olma pahasına sorunu çözmüş olurlardı. Ama henüz bir şey çözmüş değiller...

(Devam edecek...)