Yaşamak güzel şey be kardeşim!
Yeni okuduğum Yaşamak güzel şey be kardeşim romanıyla ilgili düşüncelerimi paylaşmak istedim.Yaşamak güzel şey be kardeşim, bu toprakların en güzel şiirlerinin yazarından, Nazım Hikmetten bir roman ve o güzel şiirlerinin gölgesinde kalıyor. Ama bu önyargıdan uzaklaşılarak okunmaya başlandığında ne kadar yanlış düşünüldüğü anlaşılıyor. Yazar kitabın ana karakterine kendisini koyarak romana otobiyografik bir yapı kazandırmış. Ayrıca kendinin ve dostlarının başından geçenleri anlatarak, yaşadıklarını bizlere ulaştırıyor. Kitaptaki karakterler, bütün baskılara, işkencelere ve sistemin onlara çıkardıkları her türlü engele rağmen mücadelelerinden vazgeçmeyen kararlı insanlar. Olaylar genelde Rusya ve Anadoluda geçerken, yazar bu olayları bildiğimiz zaman akışını değiştirerek anlatıyor. Olaylar 1920li ve 40lı yıllara gidip gelirken, duvarlara atılan çentikler yaşananları birleştiriyor. Romanın sonunda yazar, yaşamı birlikte güzelleştirdikleri dostlarıyla veda ediyor okurlarına
Bence dönemin olaylarının ve o dönemdeki devrimcilerin yaşadıkları zorlukların, insan ilişkilerinin sıcaklığıyla anlatıldığı, okumaya değer bir eser.
Yaşamak güzel şey be kardeşim diğer romanlarına rağmen, Nazım Hikmetin ilk ve son romanı bence. Farklı bir tarzın başarıyla işlendiği romanda yazar kendi hayatının bir özetini sunmuş bize. Otobiyografik özellikler taşısa da, bundan bağımsız olarak bir bütün içinde zevkle okunuyor. Nazım Hikmet şahsında o dönem insanlarını, Türkiyesini, Rusyasını tanıyoruz.
Yaşamak güzel şey be kardeşim romanından büyük zevk aldım. Otobiyografik bir roman olması kitaba olan ilgimi daha da arttırdı. Daha önce şiirlerini okuduğum Nazım Hikmetin ilk olarak bir romanını okudum. Şiirlerinden aldığım tadı aldığımı söyleyebilirim.
Otobiyografi
1902de doğdum
doğduğum şehre dönmedim bir daha
geriye dönmeyi sevmem
üç yaşımda Halepte paşa torunluğu ettim
on dokuzumda Moskovada komünist üniversite ögrenciliği
kırk dokuzumda yine Moskovada Tseka-Parti konukluğu
ve on dördümden beri şairlik ederim
kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
hapislerde de yattım büyük otellerde de
açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir
otuzumda asılmamı istediler
kırk sekizimde barış madalyasının bana verilmesini
verdiler de
otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre kare betonu
elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum Pragdan Havanaya
Lenini görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924de
961de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır
partimden koparmağa yeltendiler beni
sökmedi
yıkılan putların altında da ezilmedim
951de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün
52de çatlak bir yürekle dört ay sırtüstü bekledim ölümü
sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım
su kadarcık haset etmedim Şarloya bile
aldattım kadınlarımı
konuşmadım arkasından dostlarımın
içtim ama akşamcı olmadım
hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı
ne mutlu bana
başkasının hesabına utandım yalan söyledim
yalan söyledim başkasını üzmemek için
ama durup dururken de yalan söyledim
bindim trene uçağa otomobile
çoğunluk binemiyor
operaya gittim
çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın
çoğunluğun gittiği kimi yerlere de ben gitmedim 21den beri
camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye
ama kahve falıma baktırdığım oldu
yazılarım otuz kırk dilde basılır
Türkiyemde Türkçemle yasak
kansere yakalanmadım daha
yakalanmam da şart değil
başbakan filan olacağım yok
meraklısı da değilim bu işin
bir de harbe girmedim
sığınaklara da inmedim gece yarıları
yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında
ama sevdalandım altmışıma yakın
sözün kısası yoldaşlar
bugün Berlinde kederden gebermekte olsamda
insanca yaşadım diyebilirim
ve daha ne kadar yaşarım
başımdan neler geçer daha
kim bilir
Nazım Hikmet, bu şiiri yazdıktan iki yıl sonra Moskovadaki evinde geçirdiği kalp krizi sonunda hayata gözlerini yummuştur. Doğumunun 101. yılında işçi sınıfının büyük devrimci şairini saygıyla anıyoruz.
Ekim Gençliği Kültür ve Sanat Komisyonu
Yeni kitap önerisi:
Çocuğun her sabah uyanırken düşündüğü tek şey Bugün dayak yiyecek miyim? sorusuydu. Okul arkadaşları evlerinde dayak yemediklerini söylediklerinde onları yalancılıkla suçluyordu. Akşama kadar azarlanma saplantısı içinde yaşıyordu. Lâtince gramerinin üzerine eğilip o günün gürültüsüz patırtısız geçmesi için dua ediyordu. Ama kapının ardındaki ayak sesleri yaklaşıyordu. Geniş omuzları, kara sakalı, çalı gibi gür kaşlarıyla baba giriyordu içeri. Üstünde kalın palto, ayaklarında deri çizme...
Hadi bakalım doğru dükkâna Anton!
Anton gözleri dolu dolu:
Dükkân soğuk. Okuldan çıktım çıkalı hep üşüyorum. diyordu.
Önemi yok, sıkı giyin, üşümezsin!
Ama yarına çok dersim var.
Yallah, hadi dükkâna, orda çalışırsın. Oyalanma!
Lâtince gramerini koltuğunun altına alarak babasının ardında sokağın dondurucu karanlığına dalıyordu çocuk.
Dükkân yakınlardaydı. Dükkândaki iki küçük çırak ısınmak için tepiniyor, soğuktan morarmış elleriyle yüzlerini ovuyorlardı. Baba çocuğu dükkâna soktuktan sonra küt diye kapatıyordu kapıyı. Anton gözyaşlarını sile sile, sümüğünü çeke çeke bir sabun sandığına oturup defterini, kitabını açıyordu. Kalemini mürekkep hokkasına batırmak istediğinde, kalemin çelik ucu bir buz tabakasına rastlıyordu. Bu çocuk Anton Çehovdu.
Bir sonraki sayı için Anton Çehovun öykülerini öneriyoruz. Farklı yayınevinden çıkan öyküleri severek okuyacağınızı düşünüyoruz.
Yorumlarınızı bekliyoruz.
|