Ekim Gencligi ARSIVKIZIL BAYRAK
 
Kasım 2003
Sayı: 66
 İçindekiler
  Ekim Gençliği'nden...
  YÖK Yasa Tasarısı'na karşı eyleme, boykota, Kızılay'a!
  6 Kasım gösterileri...
  Ankara sokaklarında militan direniş!
  İstanbul'da 6 Kasım eylemleri...
  Diğer üniversitelerde 6 Kasım...
  5 Kasım'da Kemal Gürüz'ün görev süresi doldu...
  Eyleme, boykota, direnişe...
  Irak bataklığında dibe doğru
  Kampanyamıza işçilerden destek!
  Kampanya çalışmalarımızdan....
  İstanbul Üniversitesi kampanya çalışması...
  Etkin bir pratikle faaliyetimiz sürüyor!.
  ODTÜ'nün arkası: Bir silah fabrikası....
  ODTÜ-İSEM sömürü üretiyor!.
  YÖK'e, tasarıya ve emperyalist işgale karşı görev başına!
  "Sosyal Konsey"
  25 Ekim "Cumhuriyeti kollama" yürüyüşü...
  Rektörlere ve darbe çığırtkanlarına karşı komünistler alanlardaydı!
  Yeni Ekimler'in partisi 5 yaşında!
  Parti gençliğin omuzlarında yükselecektir!
  İÜ'yü parti sloganları ile inlettik!
  Alman Kasım Devrimi
  Komünist Tartışmalar
  Filistin'e barıış ancak zaferle gelecek!
  Onuruyla direnen ülke: Küba
  Politeknik direnişi
  Şehir uyanacak bir gün...
  Yabancılaşmış hikayeler...
  Gökhan Birben'le söyleşi
  "Yaşamak güzel şey be kardeşim!"
  Ankara Gazi Lisesi'nden...
  Okur mektupları



 
 
Yabancılaşmış hikayeler...

Kareli yaşamlar: Televizyonu doldurun!

Bireylerin dramlarını sahiplenme konusunda oldukça duyarlı olan bizler, haklı olsun olmasın ekrana çıkıp ağlayan her beşerin ardından önemli önemsiz savunmalar geliştirip, onları sonuna kadar sahipleniyoruz. Genelde medya tarafından net olarak yönlendirilmiş yargılarımız, yine medyanın sunduğu yeni gelişmeler ekseninde değişiklikler gösteriyor; ama sonuç itibariyle, gazete ve televizyonlarda en son suçlu ilan edilen, bize unutturulana dek aklanamıyor. Bu sahiplenme her zaman iki taraf arasından birini sahiplenme şeklinde olmuyor. Bazen hiç değmeyecek insanların hastalıklarına saatlerce gözyaşı döküyoruz. Ancak bu arada tam da yanımızda, belki evimizde olan birçok şeye karşı oldukça katı ve duyarsız kalabiliyoruz.

Bizleri ağlatıp rahatlatma (!) misyonuyla hareket eden programcılar bir yandan da bizlere türlü türevli seçenekler sunuyorlar. Televizyona çıkarılan lösemili çocuklar, evliliği biten ailemizin sevgilisi bilmem kim, dizi çekiminde ayağı burkulan ünlü sanatçımız!

Ailece dolmuş gözlerle ana haber bültenlerinden ve günlük gazetelerden takip ediyoruz bunları. İnsanlar dua ederken artık onlardan haberi bile olmayan birçok kişiyi de ekliyor listelerine. Ve sohbetler bu insanlar üzerinde o denli yoğunlaşıyor ki, insanlar kendi sıkıntılarını paylaşmaya ya da çözmeye vakit bulamıyor.

Programların tamamının hedefi, yoksul halk kitlelerini televizyona bağlamak. Bir dönem “Yarınlar Umut Olsun” trajedisi haftanın bir gününün önemlice bir zaman dilimini kapsıyordu. Bu programda gerçekten yardıma muhtaç ve hasta çocukların ihtiyacı gideriliyordu (!) Ama nasıl? Bütçesinden bir ay içinde 1 milyarın çıkması kendisini kesinlikle sarsmayan bir asalak patron, bu ulvi yardımı ismini duyurup reklamını da yaparak, bilmem kimle tenis oynamak şartıyla aciz çocuğa adeta lütfediyordu. Programın sunucusu kendinden geçercesine ağlayarak ona teşekkürlerini iletiyor, hasta çocuğun annesi minnettar kalıyor, tüm Türkiye bu çıkarcı iş adamını alkışlıyordu.

Aynı saçma senaryolar “Film Gibi” programında da sürüyor. Bir süre üç ayrı kanalda aynı anda Film Gibi programı vardı. Bu iki program öne çıkmış örnekleri olmakla beraber bunlara benzer bir çoğunun da felsefesi sadece ve sadece ağlamak. Ne kadar ağlatmayı başarırlarsa o kadar başarılı oluyorlar.

Gün geçtikçe bir küpün içine hapsoluyoruz. Yaşantılarımız karelere bölünüyor. Başka insanların özel yaşantılarına duyduğumuz merak zamana endeksli olarak arttıkça, yaşadığımız dünyayı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışma şevkimiz o kadar kırılıyor.

“Bana bir masal anlat baba!” Belki de artık birilerinin bu şarkıyı susturmasının zamanı gelmiştir. Belki de tüm bu karelenmiş ve karalanmış hayatlar masalların yarattığı pespembeliğin bir yıkımıdır. Halbuki çözüm şarkıyı susturmakta değil de şarkının diğer sözlerini de dinlemekte belki de. “Bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun. Güneş, deniz, ay, balıklar olsun.”

Bu şarkının gerisi, “Bana gerçekleri içinde saklayan bir masal bul ve anlat baba” diye gelmeli. “Baba bana gerçekleri masal gibi anlat ki daha kolay anlayayım, ama anlayıp hayatı daha iyi kavrayayım” diye gelişmeliydi belki de.

Ancak masallar böylesine içerik değiştirirlerse, erken yaşta yaşamdan kopuşun önüne geçebiliriz. Bu sayede çocuklar sınıf atlama kompleksiyle dolu Külkedisi’ne özenmez. Bu sayede çocuklar bulunduğu konumu sorgulamak yerine müthiş bir kabullenme sistemi geliştirmiş olan Polyanna ile tanışmazlardı. Ayrıca bu masallar olmadığında çocuklar bir peri ile tanışamamanın yıkımını yaşamak zorunda kalmazlardı.

Çocuklara sınıf ayrımını ya da elitizmin varlığını masallar aracılığıyla anlatabilmek güzel ancak onlara bu politikaları bu yolla kabul ettirmek çok tehlikeli. Küçük yaşta çocuklar kendileri olmaktan memnun olacaklarına prens olamamaktan mutsuz oluyorlar. Örneğin neden kurbağaya dönüşmüş olan bir prens de “sıradan” bir insan değil. Neden onu öpen bir prenses de sıradan bir kadın değil. Bu haliyle masal büyüsünden bir şey kaybeder miydi? Hayır çünkü çocuklar prens-prenses kavramlarıyla tanışmadıkları ölçüde onlara öykünmeyeceklerdi de. Hatta kurbağa “sıradan” insana dönüştükten sonra kendisini kurtaran “sıradan” kıza teşekkür edip, yürüyüp gitseydi, bu masal kaç çocuğu mutsuz ederdi? Hiçbir çocuk mutsuz olmazdı. Çünk&uum; çocuklara mutlu sonun illa ki aşk olduğunu dayatan da bu masallar.

Bütün bunları açıklamak için de yaşadığımız sisteme göz atmak yeterli. Aile içinde gayet tetikleyici olabilecek olan çocuğun isyanının başlamadan önünün alınması. Çünkü bu masallar sayesinde son derece zor koşullar ve türlü yoksunluklar içinde yaşayan çocuk tepkisiz kalmayı tercih eder. Çünkü bir gün o da Külkedisi gibi ödüllendirilecektir. Ya da kendine Polyanna’yı örnek alarak sistemi olduğu gibi kabullenir ve içselleştirip, gerekçelendirerek suni mutluluklar yaratır.

Bütün bu masallar ile çizilen elit dünyalarda her masalın içinde gözümüze çarpan yalnız çocuklar var. Masalı anlatan yalnız erişkinlerin çocuklukları onlar.

Modern yalnızlıklar...

Ekrana kendini hapsederek yetişkinliklerini böyle şekillendirmeye karar vermiş üç genç kızımız ve 12 erkeğimiz... gerisini dinlemek istemiyoruz. İleride bu gençler ya salya sümük süren programların yapımcısı, sunucusu olacaklar ya da müptelası... Geçmişte ise hepsi ya Pamuk Prenses hayranı ya da Uyuyan Güzel. Hepsinin uyuyan güzelle olan bağları daha sıkı, zira bir türlü uyku mahmurluğunu üstlerinden atamamışçasına ilerliyorlar hayatta.

Bu 12 gencin katıldıkları yarışma (!) kepazeliğin son örneği. Bu gençler evlenecekler! Seyirciler üç kızdan birini seçecek, seçilen kız da kendine bir erkek seçecek, sonra da evlenecek. Hayatının tamamını etkileyecek böylesine önemli bir kararı ekran karşısında sadece Külkedilik’ten Sindirella’ya terfi etmek için yapıyor.

Geçmişte daha yaygın olmakla beraber bugün de sürmekte olan görücü usulü ile ya da tellal sayesinde evlenmek sosyal bilimcilerin birçoğu tarafından eleştirilmekte. Flörtün toplum yapısı içinde daha meşru bir hale gelmesiyle beraber bu sağlıksız ananenin uygulamaları oldukça seyrekleşti. İletişim çağının doruklarında olduğumuz bir dönemde -ki bu iletişim çağı denen şeyin aslında iletişimsizliğin, yabancılaşmanın yükselişi olduğunun da tescilidir- 12 tane genç evlenmek için kendilerini ekrana hapsettiler. Bu “Biri Bizi Gözetliyorlar”la insanların tecrit yaşamını kabullenmelerinden bile daha korkunç bir şey. Gençler tanımadan etmeden fiziksel görüntüleri ve kamera önünde çizdikleri davranışlarına göre kendilerine eş seçiyorlar.

Yani insanlar artık birbirlerinin iç dünyalarına, duygu ve düşüncelerine değil; imajına ve karizmasına prim veriyorlar. İnsanların modern dünya içinde aslında yapayalnız olduklarının bir diğer hikayesi de bu herhalde.

Toplumsal yaşamda bölünmüş kişilikler...

Bir insan hayatını işte böyle parçalıyorlar. Her yaşa uygun türlü türevli uğraşılar, düşünceler, hayaller yaratarak. İnsan hayatlarında ki bu parçalanmalar, toplumsal yaşamın bütününde bir kişilik problemi olarak ortaya çıkıyor. Toplum tedavi edilmedikçe insanlar kurtulamıyor.

Birbirine yabancı insanların hikayeleri ile dolu insanların hayatı. Bu ne güzel bir erdem. Ancak sistem bireylerin dramlarına yönelik, bireylerin örgütlenmemiş duyarlılıklarından rahatsız değil. Zira artık insanlar sıradan insanların hayatlarındaki sıkıntıları dahi magazin seyreder gibi seyrediyorlar.

Ama aradaki bağlantıyı görebilmek gerekiyor. Bu yabancı dramlardaki ortak kesen nedir? AİDS’li küçük çocuğun dramından tutun da, çocuğunu okula yazdırabilmek için okulu temizleyen kadının yaşadıklarındaki ortak nokta nedir?

Birbirinden yabancı gibi görünen yabancılaşma hikayeleri bunlar. Ki bugün artık yakın olmanın en çok gerektiği gündür. Bugün çocuklara güzel günlerin düşlerinden bahsetme günüdür. Bugün hayata her zamankinden daha fazla sahip çıkıp, onu kucaklama günüdür.

A. Eylül