|
Şehir uyanacak bir gün...
Günün ilk yarısı geçmiş, havanın serinliği yavaş yavaş kendisini göstermeye başlamıştı. Yürüyorduk ve adımlarımızın ritminde yağmur çiseliyordu. Çamurlu ve ıslak yolların üzerinde şehrin gürültü ve pırıltısından uzak, şehrin gerçek sahiplerinin yaşadığı evlerin arasındaydık. Yağmurla karışık bir is kokusu vardı. Sıcak sobalardan bacalara, oradan da tüm mahalleye inen is kokusu...
Oysa unutalı çok olmuştu, kış dayandığında kova kova taşınan kömür yığınlarını ve o kovaları taşıyan nasırlı elleri. Unutalı çok olmuştu, soba üzerinden yayılan kestane ve portakal kabuğu günlerini. Unutalı çok olmuştu her soğuk sabaha uyanışımızda yataktan çıkmak istemeyişimizi. Ama yine de unutmamıştık, şehrin o nasırlı ellerle yaratılmış olduğunu. Şehrin her adımında, kaldırımında, binalarında, vitrinlerdeki elbiselerinde, otobüslerinde ve duraklarında var olan ve yaşayan alınterini... Ve bu alınterine saygıyla, umutla ilerliyorduk yolumuzda. Yine taşımak için umudumuzu, bu güzel dünyanın yarınlarına.
Elleriyle yaptıkları evlerinde bulduk kendimizi. Çok sayılmazdık, 20 kişiydik. Dışarıda yağmur hızlanmıştı. Hava soğuktu. Oysa ki, sıcacıktı yüreğimiz ve sıcacıktı umutlarımız. Yoldaşlardan biri kaygımızı anlattı. İşgal dedi, asker dedi, çocuklarımız dedi. Bizler güçlüyüz dedi, Canlarımızı yollamayalım, her kapıyı çalalım. Çok ve güçlü olan bizleriz. dedi. İşgal gözlerde canlandı. Ölümler gözlerde canlandı. Ve çaresizlik vardı suratlarda, endişe vardı yarına duyulan. Yoldaşlardan diğeri, gözleri pırıl pırıl, umut dedi. Ve bir daha umut, umut. Yarını anlattı. Tarihi anlattı. Ve gözler umutla dolmasa da umuda doğru baktı. Sıcak çaylar içildi, sigaralar yakıldı.
Geceye uğurlanarak dışarı çıktık. Gökyüzü yağıyordu. Hava kararmıştı. Yola düştük. Saat ilerlemişti, kapıları çalamazdık, kahvelere girdik. Kampanyamızı anlattık. Dumana, okey taşlarına ve iskambil kağıtlarına gömülü başlar kalktı. Yorgun eller ve yorgun gözler dikkatle dinledi. Sözler alındı, imzalar toplandı. Yola devam ettik. Son kahvenin önünde beklerken, ufak tepeden mahalleyi seyrettim, mahalleden şehri seyrettim. Işıklar ve insanlar ne kadar da çoklar: Şehir uyanacak bir gün: Bu sokaklardan, bu evlerden, bu fabrikalardan. Şehir uyanacak bir gün bu diyarlardan.
Oradaki yoldaşlardan ayrılıp çalışmaya devam ettik. Gün bitmemişti, akşam bitmemişti ve gece bitmeyecekti. Yağmur yağıyordu, biz hızlandık ve yeni ziyaret yerimize vardık. Gençtiler, işçiydiler, işsizdiler, daha kalabalıktık. Yoldaş anlatmaya başladı. Tekrar tekrar, usanmadan işgal dedi, güçlüyüz dedi. Gözler sorular sordu, sorular yanıtlandı. Gözler işsiziz dedi, paylaştı. Gözler patron dedi, dertlendi. Diğer bir yoldaş aldı sözü. Paylaşacağız! dedi. Eti, ekmeği, emeği, sesimizi ve türkümüzü. Ne varsa yarin yanağından gayrı paylaşacağız! dedi gelecekte. Ve bu geleceği sizin elleriniz hazırlayacak. Sorular sordu gözler. Nasıl? Nasıl kuracağız o güzelim dünyayı? Ve kampanyamızı tanıtan yoldaş kurdu son cümlesini.
Bir ülkenin türkülerini yapanlar, yasalarını yapanlardan daha güçlüdür.
Sıcak gülümseyiş ve sıcak çaylarımızın ardından, uzayan yollara, ilerleyen zamana ve geceye inat, hızlanan yağmura inat, ezenlerin ve sömürenlerin dünyasına inat, vurduk yola umudumuzu, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemiyle.
Anaların öfkesi katilleri boğacak!
Bir annenin gözlerinde kristalleşen damlalarında gördüm bir kez daha savaşın acımasızlığını, yıkıcılığını ve adaletsizliğini...
Bir gazete satışında tanıdım onu. Kapısının önünde komşuları ve evlenmiş olan kızıyla konuşuyordu. Gazetemizde savaşla, tezkereyle ilgili haberlerin olduğunu söyleyince evine buyur etti. Konuşmaya başlamadan dikkatimi çeken ilk şey, yüzündeki kırışıklıklara dek yansımış olan tedirginlikti. Nedir? diye düşündüm. Ayın sonunun nasıl geleceği düşüncesi, elektrik, su, mutfak masrafı, işsizlik vb... Fakat ondaki üzüntünün kaynağı çok daha büyükmüş. Bir annenin hayatında duyabileceği en büyük kaygıydı onu böylesine çaresiz kılan. Oğullarının ikisi de askerdeydi, biri Malatyada diğeri İstanbulda silah altındaydı. İkisinin de Iraka gönderilme riski vardı.
Çektiği yoksulluktan konuşmaya başladık. Kocasının ölmüş olduğundan, askerde olmayan diğer iki oğlunun da işsiz olduğundan, elektrik faturasını ne kadar zor ödediğinden bahsetti. Alevi olduğunu da öğrendik. Kızının mezhebinden dolayı işyerinde yaşadığı sıkıntıları ve işten çıkarılan bir arkadaşının olduğunu anlattı. Yani düzenin hayatın her alanında yaptığı saldırılarla ve geleceksizlikle birebir karşı karşıyaydı. Ama! diyordu, iki evladım sağ salim gelsin askerden, başka bir şey istemem. Yazık değil mi? Iraklıların da anneleri, sevenleri var. Onlar da ağlamasın benim gibi. Ne için bu savaş? Amerika daha fazla zengin olsun, daha fazla füze atsın başımıza diye mi?
Ellerinden öperek veda ettik. Bir yerde üzüntü bir yerde mutluluk vardı. Üzülmüştük, çünkü bir annenin acısına tanık olmuştuk. Mutluyduk, çünkü dünya üzerindeki milyonlarca ana ağlamasın diye mücadele yürütüyorduk. Haklı bir davaydı bizimkisi ve anaların gözyaşlarıyla beslenip büyüyordu.
Anaların öfkesi katilleri boğacak!
|