29 Mart '03
Sayı: 12 (102)


  Kızıl Bayrak'tan
  Irak direniyor, dünya halkları direniyor!
  Amerikan uşaklarının kirli oyunları
  "Stratejik ortaklık" adı altında utanç verici bir uşaklık!
  ABD'nin kirli yalan makinesi parçalanıyor
  Irak halkının direnişi emperyalistlerin kolay zafer beklentisini boşa çıkardı!
  Emperyalist savaşa karşı halkların ve emekçi kitlelerin dinmeyen eylem dalgası
  Dünyada emperyalist savaş karşıtı eylemler...
  Dünyada emperyalist savaş karşıtı eylemler...
  Emperyalizm özgürlük değil, ölüm, yıkım ve kölelik bahşeder!
  Emperyalist işgal ve saldırılara karşı Irak halkı dişiyle, tırnağıyla ve onuruyla direniyor!
  Tayyip Erdoğan'ın "ulusa sesleniş" konuşması...
  Emperyalist savaş, Kürt sorunu ve CHP
  Türkiye'de emperyalist savaş karşıtı eylemler...
  Türkiye'de emperyalist savaş karşıtı eylemler...
  Türkiye'de emperyalist savaş karşıtı eylemler...
  Türkiye'de emperyalist savaş karşıtı eylemler...
  Kocaeli mitinginde binler alanlardaydı...
  Kocaeli mitinginde emekçilerle savaş üzerine konuştuk...
  Newroz kutlamaları...
  Emperyalistlere ve uşaklarına karşı kavgayı yükseltelim!
  Irak'a saldırı ve ilk planda göze çarpan gerçekler...
  ÖO direnişçisi Yusuf Arıcı şehit düştü
  Kızıldere: Kavga bayrağımızda bir kilometre taşı...
  Hollywood'dan yükselen savaş karşıtı tepkiler büyüyor!
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Irak halkının direnişi emperyalistlerin
kolay zafer beklentisini boşa çıkardı!

Kirli savaşa özel savaş medyası

Pentagon Irak’a saldırıya geçmeden önce yüzlerce gazeteciyi birliklerine entegre ederek, onlara savaş atmosferine uyum eğitimi gördürerek, gelişmelerin iletişim boyutunu baştan sona kadar kendi denetimi altında tutmayı planladı. ABD’nin en ileri düzeydeki sorumluları, özellikle de Beyaz Saray sözcüsü Ari Fischer gazetecilere önden tehditler savurmayı da ihmal etmemiş;“Tanığı olacağınız olayların aksettirilmesinde askeri denetime sadakatle uymak zorundasınız, tersi bir durumda önce kendinizi, ailenizi düşünün!” demişti. Pentagon, savaş cephesinden verilecek haber ve görüntülerle bir yandan dünya kamuoyunu yönlendirmeyi ve Irak halkının moralini sabote etmeyi planlarken, öte yandan ABD halkını yatıştırmayı ve askeri birliklerinin moralini yüksek tutmayı hesaplıyordu. Böylece, ABD’nin savaş makinası iletişim alanında ‘91’de elde ettiğieneyimi tekrarlayacaktı.

Bu kez ‘91 başarısı yaşanamadı. Ama medya Pentagon’un ağzı ile konuşmaya devam ediyor. Günlerdir bomba ve füze yağmuruna tutulan Irak kentlerinde bir toplu kıyım yaşanırken, sokak çatışmasını göze alamayan işgal güçleri yerleşim birimlerini top ateşine tutup kitleleri aç-susuz bırakırken, medya birkaç düzine Amerikan ve İngiliz asker kaybı için ağıt yakıyor. Ülke baştan başa ateşe tutulmuş, dehşete boğulmuş durumdayken aynı medya Irak’ın ele geçirdiği birkaç savaş esirine iyi muamelede bulunup bulunmayacağını sorguluyor.

Buna rağmen, gelişmeleri aktarmada geçmişe göre nispi bir değişimin olduğu görülüyor. “Cerrahi vuruş”, “yan zarar”, “temiz savaş” kavramlarını bu kez kullanmaz oldular. Kaba savaş borazanlığı, yerini son derece tarafsız davranıyormuş izlenimi veren, ama özünde Irak’a ateş püskürtmek için fırsat kollayan bir yönteme bıraktı. Bugüne kadar, belki de müttefik kuvvetlerin birbirlerini kurşunlamaları nedeniyle, medya Irak halkına yüklenmenin dozunu arttıramadı. Her halükarda, medya ilk Körfez Savaşı’ndan bu yana kendi kendisini çok teşhir etti, bir yalan makinası olduğunu kanıtladı ve itibarının bozulduğunu gördü.

Bunu onarmanın gerekliliğinin yanı sıra, emperyalist güçler arası çıkar çatışması kendisini medya tekellerinin tavrında da ortaya koymaktadır. Artık Saddam’ın Irak’tan kovaladığı CNN’in haber ve yorumları başkaları tarafından aynen tekrarlanmıyor. Değişik medya grupları arasındaki rekabet, gazetecileri ihtiyatlı davranmaya zorluyor. Yer yer verilen haberlerin askeri kaynaktan geldiği belirtiliyor. Hatta bazen verilen haberin başka kaynaklarca doğrulanması gerektiği ima ediliyor. Böyle olunca, Pentagon’un sıkı tutmayı öngördüğü ipin ucu kısmen de olsa elden kaçıyor, sansür çiğnenmeye başlanıyor. ABD’nin iddialarını çürüten, söylemini ve konumunu kundaklayan kısmi de olsalar bazı veriler su üstüne çıkabiliyor. Örneğin, Basra isyanının yalan olduğu bu çekişmeler sayesinde doğrulandı.

Yanlış hesaplar Bağdat’tan döner

Medyanın tek taraflı tavrına rağmen, bu savaşta ABD emperyalizminin hesaplarının çok erken bozulduğu çok kısa sürede anlaşıldı. Bu hesaplardan ilkine kısaca değinmek gerekirse; ABD, Saddam diktatörlüğünü, onun kitle imha silahlarına sahip olduğunu ve bunları Halepçe’de kullandığını argümanlaştırmakla dünyanın en azından önemli bir bölümünü yedeğine alabileceğini sanıyordu. Aynı şekilde, Washington, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi olmayan üyeleri Kamerun, Gine gibi devletleri bir avuç dolar karşılığında satın alabileceğini sandı. Bu hesaplar tutmadı. Üstelik, toptan çöken bu hesaplar beraberinde uluslararası ilişkileri darmadağın etti, ABD’nin en sağlam gözüken ittifaklarını zedeledi. Sonuçta ABD, aralarında Eritre, Etiyopya, Arnavutluk, Bulgaristan türünden zayıf gü&cceil;lerin ezici çoğunluğunu oluşturduğu 30 devletten ibaret bir koalisyon kurabildi. Söz konusu koalisyon ya da özgün adı ile “müttefik güçler” birliği öyle bir sağlamlık arz ediyor ki, en gözde üyelerinden olan İtalya’nın başbakanı Berlusconi, “Saddam rejiminin yıkılmasını ve safında yer almaktan onur duyduğum koalisyonun zaferini candan istiyorum, ama Irak’a bir tek İtalyan askeri göndermem” diyebiliyor.

Bu koalisyonun bir de gizli takviye güçleri bulunuyormuş. Colin Powell’in beyanatlarına göre “Uluslararası cemaat” adına hareket eden “müttefik güçler” 15 başka devlet tarafından destekleniyormuş. Ama bunlar “Irak’a özgürlük” operasyonuna açıktan katılmayı tercih etmiyorlarmış. Eritre, Etiyopya ve Arnavutluk’un ağzına bakmak konumuna düşen ABD için bu durum tam anlamıyla bir rezalettir. Kısacası ABD, Irak’a saldırısının daha ön hazırlıklarını yürüttüğü bir aşamada ilk fiyasko ile karşı karşıya kaldı ve tecrit oldu.

Yerinden oynayan taşlar, boşa düşen hesaplar

Bu ilk fiyasko bir bakıma çorap söküğünün başlangıç noktasını oluşturdu. Onu izleyen gelişmelerin önemli bir bölümü ABD açısından bir domino oyununu çağrıştırıyor. Oysa, Pentagon tam da domino teorisini Irak’a uygulamayı planlıyordu. Bu oyunun ortaya çıkaracağı sonuçlardan çok şey bekliyordu. Saldırı başlar başlamaz, Irak’ın en temel alanlarda yıkılacağı, başlıca dayanaklarının dominoların birbirlerini düşürdüğü gibi çökeceği hesaplanıyordu.

Washington’un sineye çekmek zorunda kaldığı ikinci fiyasko ise, yine saldırı başlamadan önce en sadık müttefiği Türkiye ile olan ilişkilerine ortaya çıktı. Çantada keklik gözü ile bakılan Ankara ile bir anlaşmaya varılamaması ABD açısından sadece politik bir hezimet teşkil etmedi. AKP hükümeti hizmetine soyunduğu efendisinin dayatmaları ile toplumun savaş karşıtı tavrı arasında sıkışıp kaldı, ezildi ve sonuçta kendisini pazarlama olanağı dahi bulamadı. Son anda bir joker gibi masaya konan tezkere de işe yaramayınca, Pentagon’un savaş planları en kritik bir anda altüst oldu. Her ne kadar Washington “Türkiye’ye ihtiyacımız yok, B planının devreye koyuyoruz” dese de, ihtimal verilmeyen politik ve askeri rezalet ortada.

ABD birlikleri Irak’ın iktidar odağı Bağdat’ı kuşatmak için çetin çatışmaları göze alarak Irak çölünü boydan boya arşınlamak zorunda kaldılar. ABD öyle bir çamura saplandı ki, ağzında gevelediği “B planın”ın ne olduğunu dahi tam açıklayamaz duruma düştü. Irak’ı işgal etmenin en kolay yolu kuzeyden cephe açmaktı. Bu nedenle halen bundan vazgeçmiş değiller. Hem mesafe, hem iklim koşulları, hem de işbirlikçi Barzani/Talabani çiftinin desteği ABD birliklerinin işini kolaylaştırırdı. Irak’ı iki koldan işgal etmenin tek yolu, Türkiye üzerinden kuzeyden ve Kuveyt üzerinden güneyden saldırmaktı. Bunun başka bir alternatifi yok. Doğu’da İran, batıda da Suriye ile Ürdün var. İlk iki ülkenin ne yöneticileri ne de halklarının böyle kirli bir işbirliğine girmeyecekleri aç. Geriye Ürdün ve güneyde Suudi Arabistan kalıyor. Ürdün kraliyeti yeminli bir ABD uşağı olmasına karşın, ülkenin 6,4 milyonluk nüfusunun yarısı Filistinliler’den oluşuyor ve dolayısıyla birçok açıdan riskler taşıyor. Suudi Arabistan seçeneği ise, Pentagon’un savaştan önce birliklerini menzili çok daha uzun bir çöl fırtınasında sınaması anlamına geliyordu. Onun için, Washington A planını tanımlamat ve detaylandırmakta hiç zorlanmadı. Kuveyt’ten Güney cephesi açılıyor, Kuzey’den Türkiye üzerinden Irak ikinci bir cephe ile kıskaca alınıyor ve Arap dünyasını nötralize etmek için Bush Filistin halkına bir devlet bile armağan edebiliyordu. Ama tüm çabalara rağmen bu plan boşa çıktı.

Fiyasko üstüne fiyasko

Saldırının arifesinde patlak veren bu iki fiyaskoyu, silahlar konuşmaya başladığı andan bu yana yenileri izliyor. Bunların en önemlilerini sıralamadan önce üzerinde durulması gereken konu şu : Pentagon’un kurmayları birçok argüman kullanarak savaşın kısa süreli olacağını iddia ettiler. Hazırlıkların esası görünürde bu hesap üzerine bina edildi. ABD’nin en ileri düzeydeki politik ve askeri sorumluları saldırının çok hızlı, şiddetli ve yoğun olacağını detaylı rakamlarla açıkladılar. ABD ordusunun Irak’ta eşine rastlanılmamış bir dehşet saçacağını ve Saddam rejimine göz açtırmadan belini kıracağını savundular. Bu arada ABD ordusunun başka ihtimal ve güçlükleri göz ardı ettiği elbette iddia edilemez. Ama, Pentagon’un askeri keskinliğinin Bush idaresi tarafından aynen olduğu gibi politik ve diplomatik arenaya taşınması orta öyle bir durum çıkardı ki, her şey çok kısa süreli ve sonucu kesin bir savaş senaryonuna endekslendi.

Burada önemli olan boşa çıkmış iddiaların kendileri değil, yarattıkları sonuçlardır. Durgunluk içinde kıvranan sermaye piyasası çok kısa süreli olacağına inandığı savaşın başlangıç tarihini dört gözle bekliyordu. ABD borsası Bush’un ateş emrini vermesini beklemeden yükselişe geçti. Yani sermaye kısa süreli savaşın önden garantilenmiş sonuçları üzerine spekülasyona girişti, vurgun vurmaya kalkıştı. Çünkü ABD’nin militarist üstünlüğü, ABD ordusunun ilk Körfez Savaşı’ndan bu yana yürütülen seferlerden tuzu kuru dönmesi, Irak halkı hakkında çoğu kez salt ön yargıya dayalı tanımlamalar hep böyle bir kanıyı güçlendirir nitelikteydi. Çatışma alanındaki somut gelişmeler ise bu beklentileri sahiplerinin kursağında bıraktı. Tahminleri tutmayan sermaye piyasası bu kez kendisi uzun süreli, yıpratıcı ve masraflı bir savaşa göre konumlandırmak zorunda kaldı. Bu demektir ki, mevcut iktisadi durgunluk daha da ağırlaşacak, yatırımlar askıya alınacak, savaş ihtiyaçları dışındaki üretim kapasitesi düşecek ve işsizlik oranı çığ gibi yükselmeye devam edecektir. Daha şimdiden borsa endeksleri düzenli bir düşüş eğrisi izlerken petrol fiyatları yükseliyor. Hava taşımacılığı ve turizm gibi sektörlerd aha şimdiden krizler yaşanmaya, toplu işten atma tehditleri gelmeye başladı.

Irak ordusu ve güvenlik güçleri ilk silah sesini duyar duymaz teslimiyet bayrağını dalgalandırmadılar. Oysa, Amerikan-İngiliz birlikleri Irak sınırını aştıkları günün erken saatlerinde tüm dünya televizyonları teslim olan Irak askerlerinin görüntülerini ekrana getirmeyi ihmal etmedi. Kuveyt sınırında çölde ellerinde beyaz bez parçaları tutuşturulmuş bir düzine insan, kameralar önünde bir ileri bir geri koşturuluyor. Yorum aynen şöyle : “Beklendiği üzere Irak ordusu ilk firesini verdi. Koalisyon birlikleri ilk savaş esirleriyle yüzyüze geldiler. Üstlerinde haki renkten elbise olan ve muhtemelen alt kademeden askerler boş yere savaşmayı reddederek koalisyon birliklerine teslim oldular”. Oysa gerçekte manzara başkaydı. İlk esirler hallerinden pek memnundu, üstlerinde haki renkli elbiseler değil mavi iş tulumu bulunuyordu. ABD birlikleri, bu oyun ciddiye döuuml;şür ve esas esirler gelir umudu ile birkaç gün bu görüntülerle teselli oldular, ama sonuçta foya ortaya çıktı. İlkin bir gerçeği yansıtıyormuş gibi yorum yapan medya, ardından figüranların çevredeki fabrikalardan getirilmiş işçiler olabileceğini ima ederek konuyu kapattı.

Doların gücü halkları ve insanlık onurunu
satın almaya yetmez

Bir başka fiyasko Irak halkının kendisini “kurtarmaya” gelen işgal güçlerini Amerikan bayrakları ve çiçek demetleri ile karşılayarak bağrına basmaması. Oysa ABD, Irak toplumunun bünyesinde müttefik bulabilmenin kolay olacağını sanıyordu. Kuzeydeki Barzani/Talabani ikilisini saymazsak, ABD’nin umut bağladığı kesim, ‘91’de tuzağa düşürülmüş ve ağır bedeller ödemiş Basra yöresindeki Şiiler’di. Umutlar gerçekleşmeyince Şiiler’e Londra’dan açık isyan davetiyesi çıkartıldı. Tony Blair Irak halkına seslenerek ve özellikle de Şiiler’i kastederek özetle, “bu kez bize güvenin, 1991’da olduğu gibi sizi ortada bırakmayacağız” dedi ve Saddam rejimine karşı ayaklanın çağrısında bulundu. Aradan bir gün bile geçmeden İngiliz basını İngiliz subaylarını kaynak göstererek, “ Bas’da ayaklanma var, Saddam’ın ordusu ve milisleri ayaklanan kitleyi top ateşine tuttular” haberini yaptı. Kentte bulunan tek gazeteci El Cezire muhabiri “ben ayaklanma görmedim” diyor, ama İngiliz subaylarının dedikodusu bir haber olarak 24 saat boyunca tekrarlanıp duruyor. Medya bu dedikoduya dayanarak Saddam rejiminin sonunu ilan etti ve savaşın sonunun yakın olduğunu açıkladı. Çünkü, Irak’ın Güneyi Basra’daki bir Şii isyanı ile Kzy’de Kürtler’in tavrı birleşirse, Bağdat rejiminin ülke üzerindeki otoritesi sınırlanmış, saldırgan güçlerin önyargıları da böylece doğrulanmış olacaktı. Ama Şiiler Kürtler gibi işgal güçlerinin eteklerine yapışmadılar, onurlu davranarak bu umudu da sahiplerinin kursaklarında bıraktılar.

Madalyonun bir yüzü bu. İşin aslı ise bambaşka bir gerçeği ortaya çıkarıyor. ABD ordusu daha Irak’a girmeden, özellikle Ürdün’de sınıra yakın bölgede dev çadır kentler kuruldu. Yiyecek, içecek ve sağlık malzemesi depolandı. Irak’tan akın akın mülteci geleceği hesaplandı. Seferber edilen personel halen çadırların gölgesinde bekliyor. Ama bir tek Iraklı bile sınırı aşıp bu çadırlara sığınmış değil. Irak halkı işgal kuvvetlerine pabuç bırakmıyor, ülkesini savunuyor.

Dahası, beklenilenin tersi yönünde gelişmeler yaşanıyor. Sadece Ürdün’ü örnek vermek gerekirse, bu ülkede çok sayıda Iraklı göçmen işçi çalışıyor. Irak toprağına ilk ABD mermisi düştüğü andan itibaren bu işçiler bir insan seli gibi Irak konsolosluğuna hücum ettiler. Pasaport işlemlerini tamamlayarak bir an önce ülkelerine dönmek için birbirleriyle yarıştılar. Konsolosluğun daracık salonu bir eylem alanına dönüştü, mahalle savaş marşlarıyla inledi. Bu insanlar büyük bir onur ve gururla kendi ülkelerini savunmaya, kendi insanlarıyla birlikte omuz omuza işgalci güçlere direnmeye gidiyorlar. Günümüzde insanlık değerlerinin, haysiyetinin dolarla satıldığı bir ortamda Iraklı işçilerin bu yurtsever tutumu gurur vericidir. İş bu derece aşikar olunca, Avrupa medyası türkü söyleyek ülkelerine dönen Iraklı işçilerin görüntülerini ekrana getirirken, kendisinde “bunlar Saddam diktatörlüğünü savunmaya gidiyorlar” deme gücünü bulamadı.

Hesaplar tutmayınca planlar değişmeye başladı

Bu arada ABD ile İngiltere arasında pürüzler belirmeye, ganimet çekişmesi uç göstermeye başladı. Blair hükümeti İngiliz birliklerinin zayiatını ve müttefiğinin yaylım ateşine hedef olmalarını kamuoyuna açıklamakta zorluk çekiyor. Fakat Bush-Blair sürtüşmesine neden olan ‘dost ateşi’ değil, savaş sonrası döneme ilişkin konulardır.

İngiliz halkının Blair hükümetine karşı tavır almasının sebebi, Irak krizinin çözümünü BM’den alınarak Pentagon’a emanet etmesinden kaynaklanıyordu. Blair savaşın sonuçlanmasının ve Saddam rejiminin devrilmesinin ardından dosyayı yeniden BM’ye havale ederek, hem kamuoyunda kendi konumunu onarmayı hem de karşı karşıya geldiği diğer müttefikleri ile İngiltere’nin ilişkilerini düzeltmeyi hesaplıyor. Fakat Londra hükümetinin bu önerileri Beyaz Saray’ın hesaplarıyla çelişiyor. Çünkü, ABD’nin savaş sonrası döneme ilişkin yeni rejimin atanmasından tahribatın onarımına kadar kamuoyuna açıklanmış somut planları bulunuyor. Irak’ın petrol kuyularının modernleştirilmesinden yol ve liman gibi alt apı tesislerinin onarımına kadar bir dizi ihale planı hazırlandı. Başkan yardımcısı Cheney’in ortağı olduğu şirket ihalenin önemli bir payını ele ge&ccedl;irdi. Fakat savaşın izleyeceği seyir, olayların akışına göre bukalemun gibi renk değiştiren Bush idaresini bu konuda tavır değiştirmeye zorlayabilir. Onun içindir ki düne kadar falanca generali Bağdat’da askeri vali atayacağız diyen Bush idaresi, bugün Irak halkına direnişi yatıştırıcı mesajlar görderiyor, “kendi geleceğinizi kendinizin tayin etmesi gerekir, dışarıdan dayatma düşünülemez” diyerek lafı gevelior.

Halkların soluğu emperyalist haydutların ensesinde

Savaşın kısa sürmeyecek olmasının sonuçlarından birisi de savaş karşıtı kitle hareketinin izlediği seyir ve kazandığı önemdir. Irak’ın birkaç gün içerisinde çökmemesi ve direnmeye devam etmesi ABD’nin bu bağlamdaki hesaplarını altüst ediyor. Saldırıyı önceleyen dönemdeki kitle gösterileri ciddi bir savaş karşıtı dinamiğin gelişmeye başladığının ilk işareti oldu. Eğer ABD savaşı kısa sürede sonuçlandırmış olsaydı, bu dinamiğinin önü kesmek zor olmazdı. Böyle bir durumda devrik Saddam diktatörlüğünün teşhirini kolaylaştırır, ABD birliklerinin Irak halkını eli kanlı bir caniden kurtarmak için bedel ödeyerek yaptığı fedakarlık kutsanır ve tüm bunlar kitle hareketine karşı propaganda malzemesi olarak kullanılabilirdi.

Savaşın uzaması gündemin bu maddesinin yürürlüğe konmasını erteledi. Gelinen yerde tüm dikkatler savaş ve onun kirli boyutları üzerinde yoğunlaşmış bulunuyor. Vietnam sendromuyla malül ABD’nin en çok korktuğu da böyle bir durum idi. Başka bir ifade ile bombaların dehşeti savaş karşıtı cereyanı susturamadı. Tam tersine, sürenin uzaması savaş karşıtı gösterilerin daha da güçlenerek süreklilik kazanmasına yol açtı. Dünyanın dört bir yanında günübirlik sokağa dökülen kitleler eylemleri ile ABD’nin politikasını teşhir etmeyi sürdürürken, öte taraftan da medyanın bunu işlemeye başlaması kitle hareketini ve eylemleri dolaylı olarak kamçılıyor. Oysa ‘91’de Irak, dünyadan nerdeyse yalıtılmış bir şekilde sessizce kendi kaderine terkedilmiş, bütün koşullar aleyhine kullanılmıştı. Bugün Tokyo’dan Seattle’a, Sney’den Buenos Aires’e kadar dünyanın her yerinde ortaokul öğrencilerinden ikinci emperyalist savaşın bedelini ödemiş nesillere kadar, farklı toplumsal kategorilerden insanlar Irak halkı ile dayanışma gösterileri düzenliyorlar. Böyle olunca, Irak halkının direnişi ile savaş karşıtı cereyan birbirlerini karşılıklı olarak besleyip güçlendiriyor ve ABD daha güçlü bir tepkinin hedefi olmaya devam ediyor.

Başarısızlık haydutları daha canice yöntemlere itebilir

ABD emperyalizminin Irak saldırısında daha başlangıçta yaşadığı fiyaskolar serisi Beyaz Saray’ı çileden çıkartıyor. Bu rahatsızlık kendisini değişik cephelerden hissettiriyor. Bir taraftan ABD birliklerinin içinde bulundukları durum rasyonalize ediliyor, bölgeye takviye güçler gönderiliyor, Kuzey’den derme çatma bir cephe açılmaya çalışılıyor. Öte yandan, ABD ve İngiltere kamuoyu bozulan hesaplara alıştırılmak isteniyor. Düne kadar Irak’ı bir lokma gibi yutacaklarını ilan edenler, bugün, “biz savaşın çetin ve uzun süreli olacağını, fedakarlık gerekeceğini zaten biliyorduk, hazırlaklarımızı ona göre yapmıştık, savaş senaryomuz öngörüldüğü biçimde uygulanıyor “ diyorlar. Oysa Afganistan’a da aynı iddia ile girmişlerdi. Esas hedef diye tanımladıkları Usema Bin Ladin’i bulamayınca ve Talibanlar’ın önde Molla Ömer ABD özel kuvvetlerinin burnunun dibinden kaçıp izini kaybettirince, masum sivilleri kurşuna dizerek intikam almaya çalıştılar. Irak’ta hedeflerine istedikleri sürede ve biçimde ulaşmamaları onları çileden çıkarıyor, tahrip ve imha yöntemlerine başvurmaya götürüyor.

Öte yandan, Beyaz Saray dünyaya ültimatom yağdırıyor: “Iraklı diplomatları sınır dışı edin!”, “esir düşen ya da öldürülen askerlerimizin görüntülerini televizyonlarda göstermeyin, sansür koyun !” Sansürü arzulanan biçimde uygulamayan televizyon şirketlerine ateş püskürtüyor Pentagon. Bunu yapanlar “Cenevre anlaşmasını ihlal ediyor, insan haklarına saygısızlık yapıyorlar “ diye çıkışıyor. Rusya’ya “siz Irak’a askerlerimizin hayatlarını tehlikeye düşüren silah sattınız, kesin kanıtları elimizde” deniliyor. Ama Moskova kanıtları talep edince aldığı cevap “veremeyiz” oluyor.

Tüm bu sataşma kampanyasının doruk noktasını Irak’a çok daha farklı ölçekte bir saldırının ön hazırlıkları oluşturmaktadır. Saddam rejiminin sıkıştığı an kimyasal silah kullanma ihtimali işgal güçlerinin sıkıştıkları son günlerde sık sık gündeme getirilmeye başlandı. Askeri uzmanlar böyle bir olasılığa ihtimal vermiyorlar. Tarafların birbirlerine yakın mesafede olduklarını ve çatışmaların kent civarlarında sürdüğünü, dolayısıyla Irak’ın kimyasal silah kullanmasının kendi birliklerini de tehlikeye atacağını söylüyorlar. Ayrıca, dünyada muazzam bir dayanışma dalgasının yükseldiği bir ortamda Irak ordusunun kimyasal silah kullanmasının ağır politik bedelleri olduğu da açık.

Washington ve Londra’nın işgal edilen bölgelerde kimyasal silah depolarına rastlamadıklarından dolayı rahatsız oldukları görülüyor. Saldırılarına sonradan da olsa dayanak yapacakları bu silahların mutlaka Bağdat’ta saklı tutulduğunu iddia ediyorlar. Ama, öte yandan da birliklerimize karşı kullanılacak propagandasını yapıyorlar. Bu durum ‘91 savaşını çağrıştırıyor. O dönem Irak rejimi çok daha zinde ve elinde belli askeri olanakları olmasına rağmen böyle bir yönteme başvurmamıştı. Karşılığının hemen nükleer bir misilleme olacağını biliyordu. Ayrıca, nükleer tehdit, yıllar sonra kamuoyuna varlığı açıklanan ama içeriği yayınlanmayan bir mektupla Bush’un babası tarafından Saddam’a iletilmişti. Saldırının temel dayanaklarından biri olan kimyasal silah faktörü, konunun toplamı içinde ele alındığında, bir entrika olma riski taşıyor. İşg kuvvetlerinin Bağdat’a girmeyi başaramamaları ve askeri bir hezimetle yüzyüze gelmeleri halinde, ABD “şerefini” kurtarmak için pekala böyle bir pisliğe bir kez daha başvurabilir.