25 Ekim'03
Sayı: 2003 (05)


  Kızıl Bayrak'tan
  Sermaye devletinin ipleri tümüyle emperyalistlerin elindedir!
  80. yılında burjuva cumhuriyetinin kararan portresi
  Biz sömürüldükçe semiriyor, öldükçe sevinç çığlıkları atıyorlar...
  KADEK'in tasfiyesi ve Irak'ta istenmeyen gelişmelerin engellenmesi
  İşbirlikçi uşak takımının acizliği
  CHP'nin sahte savaş karşıtlığı...
  Irak halkının emperyalist işgale karşı haklı direnişi büyüyor
  Savaş karşıtı eylemlerden...
  Onursuz uşak takımının maskesi düştü
  İşçi hareketliliğinin sorunları ve sınıf devrimcilerinin sorumlulukları
  Bıçak kemiğe dayandı..
  Sınıf hareketinden...
  Ekim Gençliği'nden...
  Dünya, Türkiye ve sol hareket/2
  Gençlik taze bir solukla yüklenecek, oyunları bozacak!
  Gençlik eylem ve etkinliklerinden...
  Yıkım ve vahşete onay verildi!
  Dizginlerinden boşanan siyanist vahşet Filistin direnişini ezemeyecek!
  Azerbaycan: Kapitalist restorasyonun vardığı nokta...
  Bolivya'da emekçi direnişinin gücü...
  Dünyada sınıf hareketi...
  Tekstil işçisi olmak!
  Büyük ünlü uyumu!
  Hızlanarak sürüklenirken
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Dünya, Türkiye ve sol hareket/2

Çöküş ve yenilgi atmosferinden yeni mücadeleler dönemine

Emperyalistler arası ilişkilerin yeni tablosu

Dünyanın belli başlı emperyalistleri İkinci Dünya Savaşı sonrasından beri ilk kez bu kadar belirgin bir biçimde karşı karşıya geldiler. İlk kez olarak Irak sorunu şahsında askeri sorunlar, somut olarak savaş sorunu üzerinden bu çapta bir anlaşmazlığa düştüler. Aralarındaki ekonomik rekabetin yeniden belirgin biçimde canlanması ta ‘60’lı yıllara dayanıyordu. Siyasal rekabet ‘70’li ve ‘80’li yıllarda olgunlaştı ve ‘90’lı yıllarda özellikle AB oluşumundaki ilerlemeyle belirgin bir biçim aldı. Şimdi artık bu rekabet, etki ve nüfuz mücadeleleri, kendini askeri boyutlarda da gösteriyor. Bakıyorsunuz, Almanya ile Fransa, Amerika karşısında kendi askeri karargahlarını kurma, uluslararası müdahale kuvvetlerini oluşturma gayretindeler. ABD’yi aşan bir inisiyatif geliştirme, karşı politikalar üretme yoluna gidiyorlar. Rusya’yı yanlarına çekmeye çalışıyorlar, ABD’nn çeşitli ülkelerle sorunlarından fırsat düştükçe yararlanıyorlar.

Bugün emperyalistler artık her düzeyde karşı karşıya geliyorlar. Amerika’nın bugün bir takım bölgelere hoyratça çullanmasının gerisinde, aynı zamanda kendi emperyalist rakiplerini daha vakit varken, daha onlar bir çatışmayı göze alma isteği, yeteneği ve olanaklarından yoksunken, etkisiz kılmak isteği de var. Irak’a karşı savaş aynı zamanda emperyalistler arası çıkar çatışmalarının ürünü, bu anlamda emperyalistler arası bir savaştır da. Ama bu, Irak halkının yıkımı ve işgali üzerinden sürdürülüyor. Bunun üzerinde birazdan duracağız.

Önce bir ara değinme. Düne kadar devrimci olan ya da öyle geçinen Kürt milliyetçileri arasında bugün muazzam bir güç kazanan Amerikancı düşüncelere göre durum temelden farklı. Onlara bakılırsa, örneğin ABD yükselen ve gücü tartışılmaz olan bir imparatorluktur, artık onun karşısında durulamıyor, durulamaz da. Durulur mu, durulamaz mı bunu göreceğiz, ama gelişmeler ortada. Amerika’nın daha şimdiden Irak’da nefesi tıkanmış durumda. Irak halkının nüfus olarak beşte birini bile oluşturmayan bir kesiminde süren direnişin daha ilk hamleleri karşısında düştüğü durum içler acısı.

Demek ki, Amerika hiç de öyle karşısında durulmayacak bir imparatorluk değilmiş. Tam tersine, Irak’ın yüzde yirmilik bir bölümünde süren bir direniş onu dün elinin tersiyle ittiklerine bugün muhtaç hale getirebiliyor. İşte Amerikancı liberallerle elele Kürt milliyetçilerinin yücelttikleri, karşısında durulamaz, ABD Ortadoğu’da istediği yeni düzeni kuracaktır dedikleri Amerikan gücünün sınırları bu kadar, buraya kadar. Çürümüş bir rejimi savaş yoluyla devirmek ile bir halka boyun eğdirmek arasındaki farkı unutanların, ABD’nin gücü önünde kölece gerdan kıranların düştüğü içler acısı durum işte bu. Ama bunu daha sonra ele alacağız.

İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne...

ABD son 50 yıldır emperyalist dünya sisteminin jandarması idi ve bugün hala da öyle. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan dünya tablosu içerisinde ABD kapitalist-emperyalist dünya sisteminin hegemon gücü haline geldi ve bu, olayların seyri içinde, buna savaşın sonuçları üzerinden de denebilir, çok doğal bir biçimde gerçekleşti. Birinci Dünya Savaşı’na kadar dünyanın hegemon emperyalist gücü İngiltere idi. Ama yeni emperyalist güçlerin yükselişi, burada özellikle Almanya söz konusudur, bu hegemonyayı sarstı ve yeni bir hegemonya mücadelesini gündeme getirdi. Savaş bu hegemonyanın artık tartışmalı hale geldiğinin bir göstergesi olduğu kadar, yükselen bir güç olarak Alman emperyalizminin yeniden paylaşım talebinin bir ürünüydü. Dört yıl süren ilk paylaşım savaşı Almanya ile müttefiklerinin ynilgisiyle sonuçlandı. Ama bu hegemonya krizinin bitişi anlamına gelmiyordu. İngiltere ve müttefiklerinin galibiyetine rağmen emperyalist kampta dünya hegemonyası sorunu çözümlenmeden kalmış oldu. İki savaş arası dönem, emperyalist hegemonya sorununun çözülmeden kaldığı bir geçiş dönemidir. Sorun ancak İkinci Dünya Savaşı’nın ardından bir çözüme kavuştu. ABD, herhangi bir zorlanma yaşamadan, kapitalit-emperyalist dünya sisteminin patronu haline geldi.

ABD’nin kapitalist dünya üzerindeki bu tartışmasız hegemonyası ilk olarak 1969 yılında, doların altına eşdeğer para birimi olmaktan çıkmasıyla sarsıldı. Bunun gerisinde ise yuttuğu kaynaklarla ABD ekonomisini sarsan Vietnam savaşı vardı. Dolar krizi nedensiz değildi, Vietnam savaşını finanse edebilmek için Amerika ölçüsüz bir biçimde dolar basıyordu. Bu, dolara olan uluslararası güveni sarstı ve onun altınla eşdeğer para birimi olması durumuna son verdi. Vietnam halkının Amerikan emperyalizmine karşı sergilediği o görkemli direniş, Amerika’nın o tartışmasız hegemonyasındaki ilk büyük gediği de böylece açmış oldu.

‘60’lı yıllar içinde ABD karşısında daha çok da ekonomik planda yükselen bazı emperyalist güçler olmakla birlikte, sonuçta bunlar hala da Amerikan hegemonyasına tabi idiler. Deyim uygunsa ABD’nin eteğinde güçlenen ve ona tabi olan, onu kendi patronu olarak kabul eden güçlerdi. Somutta Almanya ile Japonya’nın durumu buydu. Burada tek istisna olarak Fransa’dan söz edilebilir. Fransız emperyalizminin tarihte bir yeri, kendine göre bir gücü, bir kişiliği, bir kültürü var; buradan da gelen bir dirençle, de Gaulle şahsında, ABD’ye karşı belli bir muhalefet çizgisi izledi. Öyle ki, bunun sonucu olarak Fransa ‘60’lı yıllarda NATO’nun askeri kanadından çekilme yoluna bile gitti. Buna paralel olarak, Almanya’yla ilişkilerini geliştirip bir eksen yaratmaya çalıştı. Fransa’nın arkasına saklanarak kendine gelecek için br inisiyatif alanı yaratmak sonuçta Alman emperyalizmi için de bulunmaz bir fırsat, bilinçli bir hesap ve somut bir tercihti. Yine de bu gelişmeler, sistemin kendi içinde ufak çaplı bir çatlağı ifade ediyordu, genel planda sistem hala da bir bütündü ve ABD tartışılmaz hegemon güç, yani sistemin patronu ve jandarmasıydı.

Gelgelelim kapitalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişme yasası işliyor, sonuçları da kendini iktisadi ve giderek siyasal alanda gösteriyordu. Savaş Japonya’da ve Almanya’da korkunç bir tahribat, üretici güçlerde büyük bir yıkım yaratmıştı. Ama bu ülkeler bizzat ABD desteğiyle, bu ülkelere akan muazzam boyutlardaki Amerikan sermayesinin de yardımıyla, zaman içerisinde toparlandılar ve 1970’lere gelindiğinde, Amerika’nın karşısına birer büyük ekonomik güç olarak, dünya pazarında Amerika’yla rekabet edebilen güçler olarak çıkabildiler.

1970’li ve ‘80’li yıllarda, bu iktisadi güçlenme temeli üzerinde, giderek kendi siyasal kimliğini ve inisiyatifini bulmaya yönelik girişimler de vardı. Japonya için bu türden olanaklar sınırlı olmasına rağmen Avrupa’da durum farklıydı. İki emperyalist dünya savaşının esas sahnesini oluşturan ve bu iki savaşta kendini tüketen Avrupa’da, bu türden girişimlerin son derece makul ve masum görünebilen tarihsel koşulları da vardı. Çatışan çıkarlar ve bunun ürünü savaşlar yerine, iktisadi ve giderek siyasi çıkarların uyumlulaştırılması, buna dayalı bir birleşik Avrupa, ileri ve barışçı bir proje olarak sunulabiliyordu pekala.

Somutta Fransa ve Almanya için Avrupa Birliği, bu türden bir çabanın ürünüydü. Bunun ilk adımı daha 1950’li yıllarda, çelik ve kömür dallarındaki tekeller arasında kurulan ekonomik birlikle atılmış oldu. Zamanla bundan önce Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) doğdu; bu ise giderek siyasi bir birliğe, Avrupa Birliği’ne (AB) doğru evrildi. Elbette bu evrim çizgisi, ekonomik alandaki gelişmelerin siyasal düzeyde de ifadesini bulması anlamına geliyordu.

Bununla birlikte bu gelişmeler, Sovyet sistemi çöküp Doğu Bloku ortadan kalkana kadar, sistemin kendi içinde baş gösteren, ama henüz sistemin dengelerini, iç uyumunu, hegemon güce tabiyeti zorlayan şeyler değildi. ABD tartışmasız patrondu, çünkü hala da her alanda onlara göre çok güçlüydü. Ve daha da önemlisi, karşılarında Sovyetler Birliği’nin liderliği altında siyasal, özellikle de askeri açıdan güçlü bir blok vardı. Bu koşullarda ABD, Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği blok karşısında kapitalist dünyanın genel çıkarlarını koruyan etkili bir güç olarak duruyordu. Tüm ötekiler ABD’nin bu gücüne ve korumasına muhtaçtılar. Örneğin Federal Almanya, ABD olmaksızın açık-gizli intikamcı niyetlerini, bunun bir parçası olarak Doğu Almanya’yı ytma heveslerini sürdüremezdi.

Fakat EKİM 1. Genel Konferansı’nın zamanında tüm açıklığı ile saptadığı gibi, ‘89 çöküşüyle bu ilişkiler tablosu temelden değişti ve batılı emperyalistler arası ilişkileri derinden etkileyecek yeni bir tarihsel durum çıktı ortaya. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun dağılmasının ardından emperyalist dünyanın kendi içindeki çelişmelerin gelişip serpilmesini engelleyen bir büyük engel, bir büyük tarihi güç ortadan kalktı. O güne kadar Sovyetler Birliği ve Doğu Boku’nun varlığı, emperyalistler arasındaki çelişmelerin gelişmesini ve bütün boyutlarıyla serpilmesini engelliyordu. İktisadi-ticari rekabet yaşanabiliyor, siyasi inisiyatif kazanma eğilimleri gösterilebiliyor, belli siyasi oluşumlar ortaya çıkabiliyordu. Ama bunun tüm sonuçlarına doğru ilerleyebilmesi, özellikle asker biçimler alması o gün için olanaklı değildi. Çünkü karşıda askeri bir karşı kuvvet vardı, bu kuvvet karşısında öteki emperyalist güçler ABD’ye muhtaç ve dolayısıyla tabi idiler.

Yine de, özellikle de bazı Avrupalı emperyalist güçler alttan alta kendi güçlerini geliştirmeye çalışıyorlardı. Fransa’nın büyük bir hırsla nükleer güç olma arzusu bundan ayrı değildir. Düşününüz ki Fransa en önemli yeni nükleer denemelerini tam da Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra gerçekleştirdi. Bunda da anlaşılmaz bir yan yok; zira Fransa’nın bu hazırlığı, aynı zamanda ABD karşısında kendi bağımsızlığını ve inisiyatifini ele almaya yönelikti. Böyle bir kaygı olmasaydı, sorun salt Sovyetler Birliği’ne karşı güçlenme ihtiyacından kaynaklansaydı, ABD’nin nükleer gücü, bu gücün sağladığı koruma buna fazlasıyla yeterdi. Ama belli ki hırslı Fransız emperyalizminin bundan öte kaygıları ve hesapları vardı. De Gaulle’cü çizgide kendini dışa vuran, Fransa’nın NATO’nun askeri kanadından çekilmesine yolaçan, temelde bundan başka bir şey değildi. Bunun böyle olduğu bugün bütün açıklığı ile ortaya çıkmış bulunduğuna göre sözü uzatmak gereksizdir.

‘90’lı yıllarda dünyanın yeni tablosunu tahlil eden değerlendirmelerimiz bütün bunları içeriyor; emperyalist dünyanın kendi içindeki çelişmelerin gelişip serpilmesinin önünde artık herhangi bir engel kalmamıştır, çelişkiler özgürce gelişecek ve bütün sonuçlarına varacaktır, deniliyor. Bu, emperyalistler arası rekabetin siyasal alanda kızışması, giderek askeri alanda da kendilerini güçlendirme eğilimleriyle ortaya çıkması anlamına geliyordu. Bugün bakıyoruz, süreç tam da bu doğrultuda ilerliyor ve benim eski değerlendirmelerimize işaret ederek bugünün gerçekleri üzerinde durmam da buradan kaynaklanıyor.

Rakiplerini dizginleme ve denetim
altında tutma stratejisi

11 Eylül sonrasında ABD emperyalizminin “teröre karşı mücadele” adı altında yaptığı çıkış, kendini kendi dışındaki bütün bir dünyaya, ama bu arada öteki emperyalist güçlere de dayatmasından başka bir şey değildir. Ama yanılgıya düşmemek gerekir; 11 Eylül bu açıdan yalnızca yeni bir fırsat olmuştur, emperyalistler arasında içten içe sürmekte olan çatışmanın yüzeye vurmasını hızlandırmıştır, o kadar. Bu yüzeye vuruşu ABD’nin Irak’a yönelik savaşı üzerinden somut olarak gördük. İkinci emperyalist savaştan beri emperyalist dünyanın kendi iç ilişkilerinde ilk kez bu denli ağır bir kriz yaşandı, bu bile ilişkilerde yeni bir döneme girildiğinin göstergesidir.

Bu kriz gerçekte son on küsur yıldır dipten dibe olgunlaşıyordu. ABD, daha Sovyetler Birliği yıkılır yıkılmaz öteki emperyalist odaklarla aralarındaki çelişmelerin gelişip serpilmesi için yeni tarihi koşulların oluştuğu gerçeğini gördü ve inisiyatifi kaybetmeme, ötekiler henüz zayıfken, henüz kendisine kafa tutma olanaklarından yoksunken konumunu pekiştirme yolunda kolları sıvadı. Irak’a ilk emperyalist müdahale, birinci Körfez Savaşı, tam da bunun bir ürünüydü.

ABD bu pratik adımlarına yeni bir stratejik çerçeve oluşturmakta da gecikmedi. 1992 tarihli gizli bir Pentagon belgesi bunun bir ifadesidir. Orada, ABD’nin tarihte ilk kez dünyanın tek süper egemen gücü konumuna erişmiş olması tespitinden hareketle, bunun güçlendirilmesi ve süreklileştirilmesi için yapılacaklar, stratejik bir bakış açısıyla ele alınıyor. Benimsenen yeni stratejinin temel hedefi, geleceğin muhtemel rakip güçleri henüz zayıf ve hazırlıksızken alınacak tedbirlerle, onlara ABD’yle hiçbir biçimde rekabet edemeyecekleri düşüncesini aşılamak olarak saptanıyor. ABD kendini askeri ve politik açıdan öyle güçlendirmelidir ki, rakip emperyalistler değil bir karşı güç olarak sivrilip onunla dünya egemenliği uğruna bir mücadeleye girişmek, bunu “akıllarından bile geçiremeyecekleri” (bu, bizzat orijinal elgedeki ifadedir) bir duruma düşebilsinler.

Bu yeni stratejik hedefin saptanmasından beri ABD, silahlanma ve savaş bütçesini büyüttükçe büyütüyor. 11 Eylül’e ulaşıldığında bu rakam 300 milyarı bulmuştu bile. 11 Eylül’den sonra hızla yaklaşık 400 milyara çıkartıldı. “Ek bütçe”ler bu rakamın dışındadır. Düşününüz ki halihazırda öteki başlıca büyük devletlerin, Rusya, Çin, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin savaş bütçelerinin toplamı bile bu rakama ulaşamıyor. ABD emperyalizmi halihazırda askeri bakımdan rakipleri karşısında bu denli güçlü bir konumda.

Bütün bunlar, bu çılgınlık boyutundaki silahlanma ve savaş yatırımları kime karşı olabilir? Bütün bunları salt halklara karşı yaptığını söyleyemeyiz, halklara karşı bu çapta ve bu türden bir silahlanma hem gerekli değil, hem de bir noktadan sonra işe yaramaz. Örneğin “yıldız savaşları” projesinin hedefi kendiliğinden belli değil midir? Belli ki bu türden bir silahlanma hazırlığı diğer emperyalist güçlere karşıdır. Elbette bu güçlenme en başta sistem karşıtı güçleri dizginleme gibi doğal bir imkan sağlıyor; ama burada temel sorun, hele de güncel sorun bu değil. Halkların henüz ayaklanmalara, devrimci kalkışmalara, silahlı mücadelelere girişmediği bir dönemde, ABD için esas ve öncelikli sorun, kendi tek süper güç konumunun değişmezliğini ve değiştirilemezliğini akip olma potansiyeli taşıyan öteki emperyalist devletlere dayatıp kabul ettirmek, böylece onları kendi denetimi altında tutmak, kendi temel tercih ve çıkarlarına tabi kılmaktır. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından ortaya konulan ve uzun süre gizli tutulan “savunma konsepti”, bu amacı zaten bütün bir açıklığıyla formüle de ediyor. ABD’nin temel önemde stratejik kaygılarında biri bu, nitekim hazırlıklaı ve attığı adımlar, yaptığı hamleler buna yöneliktir.

Clinton döneminde (ki neredeyse ‘90’lı yılların tümünü kapladı) bu iş daha usturuplu bir biçimde yapılıyordu. ABD güç üstünlüğünden gelen konumunu kendi tercih ve çıkarlarına göre kullanıyordu; ama bunu öteki emperyalistlerin onurunu kırmadan, bölgesel düzeyde bir ölçüde meşru gördüğü çıkarlarını fazla zedelemeden yapıyordu. Siz bölgesel güçsünüz, bölgesel güç olarak size saygı gösterilecektir, ama sakın ola ki dünya çapında bir küresel güç olmaya soyunmayınız, kendi çapınızı biliniz, o çerçevede hareket ediniz; bu koşula uyulmak koşuluyla ABD de sizin bölgesel düzeydeki nüfuzunuza ve çıkarlarınıza saygı duyacaktır diyen bir uslüp ve buna uygun bir politik tarz vardı. Dünya olaylarına ilişkin çeşitli kararlar alınırken, neticed bunlar ABD’nin dayattığı kararlar olsa bile, rakip emperyalistlerin söz hakkı ve onayı biçimsel olarak önemseniyor, onların desteği alınmadan uygulamaya sokulmuyordu. Karşı tarafın çıkarları, onuru, söz hakkı bir biçimde, ama elbette daha çok da biçimsel düzeyde korunuyordu.

Nitekim akıl hocaları içindeki en akıllılardan biri, Brezinski, oturup bu konuda bir kitap da yazdı. ABD’nin dünya egemenliğinin uzun vadeli kılınması sorununu ele alan ve “Büyük Santranç Tahtası” başlığı taşıyan bu kitaba egemen görüş açısı, emperyalistler arası ilişkilerin bugünkü seyri bakımından dikkate değer bir anlam kazanıyor. 1997’de yayınlanan bu kitap, tarihte ilk kez olarak “tek küresel güç” haline gelmiş ABD emperyalizminin bu konumunu nasıl pekiştirip kalıcı hale getirebileceğine dair stratejik meseleleri ele alıyor; bu konuda Amerikan emperyalizmine, ABD’yi yönetenlere stratejik bir bakış ve somut bir perspektif vermeyi amaçlıyor.

Burada üzerinde durulan esas konu, 11 Eylül sonrasında özel hamlelere konu olan Avrasya sorunu. Avrasya burada geniş anlamıyla, Avrupa ve Asya’nın bütünü olarak düşünülüyor ve dünyaya egemen olmak Avrasya’ya egemen olmak denilerek bu ayrıntılı olarak gerekçelendiriliyor. Esas sorun ve dolayısıyla yeni hamleler alanı olarak, Rusya ve doğusu üzerinde duruluyor.

Ama burada bizi ilgilendiren bunlardan çok Brezinski’nin ABD’nin öteki emperyalist ülkelerle ilişkiler konusunda ortaya koyduğu yaklaşımdır. ABD elbette dünyanın tek egemen süper gücü olarak kalmalıdır ve bunu kalıcılaştırmalıdır. Ama bunu başarabilmesi için de bölgesel güçlerin bölgesel çıkarlarına ve bu düzeydeki inisiyatiflerine de saygı göstermelidir. Örneğin Avrupa’yı tabii ki Fransa-Almanya eksenine bırakmalı, bu ikilinin buradaki bölgesel nüfuzu ve çıkarlarına saygı gösterilmeli, fakat karşılık olarak da bu bölgesel güçler ABD’ye tabi olmalı, bizzat Avrupa’nın kendisi de dahil olmak üzere ABD’nin dünya meselelerine yönelik çıkar ve tercihlerine destek vermelidirler. ABD’nin bu üst egemenliği kesin bir tutumla tanınmadığı sürece bir Avrupa Birliği bile kuramayacağını Frana ve Almanya bilmek ve öğrenmek zorundadır vb.

Kitapta örneğin Fransa, bir dizi uyarı eşliğinde alabildiğine aşağılanıyor da. Emperyalistler arasında Irak’a karşı savaş üzerinden yaşanan krizin odağında Fransa bulunduğu düşünülürse, bu uyarı ve aşağılamalar ayrı anlam ve önem kazanıyor. Brezinski, Fransız aydın ve politikacılarının bir saplantı içinde olduklarını, yeniden küresel bir güç olmak hevesinden bir türlü kendilerini kurtaramadıklarını söylüyor ve ekliyor, oysa bu bir kuruntu, Fransa’nın hiç de böyle bir gücü yok ve olamayacak da. Fransız ordusunun gücü ve imkanları Afrika’daki bir takım darbeleri bastırmaya yetebilir, ama küresel güç mücadelesinde Fransa dünyanın herhangi bir bölgesine müdahale etmek gücüne sahip olmadığını artık anlamalı ve dayanaksız saplantılarını kafasından silip atmalıdır. Bunu yaptığı takdire, ABD de onun bölgesel güç konumunu ve bundan kaynaklanan çıkarlarını tanıyacaktır vb. Çin ve Rusya için de benzer şeyler ileri sürüyor.

Temel felsefe şu: Eğer biz büyük bir imparatorluk olacaksak, kendimize tabi güçlerin çıkarlarına ve söz haklarına saygı göstererek bunu yapmalıyız, ancak bu koşulla bunu başarabiliriz. Elbette üst egemen güç biz olmalıyız, ama onların bölgesel çıkarlarına ve söz haklarına da saygı gösterebilmeliyiz. İstenen feodal hiyerarşideki soylu-vasal ilişkisinin bir tür modern versiyonudur.

Irak üzerinden emperyalistler arası
ilişkiler tablosu

Bush döneminden itibaren ve esas olarak da 11 Eylül sonrasında ABD’nin terkettiği ilişki tarzı tam da bu oldu. Dünya meseleleri üzerine “tek yanlı dış politika” olarak daha 11 Eylül öncesinde bunun teorisi ve savunması da yapıldı, ilk adımları da daha o günden atıldı. ABD kendini vasallarına zorla dayatan, onların çıkarlarını tanımayan, onların devlet onurlarını zedeleyebilen tavırlarla ortaya çıkmaya başladı.

Irak, Rusya ve Fransa’nın etkinlik alanıydı ve bu Körfez Savaşı’nın yarattığı bir sonuçtu. Irak’a müdahale sonuçta burayı Fransa ve Rusya’nın elinden almak anlamına geliyor ve somutta hedeflenen de aynı zamanda buydu zaten. Bunun Irak halkı ve bölge halkları için sonuçlarını bir yana koyalım; ama somutta Irak’a müdahale, petrolü nedeniyle büyük önem taşıyan bu nüfuz alanını Fransa’nın ve Rusya’nın elinden çekip almak demektir. Ortadoğu’daki ABD egemenliğini iyice pekiştirmek, rakip emperyalistleri bu alandan sürmek demektir. Irak’ta başarılı olabilseydi gündeme İran’ı alacaktı. İran pazarı demek Avrupa, daha somut olarak da Alman ve Fransız pazarı demektir. İran’a muhtemel bir ABD saldırısının başarısı demek, İran pazarını Almanya ve Fransa’nın, yanı sıra Rusya’nın elinden çekip almak demektir. ABD Irak’a kolayca egemen olmaı başarabilseydi, kısa zamanda İran’da bir çatışmayı gündeme getirebilirdi.

ABD’nin Irak saldırısının arkasında elbette çok yönlü hesaplar var. Petrol, İsrail’i güçlendirmek, Ortadoğu gibi kritik bir bölgede egemenliğini pekiştirmek, İran’ı kuşatmak, olanaklıysa orayı da düşürerek Ortadoğu’dan Orta Asya’ya arada hiçbir engel, denetim dışı kalmış bir alan bırakmamak vb. Ama hesaplardan biri de, rakip emperyalistleri kendine tabi ve mecbur kılabilmek için, Ortadoğu’nun petrol vanalarını tümden ele geçirebilmektir. Ortadoğu petrollerine tam egemenlik, Japonya’nın, Almanya’nın, Fransa’nın boğazına tam olarak yapışmak demektir, bu yeterince açık. Bunun emperyalist rakipleri karşısında ABD’ye nasıl bir üstünlük sağlayacağı da aynı ölçüde açık olmalıdır.

Ama ABD emperyalizmi bunu kendi dünkü emperyalist müttefiklerini çiğneyerek, onları elinden geldiğince ezerek yapmaya çalışması, onun gücü değil güçsüzlüğünün bir göstergesi sayılmalıdır. Güçlü ve soğukkanlı bir imparator vasallarının onuruna dokunamaz, onların çıkarlarını kaba bir biçimde zedeleme yoluna gitmez. Eğer dokunmak ve zedelemek zorunluluğu duyuyorsa, burada bir zayıflık var demektir.

Rakip emperyalistler karşısında bir an önce üstünlük kazanma kaygısı ABD’yi onlarla karşı karşıya getiriyor. Fransa, Almanya ve Rusya’nın savaşa muhalefeti bir savunma refleksidir, kendi etki alanını koruma kaygısı var burada. Burada saldırıda olan, çatışmayı yaratan bizzat ABD’dir. Öteki emperyalistler durduk yerde dünkü patronlarının karşısına geçmiş değiller. ABD onların çıkar alanlarına kabaca ve hiçbir geçerli meşru nedene dayanma ihtiyacı duymaksızın müdahale ettiği için onlar da buna karşı çıkmak zorunda kalmışlardır, Irak krizi üzerinden olay budur.

Güçlü olan kendine tabi olanı doğal bir biçimde etki altında tutar. Oysa burada kendini zorla dayatma vardır. Bakıyoruz, aynı zorla dayatma kendine bağlı işbirlikçi rejimler şahsında da ortaya çıkıyor. Türk devletinin olmayan onuru uluorta örselenebiliyor. Aynı şey Endenozya’da, bir biçimde Pakistan’da yapılıyor. Eğer imparatorluk olma iddiasındaki bir süper devlet kendi vasallarını, kendine bağlı işbirlikçileri böyle uluorta örselemek zorunda kalıyorsa, bu güçten değil zayıflıktan gelmektedir. Burada giderek egemenliğini pekiştirme değil, tam tersine egemenlikte bir çözülme vardır.

Nitekim olup bitenler, ABD’nin dünya egemenliğinde başlayan çözülmesinin işaretlerinden başka bir şey değildir. Bunu özellikle dünün devrimcisi bugünün liberalleri olarak Kürt milliyetçilerinin anlamaları gerekir. Onlara bakılırsa, ABD artık karşısında durulamaz bir güçtür; işte üç haftada Irak’ı dümdüz etti, şimdi sırada İran ve Suriye var, bunun ardından ise sıra Türkiye’ye gelecek, karşı durulmaz muktedir güç olarak ABD Ortadoğu’daki statükoları yıkarak kendi yeni demokratik düzenini kuracak.

Oysa sicilli Amerikancılar dışında kimse olup bitene böyle bakmıyor, olup bitenleri ABD’nin gücüne bir gösterge saymıyor. Bütün soğukkanlı gözlemciler Irak kriziyle birlikte yaşanan toplam olaylar tablosunu ABD’nin zayıflığına bağlıyorlar ve Amerikan imparatorluğunun çözülme sürecine işaret ediyorlar. Amerika o dev ulusal kaynaklarına rağmen Irak savaşını finanse etmekte giderek zorlanıyor. Irak’a egemen olmak için halen ayda 4 milyar doları suya atmak zorunda, senede 50 milyar dolar eder bu ve Irak’ın petrol zenginliği bile bu faturayı telafi edemez. Irak petrolünün tümüne el koymak, Irak halkına geride hiçbir şey bırakmamak yoluna gitmek bile bu faturayı karşılamaz. Kaldı ki, direniş büyüdüğü oranda bu fatura da büyüyecektir. Güçlülük, karşısında durulamazlık bunun neresinde? Bu bir batağa salanmış olmaktan başka nedir ki?

Dünya çapında Amerika’ya karşı büyük bir nefret var ve bu giderek büyüyor. ABD, dünya halklarının haklı nefretini kazanıyor ve tecrit oluyor. Kendi dünkü emperyalist müttefikleri ile karşı karşıya geliyor. Kendi işbirlikçileriyle sorunlar yaşıyor. Bu bir çözülüştür. Tabii ki çözülen bir güç hala da güçlüyse hoyratlık yapma imkanlarına da sahip demektir. Ama bu, kendi sisteminin istikrarını bozmaktan başka nedir ki? ABD’nin kapitalist dünyada İkinci Dünya Savaşı’ndan beri kurduğu o “Amerikan barışı” artık dünya çapında çatırdıyor.

ABD dünkü batılı müttefikleriyle sorunlu hale geliyor, 40-50 yıllık işbirlikçileriyle sorunlu hale geliyor, kendi içinde sorunlu hale geliyor. Amerikan burjuvazisinin kendi içinde görüş ayrılıkları büyüyor. Gelişmeler karşısında Amerikan emperyalizminin genel çıkarlarını kollama kaygısıyla, Irak üzerinden izlenen politika bizzat ABD’nin egemen eliti içinde bile sorgulanıyor. Bağdat’a girişle birlikte “muhteşem zafer”in ilanı sonrasında bile Kissinger gibi bir adam, ABD gerçekte bu savaşı kaybetmiştir, diyebildi. Saddam’a karşı kazanmış olabilir, ama buna ABD’yi dünyada düşürdüğü durum üzerinden bakıldığında, o gerçekte bu savaşı kaybetmiştir, demek istiyordu. Brezinski gibi adamlar da bu düşüncedeler. Bunlar Amerikan emperyalizminin genel çıkarları üzerinden sorunlara bakan adamlar, ünlü akıl hocaları, bir egemnliğin nasıl ayakta tutulacağını çok iyi biliyorlar. Bush yönetiminin şimdi atıldığı maceraların ABD’ye ne tür faturalar çıkartacağını, onun mevcut egemenliğini nasıl sarsacağını kestirebilen insanlar, buradan gelen kaygılarla konuşuyorlar. Gerçek savaş rakip emperyalistlere karşı olduğuna göre, gerçek savaş dünya egemenliğini kurmak savaşı olduğuna göre, Irak’ta Baas rejiminin kolayyıkılması tali bir durumdur, demek istiyorlar. Amerikan burjuvazisinin genel çıkarlarını, Amerikan emperyalizminin uzun vadeli egemenliğini düşünerek, Amerika bu savaşı kaybetmiştir diye düşünüyorlar.

Oysa Bush ve çetesinin tercih ve adımlarında temsil ettikleri şirketlerin kısmi çıkarları önemli bir rol oynayabiliyor. Eğer bir imparatorluk kendi genel çıkarları değil, o imparatorluk içersindeki belli güçlerin kısmi çıkarları üzerine dünya politikası yürütmeye çalışıyorsa, bu büyük bir maceracılık demektir. Bu maceracılık halihazırda Irak batağı olarak somutlanmış bulunuyor.

Halkların direnme gücü

Daha yalnızca birkaç ay önce büyük bir kibirle, Irak meselesini Birleşmiş Milletler platformunda tartışmayız, bir savaş yürüttük ve sonuçta kazandık, dolayısıyla bu zaferin ganimeti de bizden sorulur diyenler ve bunu Fransa, Almanya ve Rusya’ya da kabul ettirerek BM’den bu doğrultuda karar çıkartanlar, bugün dönüp onlara, gelin Irak meselesini birlikte konuşalım, birlikte çözelim demek zorunda kalabiliyorlar. Düşünün ki bu, Irak halkının henüz çok sınırlı olan ve daha üç ayı ancak bulan direnişi sayesinde ortaya çıkmış bir sonuçtur.

Mayıs’ta Amerikan yönetimine bağlı geçici bir hükümet kuracaklardı. Mayıs erken Haziran dediler, Haziran erken Temmuz dediler. Temmuz’da eski işgal valisi gitti, yenisi geldi. Paul Bremer gelir gelmez Irak’ta demokrasiyi kurmak zaman gerektirir, bir-iki yıl biz kendimiz yöneteceğiz dedi. Ama üstünden bir ay bile geçmeden, apar topar 25 kişilik kukla bir Geçici Konsey kurdular. Irak’ı giderek Iraklılar yönetecek görüntüsü yaratabilmek için bu adıma ihtiyaç duydular. İşler bununla da kalmadı, Amerikan Senatosu Bush’a Irak’ta sorumluluğu öteki emperyalist güçlerle paylaşmayı, bunun için BM’ye başvurmayı tavsiye eden bir kararı oybirliği ile aldı. Buna başka bazı gelişmeler de eklenebilir.

Peki ama bütün bu beklenmedik gelişmeler neden? Çünkü Irak halkı direniyor ve emperyalist işgalcileri zor durumda bırakıyor. Direniş henüz çok sınırlı, ama gelecekteki asıl büyük direnişin de işaretlerini veriyor. İşgalci güçleri de asıl bu kaygılandırıyor ve onları direnişi daha filiz halindeyken tecrit edip boğmak üzere bu türden adım ve girişimlere yöneltiyor.

İşte bu halkların gücüdür! Siz Baas rejimini üç haftada yıkabilirsiniz, peki 26 milyonluk Irak halkını ne yapacaksınız? Ona çıplak bir işgalci egemenliği, işgal gücünün varlığını kabul ettirebilir misiniz? Halkların bir kişiliği, bir onuru yok mudur? Size iş vereceğiz, temel altyapı hizmetleri getireceğiz vb. diyerek halkların onurunu satın alabilir, onları yatıştırabilir misiniz? Bunun olmayacağını, olamayacağını kibirli Amerikan emperyalizmi bir kez daha yaşayarak, etinde kemiğinde duyarak öğreniyor.

Irak ABD için artık bir bataklıktır, bunu halklar yaratıyor; halkların direnme gücü, mücadele enerjisi yaratıyor. Tarih boyunca da saldırganlar, işgalciler, emperyalist ve sömürgeci talancılar için bu türden bataklıklar hep de ezilen halklar tarafından yaratıldı, daha düne kadar emperyalistlerin hizmetinde olan kokuşmuş rejimler tarafından değil. Kendi çapında kırk yıllık karmaşık bir Baasçı devlet örgütlenmesine, 400 bin kişilik bir orduya ve sözümona ateşli bir Arap milliyetçisi ideolojiye dayanan çürümüş Saddam rejiminin yapamadığını, aynı süre içinde her türlü demokratik ve bağımsız siyasal örgütlenme hak ve olanaklarından yoksun bırakılan, adeta bir siyasal cendere içinde tutulan Irak halkı yapıyor bugün. Demek ki, ordu yalakası Perinçek’in Amerikancı orduyu ve devleti yüceltmek için uydurduğu “illi devlet direnir, milli ordu direnir” tekerlemesi, “çağımızın tunç yasası” değil, dayanaksız ve aldatıcı içi boş bir formüldür. İlla böyle bir yasadan söz edilecekse, bu “Ezilen halklar direnir!”den başka bir şey değildir ve olamaz.

Vietnamlar ve Stalingradlar’ı
yaratan neydi?

Önden Irak Vietnam’a dönüşecek deniliyordu. Aynı şey Bağdat üzerinden “yeni bir Stalingrad” beklentisi olarak ifade ediliyordu. Benzer her durumda (bir süre önce de Taliban Afganistan’ına müdahale sırasında) gündeme getirilen bu tarihsel paralellikleri simgeleyen direnişlerin onurunu halklar ve onlara bu direnişlerde önderlik eden biz komünistler taşıyoruz. Ama burada sorunumuz, tam da bu nedenle, bu paralellikleri bu kadar kolay kurmaya kalkmanın dayanaksızlığına değinmektir. Kolaycı paralelliklere ve nesnel gerçeklere biraz daha yakından bakalım.

Güney Irak’ta, Basra’dan Kerbela’ya Irak’ın onyıllar boyunca o en yoksul ve ezilen bölgesinde, Kürdistan’ın yanı sıra Baas rejiminin zulüm ve katliamlarını en çok yaşamış bu Şii bölgesinde, savaşın ilk günlerinde yaşanan büyük bir direniş yeni bir Vietnam beklentisini doğrular işaretler veriyordu. İşgalcileri bir süre için şaşkınlığa düşüren bu direniş, dünya halklarına ise büyük bir moral verdi. Bu arada savaşa muhalefet eden emperyalistler cephesi de umutlandı, ABD belasını bulacak diye düşünmeye başladılar. Fransa Dışişleri Bakanı, halkların zenginliklerine kolay el konulamayacağı açığa çıkmıştır açıklamasını yaptı o günlerde. Fakat ne zaman ki Amerikan ordusu Şii bölgelerinin kenarından dolanarak geçti, Bağdat’a, yani rejimin egemen olduğu bölgeye geldi, savaş da bitti. Baas rejimi bir anda ç¨ktü, 400 bin kişilik Irak ordusuna ne olduğunu kimse anlayamadı bile. Çokça sözü edilen “seçme birlikler”in nasıl dağıldığı hala da tam anlaşılmış değil.

Bağdat’ın neredeyse tek kurşun atılmadan teslim edilmesiyle işgalcilerin “muhteşem zafer”i ilan edildi. Güneydeki beklenmedik direniş görülünce, bu savaş ayları, belki yılları bulacak deniliyordu. Bağdat’ın beklenmedik kolaylıktaki düşüşü üzerine, bu kez ABD’nin karşı konulamaz gücünden dem vurulmaya başlandı. Elbetteki bu kez sahnede eski ve yeni Amerikancılar vardı. Eskileri biliyoruz, bunlar kırk yıllık arsız Amerikancı cephesini oluşturuyorlardı. Yenileri, bir bölümü dünün devrimcisi olan bugünün liberal Kürt milliyetçileri oluşturuyordu. İlk cepheyi anlamak olanaklı, onların varlık nedeni Amerikan uşaklığıdır. Ama bu ikinci cephenin bir bölümünün Amerikancılığı ibretlik bir utanç tablosu örneği sayılmalıdır. Fakat konumuz şimdilik bu değil, Irak üzerinden ve daha savaş öncesinde Vietnamlar ve Stalingralar’la kurulan paralelliklerdir.

Öncelikle buradan çıkarmamız gereken bir sonuç var. Gerici rejimlerin Vietnamlar ya da Stalingradlar yaratması mümkün değildir, bunu Perinçek’in içi boş uydurma formülü üzerinden dile getirmiş bulunuyorum. Vietnamlar’ın ve Stalingradlar’ın gerisinde tarihin tekerleğini ileriye doğru çeviren toplumsal güçler ile onların temsilcisi devrimci güçler var. Başından itibaren Vietnam direnişinin örgütleyecisi ve sürükleyicisi olan Vietnam İşçi Partisi tümüyle alt sınıflara, özellikle de özgürleşme mücadelesi veren köylülüğe dayanıyor ve kendini komünist olarak tanımlıyor, sosyalizmi hedeflediğini, Marksizm-Leninizmi esas aldığını belirtiyordu. Böyle bir ideoloji ve politik hedef üzerinden hareket ettiği açık iddiasıyla Vietnam halkına önderlik eden bir parti Vietnam dirnişinin öncüsü ve sürükleyicisiydi. Vietnam komünistleri büyük yiğitlikler, olağanüstü fedakarlıklar gösterdiler. Bunların ne kadar gerçek komünist olduklarının hiçbir önemi yok. Onlar duygu ve tercihleriyle komünizme bağlı olduklarını iddia ediyorlar, bu kimlikle savaşıyorlardı, önemli olan bu. Ulusal kurtuluş davasını başarıya ulaştırmaya çalışırken, o tarihsel döneme egemen devrimci ieolojiden, değerlerden ve güçlerden güç ve ilham almalarıdır önemli olan. Bu durumda tabii ki o görkemli Vietnam direnişi gerçekleşecek, tabii ki orada Amerika’nın burnu kuşaklar boyu unutulmayacak bir destansı direnişle sürtülecek, ABD emperyalizminin ruhuna ve kemiklerine işleyen “Vietnam sendromu” onyıllar boyu yaşanacaktı.

Öteki örneğe, büyük kent direnişlerinin simgesi haline gelen ve büyük bir savaşın, bir dünya savaşının bütün bir seyrini değiştiren, kudurgan Hitler rejimini tarihe gömen gelişmelerin belirleyici halkasını oluşturan Stalingrad örneğine gelelim. Baas rejiminin palavraları da inandırıcı bulunarak, “Bağdat yeni bir Stalingard olacak” deniliyordu. İyi ama Bağdat neye göre yeni bir Stalingrad olacaktı? Stalingradlar öyle kolay mı yaratılıyor? Bu o kadar kolaysa, bunun toplumsal, politik ve moral bir takım nedenleri yoksa, İkinci Dünya Savaşı esnasında örneğin bir Paris neden Stalingrad olmadı? Neden önden Fransız emperyalizminin o günkü propaganda aygıtları tarafından (bugünün Baasçı palavralarına benzer biçimde) “geçilmez!” denilen ünlü “Majino hattı”, Nazi orduları tarafından bu kadar kolay bir biçimde ge¸ildi ve iki haftadan az bir zamanda Paris’e ulaşıldı? Paris gibi görkemli bir tarihi geçmişi olan bir kent tek kurşun atılmadan Nazi sürülerine teslim edildi?

Demek ki Stalingardlar ısmarlama yaratılamıyor. Stalingrad’ın arkasında bir güç, bir toplumsal-politik kuvvet, bir ideal, bir tarihsel kimlik var. Tıpkı üç yıl boyunca harabeye döndüğü ve açlıktan kırıldığı halde teslim olmayıp kendini savunan Leningrad gibi. Tıpkı Hitler sürülerini varoşları üzerinden karşılayan ve ötesine geçmelerine izin vermeyen Moskova gibi. İkinci emperyalist savaş sırasında ölümüne direnen büyük kentlerin, yani Stalingradlar’ın hep de Sovyet kentleri olması bir rastlantı olabilir mi?

Sovyet emekçisi kurduğu sosyalist düzeni savunmuştur orada ve başında ona bu yolda önderlik eden bir komünist partisi vardır, olayın tarihsel ve toplumsal-politik özü ve esası budur. Her renkten, her milliyetten Sovyet insanı... Hitler’in saldırısı çok ani ve beklenmedik bir saldırıydı. En zengin bölgeleri ele geçirdi. Fakat Sovyet insanı, Kızıl ordusu, Sovyet devleti kendini hızla toparlayarak gelişmelerin yönünü değiştirmek için canını dişine taktı ve nihayet Stalingrad’da Hitler’in savaş makinasını durdurdu. Stalingrad bir anda bütün dünya halklarının umudu oldu. Gerisinde Sovyet insanı ve Sovyet düzeni var. Başında Stalin ve Bolşevik partisi var. Orada Sovyet emekçisinin kendi kurduğu bir toplum düzeni var, dolayısıyla orada bir emeği sahiplenme var. Çok büyük kahramanlıklar, çok büyük fedakarlıklar var ve bunun en iyi öreğini de bizzat Sovyet komünistleri vermiştir. Sovyet komünistleri ve onların önderlik ettiği Sovyet halkları Stalingradlar’ın da sırrını veriyor bize. 20 milyon insan kendini feda etti, ama sonunda kazandı. Leningrad üç sene boyunca kuşatma altında kaldı, yıkıntı haline getirildi, ama teslim olmadı, kente girilemedi. 1942’de, Nazi birlikleri Moskova varoşlarına dayandıklarında, Stalin Ekim Devrimi kutlamalarında konuşuyordu; hükümet taşınmıştı Urllar’ın ötesine, ama Stalin orada, Moskova’da kürsüdeydi. Ekim Devrimi’nin 25. yıldönümünü kutlamak üzere, akşama kadar resmi geçit yaptılar ve oradan da dosdoğru Moskova varoşlarına dayanmış düşmanı karşılamaya... Esir düştüklerinde Parti üyesi olduklarını gizlemek komünistler için ihanet sayılıyordu, açıklamak ise Alman faşistleri tarafından anında kurşuna dizilmek anlamına geliyordu...

Stalingrad böyle yaratılmıştır. Peki bu böyleyse eğer, Saddam ailesinin yönettiği Baas rejimi gibi çürümüş bir rejim Stalingrad yaratabilir miydi? Kokuşmuş bir aile ve aşiret rejimi bu, savunulacak hiçbir ilkesi ve ideali yok. Kendi çapında bir petrol krallığıydı, petrol gelirleri rejimin elindeydi. Böyle bir rejim niye Stalingrad yaratsındı ki? Dolayısıyla birinin başında Ortaçağ artığı çürümüş Taliban rejimi, ötekinin başında çürümüş Baas rejimi varken ileri sürülen Afganistan Vietnam, Bağdat Stalingrad olacak türünden kolay söylemlere prim vermemek gerekir. Böyle direnişleri halklar ve halkların direnişine önderlik eden politik güçler yaratabilirler, bunu unutmamak gerekir. Elbette bu güçler her zaman komünist ya da her zaman ilerici anlamında devrimci olmayabilirler, ama neticede haklı bir dvanın sahipleriyseler ve alt sınıflara dayanıyorlarsa yaratabilirler. Cezayir’de yarı sosyalist yarı islamcı yapıya sahip bir önderlik, görkemli bir direniş yaratabildi, çünkü haklı bir davanın sahibiydi ve mazlum bir halka dayanıyordu.

Çürümüş Baas rejiminin hiçbir davası yoktu, keyfi ve kokuşmuş bir diktatörlüktü bu. Bir tür hanedanlık, yozlaşmış bir ayrıcalıklı burjuva kastı, bir direniş iradesi ortaya koyabilir mi? Buradan Stalingard ya da Vietnam çıkabilir mi? Çıkmadığını gördük ve onların yıkılışının ardından artık çıkabileceğini de umabiliriz. Şimdi Irak halkının başında bu kokuşmuş gerici güçler yok; halkın kendi öz inisiyatifi ve enerjisi var. Direnenlerin bir kısmı Baas rejiminin artıkları olsalar bile bu böyle. Zira bir ordunun egemen zirveleri, subaylar kastı ile alt kademesinin ve eratının aynı olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu ikinci kesim halkın, o halk dinamizminin bir parçasıdır, hele ki artık bu kurumların dağıldığı ve alt kesimlerin deyim uygunsa halkın içine döndüğü bir durumda. İşte Irak’ta şimdi kendi türünden bir Vietnam yaratılabilir.Direniş henüz çok başında, ama şimdiden Amerika’nın soluğunu kırmaya da yetebiliyor ve halk direnişi yeni bir Vietnam’ın ilk önemli işaretlerini veriyor. Gerisini birlikte göreceğiz.

(Devam edecek...)