Tezkere geçip de Amerikadan asker talebi bir türlü yinelenmeyince, hükümet başladı konuya ilişkin gerçeklerin itirafına. Dün, biz Iraka kendi çıkarlarımız ve Irak halkının iyiliği için gideceğiz, diyorlardı. Şimdi, gidemediklerinin izahını Amerikanın ve Irak halkının isteksizliğiyle açıklıyorlar. Hevesli değiliz, istemezlerse gitmeyiz diyorlar.
Tezkere ile alınan asker gönderme yetkisinin başına gelen, 8.5 milyarlık kredinin de başına gelmiş gibi görünüyor. Böyle olunca, kredi konusundaki açıklamalar da tezkere konusundakilerle paralellik arzediyor. Demek ki, kredi asker göndermeyle bağlantılıymış. Gerçi hükümet bu konuda hala aksi iddialarını sürdürüyor, ancak dün olduğu gibi bugün de bu iddiaların kaale alınacak bir yanı bulunmuyor. Tezkere hazır, ama ABDden asker talebi gelmediği için askıda bekliyor; anlaşma hazır ama kredinin ilk dilimi serbest bırakılmıyor. İkisi arasındaki bağlantı bu derece açıkken, bu bağlantıyı inkar edici hiçbir söz bir değer taşımıyor.
Hükümet cephesinden, özellikle krediye ilişkin açıklamalarda farklılık ve çelişkiler bulunmakla birlikte, sözler derlenip toparlandığında sonuçta aynı kapıya çıkıyor. Yapılan anlaşmaya göre, kredinin kullandırılması ya da kullandırılmaması tümüyle ABDye bağlı bulunuyor. Hükümetin çok yetkili ağızları bu yüzden net bir ifade kullanamıyor, muğlak ve birbiriyle çelişir görünen açıklamalarla yetinmek zorunda kalıyorlar. Çünkü gerçekten kendileri de konu hakkında hiçbir fikre sahip değiller. Askeri gönderin demeyen Amerika kredinin ilk dilimini serbest bırakacak mı bırakmayacak mı bilmiyorlar. Büyük ihtimalle bu konuda onlara da bir şey söylenmiş değil. Asker konusu da, göründüğü kadarıyla, öylece ortada bırakılmış gibi. Hükümet yetkilileri, Amerikan basınıda çıkan haberler üzerinden fikir beyan ediyorlar. Bir teki bile sorulan sorulara, çıkan haberler önemli değil, bizim Amerikan hükümetiyle görüşmelerimiz şu yönde seyrediyor, son durum budur, gelişme kaydettikçe basın ve kamuoyu bilgilendirilecektir, diyemiyor.
Sadece bu durum bile bir devlet ve hükümet için fazlasıyla rencide edicidir. Ancak bizim devletlülerde incinecek bir onur bulunmadığı görülmektedir. Ordu başta olmak üzere, tezkere konusunda etkili ve yetkili tüm güç odakları susmakta, hükümet yetkilileri ise işi pişkinliğe vurmayı tercih etmektedirler. Konuyla ilgili bugünkü beyanlarının dünküleri tutmaması onları hiç rahatsız etmiyor. Kimse de karşılarına çıkıp, dün böyle demiyordunuz ama, ne oldu, diyemediği için hesapsız-kitapsız konuşabiliyorlar.
Göründüğü kadarıyla gidişatı kavrayan tek güç odağı TÜSİAD oldu. Başlangıçtan beri Irak seferini hararetle destekleyen bu patronlar kulübü, geçenlerde birden fikir değiştirip hükümeti uyarma ihtiyacı duydu. TÜSİAD uyarısının üstünden fazla bir zaman geçmeden de Amerikanın isteksizliği konuşulmaya, tartışılmaya başlandı. Patronlar ve hükümet pişkinlikte doğrusu birbirini aratmıyorlar. Ne de olsa aynı mayanın hamuru, aynı fırının ekmeğidirler. Benzer tavırlar sergilemeleri normaldir.
Güç ve iktidar odakları içinde son gelişmeler üzerine suskunluğu tercih eden tek çevre ordu oldu. Gerçek ve fiili yönetim erkini tekelinde tutmayı sürdüren (bütün o AB reformlarına rağmen nerdeyse hiçbir değişiklik geçirmeden) ve dolayısıyla her temel konuda olduğu gibi Irak konusunda da karar merciinin başı konumunda olan ve bu yetkisini tezkerenin geçmesi yönünde kullanan ordu, şimdi işlerin niye karıştığı, Pentagonla yaptıkları anlaşmaların ne olduğu vb. üzerine tek laf etmiyor. Dış basına verilen röportajlar içerdeki bu görüntüyü değiştirmeye yetmiyor. Her yeri geldiğinde, bu siyasi iradenin vereceği bir karar, siyasi irade ne derse biz onu yaparız argümanına sarılan ordu kurmayları, şimdi, siyasi iradenin politikasızlığı karşısında ağızlarını açmıyorlar. Bu suskunluk bile, konuya ilşkin tek siyasi iradenin yine ordu olduğunu anlatıyor. Gelişmeler karşısındaki şaşkınlığı, bu şaşkınlıkla sarfedilen çelişik ifadeleri, nasıl hükümetin konuya ilişkin bir politikaya sahip olmadığını anlatıyorsa.
Siyasi iradenin politikasızlığı, dolayısıyla iradesizliği, sadece Irak ve bağlantılı dış meselelerle sınırlı değil elbette. Bu aynı sürecin temel gündemlerinden biri olan 2004 bütçesi konusunda da aynı iktidarsızlık ve politikasızlık söz konusu. Bu bütçe de, bir, iki, üç, beş yıl önceki bütçeler gibi bir borç ve faiz ödeme bütçesi olarak ve yine İMF tarafından hazırlanmış bulunuyor. Bu bütçeye bakarak hükümetin ekonomi politikasını anlamak mümkün değil, çünkü bütçe politik bir belge niteliği taşımıyor. Kalemlerden bir politika çıkarmak istendiği taktirde de, çıkacak olan Türk hükümetinin değil bütçeyi hazırlayan İMFnin politikası olabilir. Ki bu politika tüm geri kalmış ülkelerde olduğu gibi Türkiyede de /ulusal ekonominin çökertilmesi temel amacı etrafında şekillenmiş bulunuyor. Türk hükümetinin İMFye hazırlatıp sadece imza attığı 2004 bütçesine, bu nedenle, Türkiyenin bütçesi diyebilmek olanaklı görünmüyor.
Bütçedeki her bir kalemi birer musluk olarak tanımlar, ve her bir musluğun bir hortumla bir yerlere bağlı olduğunu varsayarsak; giderler bölümünde ucu İMFye ve kapitalist sınıfa bağlı muslukların sonuna kadar açıldığını, eğitim, sağlık ve diğer sosyal harcamalara bağlı olanlarınsa yine sonuna kadar kapatıldığını söyleyebiliriz. Gelirler bölümünde ise tam tersi bir durum söz konusu. Artırılan ve artırılması planlanan yeni vergilerle, el konulan ve el konulması planlanan fonlarla bir kez daha halkın cebinden çekmeye devam startı veriliyor.
Sadece Özel Tüketim Vergisi ile 26 katrilyon 898 trilyon, çeşitli cezalar yoluyla 1.6 katrilyon ve tasfiye edilmiş ve edilecek fonlardan 3 katrilyon 439.9 trilyon liranın halkın cebinden doğrudan çekilmesi planlanıyor. Dolaylı vergilerin artırılacağı haberleri bu soygun bütçesine eşlik ediyor. Daha önemlisi, tüm özelleştirme ve tasfiyelere rağmen hala devletin önemli gelir kalemlerinin başında KİTlerin geldiği de görülmekte. Yeni bütçe Telekomdan 1 katrilyon 243 trilyon lira, Devlet Hava Meydanları İşletmesinden 86 trilyon lira, Devlet Malzeme Ofisinden 15 trilyon lira, Kıyı Emniyeti ve Gemi Kurtarma İşletmesinden 12 trilyon lira, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığından 53 trilyon lira emmeyi planlamış bulunuyor.
İster dolaylı ve dolaysız vergiler, ister cezalar, ister fonların tasfiyesi yoluyla olsun, isterse de KİTler üzerinden, özelleştirmelerden ve devlet arazileri satışlarından; bütçe gelirlerinin tümü son tahlilde işçi ve emekçi kitlelerin cebinden çekilmektedir. KİTlerden bütçeye hortumlanan trilyonlar, dünyanın en pahalı enerjisini en pahalı iletişimini kullanmak zorunda bırakılan vatandaşın cebinden çekilmektedir. Bu yolla soygunun daha açık ve çirkin biçimleri ise halk tabiriyle hırsızlıktan başka bir ifadeyle nitelendirilemeyecek olan, örneğin, deprem vergilerinin kalıcılaştırılması ve amaç dışı kullanımı, baştaki hükümetçe nihayet itiraf edilmiş durumda. Hükümet bu açıksözlülüğüyle, kendinden önceki hükümetin ikiyüzlülüğünün üstüne tüy dikmiş bulumaktadır. Tam bir soygun planı niteliğindeki bu bütçe metni içinde, hiç kuşkusuz, sosyal harcama kalemlerinde en küçük bir artış bulmak mümkün olmayacaktır. Eğitim ve sağlık başta olmak üzere tüm temel sosyal yaşam gerekleri bir kez daha serbest piyasa ormanının vahşi yasalarına emanet edilmiştir.
Bir İMF bütçesi daha ne yapsın? Ekonomi yönetimini tümüyle kendi tekeline almış, sosyal yaşamı felce uğratacak tedbirleri uygulatmış, bütçenin yarısını kendi kasalarına çekecek şekilde muslukları ayarlamış
Bunlar yetmiyormuş gibi bir de ABD maşalığı şartı dayatmış
Ben siyasi iradeyim, ben iktidarım diye kasılan hükümetin, iktidar ve irade sözcüklerinin anlamlarına bile yaklaşamayacak bir yetkisizlikle malul bulunduğu, sadece Irak ve bütçe gibi gündemin iki ana konusu üzerinden bile görülebilmektedir. Bu hükümet, ekonomide İMFden, politikada Beyaz Saraydan gelen direktifleri uygulamakla yükümlü olduğunu düşünen bir kukla yönetimdir.
Karşı karşıya bulunduğumuz tablo, mücadelenin oklarını, artık daha fazla, iktidarsız hükümetin ardındaki asıl iktidara yöneltmek gerektiğini göstermektedir. Küreselleşme adı altında emperyalist-kapitalist dünya düzeni halkların karşısına yek vücut olarak çıktıkça, anti-emperyalist/anti-kapitalist mücadele de daha bir özdeşleşmektedir.