Haber 1: Hükümet geçici deprem vergisini kalıcı hale getireceğini açıkladı.
Haber 2: Kapitalist Şahenk, Ortadoğudaki gelişmelerin kendisini umutlandırdığını söyledi.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak bu ikisi durumu fazlasıyla anlatıyor. Burjuvalar ve onların devleti doğal gelişim evrelerini çoktan tamamlamışlar, çürüyen-çözülen her organizma gibi, toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasının ürünü olarak düştükleri insanlık tarihini zehirlemeye başlamışlardır. Güzelliklerden değil kötülüklerden, ilerlemeden değil gericilikten, gelişmeden değil krizlerden, umutlardan değil felaketlerden beslenmektedirler.
Hükümetin deprem vergisine ilişkin açıklaması kalıcı hale getirileceğinden ibaret değil. Yüzsüzlüğün adını açık sözlülük koymuş ha bire konuşuyor, devletin eski-yeni yalanlarını da ifşa ediyorlar. Meğer, deprem vergisi zaten geçici değilmiş, süresi her yıl uzatıla uzatıla bugüne kadar gelen bir vergi geçici olur muymuş!..
Bunu bilmeyen mi var diyeceksiniz, ama asıl haber bundan sonra geliyor.
Hükümetin açıklamayı yapan bakanı, bu verginin hiçbir zaman deprem için kullanılmadığını, kendileri tarafından da bütçe açıklarını kapatmak üzere kullanılmaya devam edileceğini, devlet adına itiraf etti. İtiraf sözcüğü belirli bir anlamda olumluluk içerir. Bir suç, bir hata işlenmiştir, ama pişmanlık oluşmuştur, değişmek iyileşmek arzusuyla ortaya dökülür. Bir nevi özeleştiridir yani. Ama hükümetinki öyle değil. Hem suçlu hem güçlü bir kabadayı edasıyla, yaptım, gene yapacağım tafrasıyla söyleniyor ifade edilenler. Hani, hükümetin başı için kimi zaman övgü, kimi zaman yergiyle anılan Kasımpaşalı sıfatı var ya; aslında bu tek başına Erdoğanın yürüyüş ve konuşma tarzıyla sınırlı değil. Hatta salt Erdoğan hükümetyle de sınırlı değil.
Son zamanlarda tüm burjuva kesim ve onların devleti başımıza Kasımpaşalı kesildi. Vuruyor, kırıyor, asıyor, kesiyor, haraca bağlıyor, tehdit ediyorlar
SPKnın Sermaye Piyasaları Panelinde Doğuş Holding adına konuşan Şahenkin yukarıdaki sözleri de az kabadayılık içermiyor. Bütün bir dünyanın karşı çıktığı, protesto ettiği bir kötülüğü, binlerce Iraklının ölümüne, koca bir ülkenin yıkımına yol açmış bir felaketi umut kaynağı olarak açıklayabiliyor. Doğrusu büyük cesaret!
Bu cesareti nereden alıyorlar acaba?
Burjuvazi ve devleti çok mu yiğit, çok mu özgüven sahibi, çok mu haklılık zemininde duruyor?
Elbette değil. Onlara bu cesareti veren tek şey bizlerden çekinmemeleridir.
Sadece deprem vergilerinin değil, deprem yardımlarının da yerinde kullanılmadığını hepimiz biliyoruz. Marmara depreminin büyük felaket günlerinde burjuva basın çarşaf çarşaf yayımladı. Protesto ettik, bağırıp çağırdık, ama o kadar. Sonra unutup gittik. Depremzedeler kendi acıları, açlıkları, açıklıklarıyla felaketi yaşamaya devam ettiler. Gelen yardımlar gene burjuvalara ve ilgili devlet birimlerine yemlik olarak kullanıldı. Deprem vergisinin zaten yerinde kullanılmadığı dönemin hükümet başı halkçı Ecevit tarafından açıklanmıştı. O gün karşısına çıkıp, yapamazsınız mı dedik? Her yıl, her yıl süresi uzatıldı; hayır, yerine kullanılmayacaksa bu vergiyi vermeyeceğiz mi dedik? Biz böyle her istediklerini verir, her yaptıklarına tepkisiz kalırsak elbette gerisi gelecektir.
Amerika daha Irak saldırısını başlatmadan, Türk sermayesi Irak üzerine hesaplar yapmaya, Amerika ile pazarlıklara başlamıştı. Daha Irak yakılıp-yıkılmadan inşaat ihaleleri için el oğuşturuyor, taşeronluk düzeyinde de olsa ihale kapmaya çalışıyorlardı. Şahenkin bugün yaptığı gibi açıktan söylemeseler de, her girişimleri, her sözleri iğrenç niyetlerini ortaya koyuyordu.
TÜSİADın son gidilmesin açıklaması kimseyi aldatmamalı. TÜSİAD ve temsil ettiği sınıf kesimi baştan beri Irak halklarının felaketinden nasiplenme umut ve beklentisiyle hareket etti. Defalarca Amerikaya heyet yolladılar. Görüşmeler büyük oranda Iraktan ihale koparma, asker karşılığı ticari anlaşma kapma ve büyük ihtimalle vaadedilen kredinin kullanımı üzerine geçti. Görüşmeler kapalı kapılar ardında da yapılsa, basına yansıdığı kadarıyla ne dalavereler çevrildiği ortadaydı. Onları bu tutumdan caydıracak bir tutum mu ortaya koyduk. Hayır!..
Savaş karşıtı eylem ve etkinlikler Türk devletini ve kapitalistlerini caydırıcı kitlesellikten ve düzeyden çok uzak oldu, hala da bu düzeyin üstüne çıkabilmiş değiliz. Kitlesellik bir yana, içerik açısından bile dünyadaki hareketin gerisindeyiz. Böyle bir durumda, kapitalistleri ve onun devletini kendimize ve komşularımıza karşı kötülükten nasıl caydırabiliriz ki?
Son birkaç aydır sermaye medyası ısrarla pembe tablolar çiziyor. Ekonomi iyiye gidiyormuş, zamlar durmuş, hatta fiyatlar düşüyor ve üretim artıyormuş! Bu demagojik pembe tablolar karşısında bir halk deyimi uygun düşüyor. Bunlar ya sayı saymayı bilmiyorlar ya da hiç dayak yememişler.
DİE hane halkı bütçe anketinin rakamlarına göre yaklaşık 14 milyon insan aç. Bu bir devlet kurumunun açıkladığı rakam olduğuna göre, gerçek rakam bunun çok üzerindedir. Yine de devlet kurumunun bu rakamları dahi dehşet verici bir tabloyu ortaya seriyor. İşte 14 milyon aç insana, pazarda fiyatların yerinde saydığı, hatta düştüğü söyleniyor sürekli tekelci medya tarafından. Özellikle de AKPnin sözcülüğünü yapan Kanal 7 yapıyor bunu. Ne var ki, mikrofon uzatılan pazar esnafı, Evet bir süredir zam olmuyor, ama satış da olmuyor! diyor.
Ne kadar pembe yansıtılmaya çalışılsa da, gerçekte kara bir tablo ortaya çıkıyor işçi-emekçiler için. Satış olmadığı için zam yapılmaması, yani ticari kaygılar ekonominin iyiye gittiğini göstermez.
Aynı kamera tüketim zorunluluğu olan mal ve alanlara yönelse, işte o zaman otomatiğe bağlanan zamlar görülecek. Otobüs ücretleri, ekmek ve hatta simit bile kısa aralıklarla zamlanıyor.
Bunların yanısıra vergi soygununa, yani devlet gaspına hergün bir yenisi ekleniyor. Maliye Bakanı geçici olduğu söylenen deprem vergilerinin kalıcı olacağını açıklarken ilginç bir savunma geliştiriyor: Geçici olarak açıklanan deprem vergileri, depremzedeye değil hazineye aktarılmış ve bütçe giderine harcanmış, olmaz böyle şey! Bunun üstü örtük bir dolandırıcılık olduğunu ima eden bay Unakıtan, biz dolandırıcılık yapmayıp açıktan gaspedeceğiz anlamına gelen bir söylevin hemen ardından, bu vergilerin kalıcı hale getirileceğini açıkladı.
Asgari ücretin neredeyse yarısı vergi olarak kesiliyor. Bu yetmezmiş gibi bir işçi alabildiği ürünün en az %18ni KDV adıyla yapılan soyguna ödüyor. Öte yandan üretimin arttığı söyleniyor. Sermayenin bu yalanını, yine bir sermaye kuruluşu olan TİSK ortaya seriyor. TİSKin araştırmalarına göre çalışabilir nüfusun %10-15i işsiz. Aynı araştırmaya göre bu oran, önümüzdeki yıllarda düşmeyecek, tersine artacak.
Pembe tablo yalanlarını bir yana bırakıp, 16 Ekim 2003 tarihli Radikal gazetesinde çıkan 14 milyon vatandaş aç! başlıklı haberden aktaralım: Türkiyede 14 milyon kişi açlık sınırında. Nüfusun en yoksul %20lik dilimindeki 13 milyon 925 bin kişi günde ortalama 1 dolara geçiniyor. Bu en varsıl %20lik kesiminde ise 7 bin dolara ulaşıyor. Dünyada durum, dünyanın bir parçası olan Türkiyeden farksız. Dünyada yaklaşık 1 milyar insan aç. Yılda 12 milyon çocuk açlıktan ölürken, 2 milyar insan da yetersiz besleniyor.
DBnin kalkınma raporu verilerine göre; dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyardan fazla insan günde 2 dolardan daha az, 1,5 milyar insan da 1 dolardan daha az bir gelirle yaşamaya çalışıyor. Buna karşılık dünya nüfusunun %10u, dünya toplam gelirinin %70ini alıyor.
Türkiyede 14 milyon insanın açlık sınırında yaşadığı söyleniyor. Öte yandan DİEnin aynı anketinde, 4 kişilik bir ailenin geliri 1 milyar 600 milyonun altındaysa yoksul kabul ediliyor. 500 milyonun altında geliri olanlarsa açlık sınırında. Asgari ücretin net 230 milyon ve bizler bu ücretin altında çalışanların hiç de az olmadığını biliyoruz. Burada küçük bir parantez olarak TİSK verilerinde 10 milyondan fazla işsiz! olduğunu da ekleyelim. Demek oluyor ki, küçük bir azınlık dışında işçi ve emekçilerin tümü açlık sınırının altında yaşamaktadır 80. yılını kutlamaya çalışan cumhuriyet Türkiyesinde!
Emperyalist metropoller de bu genel tablonun çok dışında değil. Kapitalist sömürü sisteminin hüküm sürdüğü her yerde servet-sefalet kutuplaşması derinleşiyor. Burjuvazi için gerçekten pembe olan tablonun gerisinde milyarlarca insanın açlığı ve sefaleti yatıyor. Bu karanlık tabloyu sisteme karşı yürütülecek sınıf mücadelesiyle kızıllaştırmak dışında bir seçeneğimiz bulunmuyor.