Devrim kaçkınları ile tatlı su solcularının istismar ve karartma çabaları boşuna...
Denizlerin devrimci geleneği yaşıyor! Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, idamlarının 30. yıldönümünde çeşitli etkinliklerle anıldı. Haber bültenlerinde aşağı yukarı bu sözcüklerle duyurulan söz konusu etkinlikler, mezar başı anmaları, basın açıklamaları ve salon toplantıları tarzında gerçekleştirildi. Ancak önemli olan etkinliğin biçiminden ziyade içeriğiydi. İçeriğini belirleyense, doğal olarak etkinliklerin düzenleyicileri oldu. Yine haber bültenlerinin aktardığına göre, etkinlikler ağırlıklı olarak üç reformist parti (EMEP, TKP ve HADEP) ve bir düzen partisinin (CHP) katılımıyla gerçekleştirildi. Başını EMEPin çektiği reformist kampın, anılan devrimci gençlik önderlerine nasıl bir misyon yüklemeye çalışacağı baştan belliydi. Nitekim gerçekleşen de bu oldu. Denizler, onları dönemlerinin tüm solcularından ayıran yönleriyle değil, tam tersine, yeni koptukları reformist soldan henüz ayrışamadıkları yönleriyle tanıtılmaya çalışıldılar. Yani onlar ulaştıkları ve devrimci mücadele tarihimizde kendilerine özel bir yer kazandıran, Denizleri Deniz yapan devrimci direnişçi kimlikleri üzerinden değil, fakat sıradan bireyler oldukları dönemdeki kimlikleri üzerinden... Gene de, Denizlerin temel özelliği, devrimcilik, yaşamlarında öylesine ağır basan bir yön ki, hiçbir niyet, hiçbir çaba bunu karartmaya yeterli olamıyor. Bugün, söz konusu reformist partilerin etrafında toplanmış da olsa, özellikle gençliğin devrimci özlemlerine hitap etmeyi sürdürüyor. Reformist politikacılar da gençliğin bu eğilimlerini gözardı edemiyorlar. Örneğin; Beyazıtta, bu partilerin gençlik ağırlıklı çevreleriyle yapılan anmanın sloganı Deniz olunmalı! idi. Kuşkusuz bunun, Deniz gibi devrimci olmak anlamına gelmediği, bu gençlere bir biçimde anlatılıp benimsetiliyor olmalı ki, bu gençler, devrimci eğilimlerine rağmen reformist partilerin çevresinde kalmaya devam ediyorlar. Yoksa, Denizlerin gerçek misyonunu, bu doğrultuda da Deniz olunmalı!nın gerçek anlamını bilen hiçbir gencin reformizme meyletmesi anlaşılamaz. Anmalarda öne çıkan bir başka vurgu, Denizlerin yaşadığıdır. Denizlerin yaşadığı/yaşatıldığı tartışmasız bir doğrudur, ama kendi varlık nedenleri olan devrimci mücadelede. Etkinliklerde kastedileninse bu olmadığı açıktır. Onlar, özellikle de EMEP, hiç kuşkusuz, kendi varlık ve etkinliklerini kastetmektedir. Yani Denizlerin 30 küsur yıl önce yollarını ayırdıkları reformizmi. Üstelik Denizlerin koptuğu TİP reformizmi, ülkedeki sol-sosyalist potansiyeli büyük oranda bünyesinde barındıran ve nihayet devrimci mücadele tarihimize damgasını vurmuş, THKO, THKPC ve TKPML-TİKKO gibi devrimci örgütlerin bünyesinden çıktığı bir yapıdır. Daha da önemlisi, Denizlerin bir süre TİPte bulunma nedenleridir. Bu, devrimci bir örgütlenme geleneğinin bulunmadığı koşullardır. Ve Denizler, kopuşlarıyla, mücadeleleriyle, kurdukları örgütlerle devrimci geleneğin yaratıcısıdırlar. Bugünün reformist partileri TİPten farklı olarak, Denizlerin yarattığı devrimci örgüt geleneğinin inkarı, hatta tasfiyesi üzerinde kurulmuşlardır. Dolayısıyla, kastedilmeye çalışıldığı gibi, Denizlerin yaşatıcısı değil, olsa olsa mezar kazıcısı sıfatını hakedebilirler. Ancak, ne darağaçları kurarak bedenlerine kasteden düzenin ve ne de tasfiyecilikleriyle örgütlerine kasteden reformistlerin çabaları bir işe yaramıştır. Denizler, yarattıkları devrimci örgütlenme ve mücadele geleneğinin takipçileri ve yeni sahipleri tarafından, yeni dönemin devrimci örgütleri ve mücadelesinde yaşatılmaya devam edildiler, ediliyorlar. Özellikle Denizin idam sehpasında haykırdığı; Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Yaşasın Marksizm ve Leninizmin yüce ideolojisi! Kahrolsun emperyalizm! sözlerinde de ortaya koymuş olduğu Marksizm-Leninizme güven ve bağlılık, günümüzde, onun tek temsilcisi konumundaki partimiz tarafından temsil edilmekte, dolayısıyla Denizler, genel olarak devrimci mücadeleden ziyade, işçi sınıfının devrimci partisi tarafından yaşatılmaktadır.
Cezaevleri katliamlarının bir başka boyutu: Ulucanlar davası avukatları yargılanıyor! 26 Eylül 1999 tarihinde Ulucanlar Cezaevinde 10 devrimci tutuklunun hunharca öldürüldüğü, 85inin işkenceyle sakatlandığı katliamın sonunda tutuklular aleyhine dava açılmıştı. Şimdi de o davada tutuklu savunmalarını yapan avukatlara dava açıldı Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesinde 9 Mayıs Çarşamba günü yapılan ilk duruşmaya yargılanan 27 avukattan 24ü katıldı. Ankara Barosu Başkanının da aralarında bulunduğu çok sayıda avukatın savunman olarak katıldığı duruşmada bir kez daha Ulucanlar ve 19 Aralık cezaevleri katliamındaki vahşet anlatıldı. İki operasyonun ve avukatlara açılan davanın organize ve sistemli bir saldırganlığın parçası olduğu vurgulandı. Avukatlara dava açılmasının sebebi, Ulucanlar katliamından sağ kurtulan devrimcilerin yargılandığı Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesindeki 05 Aralık 2000 tarihli duruşmada yaşananlardı. O duruşmaya katılan tutuklulardan Hatice Yürekli ve Fatma Hülya Tümgan kırk günü aşkın süredir ölüm orucunda olmalarına rağmen duruşmaya katılmış, katliam gerçeğini ve katliamın arka planını anlatmışlardı. Ancak yargılamanın başından beri düşmanca tutumunu gizlemeyen heyet, önce Fatma Hülya Tümganın dilekçesini okumasını engellemiş, avukatların taleplerini tutanağa geçirmemekte ısrar etmiş, taraflı tutumu nedeni ile heyeti reddetmek isteyen avukatların red dilekçelerini okumalarını bile engellemeye çalışmış, bu yasadışı tutumu sonucu davadan çekilmek zorunda kalmıştı. Bu ortam içinde tutukluların dışarı çıkarılması talimatını veren mahkeme heyeti jandarmalarn dört bayan tutukluyu vahşice dövmesini izlemiş, hatta onların durdurulmasını isteyen avukatlara da saldıran jandarma ve polisin duruşma salonundaki vahşetine onay vermişti. Bazı avukatlar rapor alacak düzeyde yaralandığından şikayette bulunmuşlardı.Avukatların dövülmesine ve suç duyurusuna sessiz kalan savcılar Jandarmanın ve Adalet Bakanlığının talimatıyla avukatlar hakkında dava açtılar. Salonda bulunanları provoke etmek, slogan atmak ve jandarmnın görev yapmasını engellemek, böylece görevlerini kötüye kullanmakla suçlanıyorlardı. Jandarma karargahında hazırlanan ve şekil olarak ne olduğu belli olmamakla birlikte bir talimat olarak kullanıldığı anlaşılan yazı ile dava süreci başlatılmıştı. Jandarma davanın tarafı olmadığı için yasal yetkisi yokken duruşma tutanaklarını almış ve tutanakta adı geçen tüm avukatlara dava açılmasının talimatını vermişti. Oysa olay yerine tutulan bir tutanak bile yoktur. Avukatların isimleri de yazım hatalarıyla birlikte duruşma tutanağınınki ile aynıdır. Savcıların kendilerine bir talimat olarak kabul ettiği jandarma yazısını düzenleyen kişi de ilginç ve önemlidir. Yazı, duruşmada olamayan Jandarma Hareket ve Koruma Şube Müdür Vekili tarafından yazılmıştır. Yani harekat planlaması da yapan bir askeri yetkili tarafından. Yazıyı alan Adalet Bakanlığı avukatlara yönelik saldırı talimatını da tıpkı cezaevleri katliamı gibi 19 Aralık 2000 günü veriyor. Avukatlar hakkında hemen soruşturma isteyen bakanlığın cezaevi katliamını çok yönlü olarak planlayıp avukatlara saldırıyı da aynı anda başlattığı hiç de rastlantı olmayan bu çakışma duruşmada ortaya konuldu. Avukatlar davanın hiçbir delili olmadığını, hukuken böyle bir davanın açılmasının mümkün olmadığını, ancak siyaseten mümkün olduğunu vurguladılar. Avukatlara dava açılmasının gerçek nedenlerini, Ulucanlar ve 19 Aralık katliamlarını anlattılar. Olay günü mahkeme huzurunda dövülen Hatice ve Hülyanın ölüm orucunda yaşamlarını yitirdiklerini hatırlattılar. Ulucanlar katliamı davası sırasında karşılaştıkları baskıları anlattılar ve olayın politik nedenlerine vurgu yaptılar. Ortak ve bireysel savunmalarda temel vurgu yargının askeriyenin emir ve talimatı ile ve cezaevleri operasyonunun bir parçası olarak hareket ettiği idi. Davanın bu tür katliamlardaki gerçekleri kamuoyu gündemine sokmaya çalışan, sorumluların yargılanması için hukuki girişimlerini ısrarla sürdüren avukatları sindirmek, savunmayı baskı altında tutmak, devrimcilerin davalarında savunma yapılmasını engellemek amacıyla açıldığı üzerinde duruldu. Şeklen bile hukuka uygun olmayan bu iddianameye karşı hakimin "Slogan attınız mı? Jandarmayı engellediniz mi?" gibi sorularına yanıt vermeyeceklerini söyleyen avukatlar beraat taleplerinin olmadığını vurgulayıp bu tür bir talebin tutanağa geçmesine karşı çıktılar. Biz kendimizi ne sanık ne de suçlu olarak görüyoruz, görevimizi kötüye kullandığımız için değil, en iyi şekilde yapmaya çalıştığımız için bu dava açılmıştır dediler. Avukatları savunmak üzere katılan çok sayıda avukat adına konuşan Ankara Barosu Başkanı Sadık Erdoğan da "Meslektaşlarım tümüyle gerçekleri anlattılar, bu gerçekler ülkemizde savunmanın gerçek durumunu ve nasıl baskı altında olduğunu gösterdi. Bunun bir olaya bağlı olmadığı, sadece duruşma salonu ile de sınırlı olmadığı görülmüştür." dedi. Tüm diğer avukatlar da davanın başka işleme gerek kalmaksızın bitirilmesini istediler. Avukatların gerek olaylara ve dosyanın hukuka aykırı yönlerine gerekse yasalara göre davanın hemen bitirilmesi gerektiği yönündeki sözlerine mahkeme başkanı sık sık "aynen katılıyorum" dediği ve talimatla açılan bu davada hiçbir delil olmadığını kabul de ettiği halde davanın siyasi yönünden olsa gerek davayı bitirme kararı vermekten kaçındı ve gelmeyen üç avukatın dinlenmesi için duruşma 11 Temmuz gününe ertelendi. |
|||||