11 Mayıs'02
Sayı: 18 (58)


  Kızıl Bayrak'tan
  1 Mayıs sonrasında artan görev ve sorumluluklar
  Lastik sektöründe greve doğru...
  Safları sıklaştır, gücünü birleştir!
  SASA ile dayanışmayı yükselt!
  Sermayenin "esnek üretim" saldırısı
  İşçi sağlığı ve iş güvenliği için birleşip örgütlenmeliyiz!
  Kapitalizmin kâr hırsı ve sendika ağalarının ihaneti
  Eski bohçalar yeniden açılıyor
  1 Mayıs ve kamu emekçileri hareketi alanında devrimci görevler
  Kadın sorunu ve feminst yanılgılar
  Kürdistan devrimi ile Türkiye devrimi arasındaki ilişkiler üzerine düşünceler-2
  Emperyalizmin kıskacında Ortadoğu
  Siyonizm ve uluslararası emperyalizm
   Almanya'da Yahudi, İsrail'de Filistinli olmak
   İsrail barışı üzerine
   Bir neo-liberal ırk ve kültür ayrımcısının ölümü
   Almanya: Metal işçilerinin grevi sürüyor
   Bir kararın anlattıkları
   Bilinçli, inançlı ve soluklu devrimci Hatice yoldaşı andık...
   Denizler'in devrimci geleneği yaşıyor!
   Sınıf çalışmasında yaratıcılık ve bir deneyim
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Emperyalizmin kıskacında Ortadoğu

Emperyalist dünya egemenliğinin kilit bölgesi

İlk saldırıya Afganistan’dan başlansa da, 11 Eylül sonrasında halklara karşı ilan edilen “uzun süreli” emperyalist savaşın asıl hedefinin Ortadoğu olduğu daha baştan belliydi. Nitekim Afganistan savaşından ilk sonuçlar alınır alınmaz, emperyalist çetenin başı, bunun ilan edilmiş “uzun süreli savaş”ın yalnızca bir ilk aşaması olduğunu yeniden ve özellikle vurguladı ve hemen ardından, savaşın hizmetindeki emperyalist propaganda, tüm dikkatleri bir anda savaşın “ikinci aşama”sı için seçilen hedefe, yani Irak’a yöneltti.

Bu propaganda tüm gürültüsüylü sürüyorken, Amerikan siyasal yaşamında genellikle önemli emperyalist politikaların açıklanmasına bir vesile olarak kullanılan yeni yıl konuşmasında, ABD başkanı yeni bir “şer ekseni” tanımlaması yaptı. “Şer ekseni” kapsamında saldırı hedefi olarak gösterilen üç ülkeden ikisi, yine beklenebileceği gibi birer Ortadoğu ülkesi, uzun yıllardır farklı nedenlerle ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin plan ve politikalarının önünde engel olarak görülen İran ve Irak’tı.

Irak’a yönelik bir savaşın politik, askeri ve psikolojik hazırlıkları tüm hızıyla sürüyorken, Ortadoğu’da bunu bir süre için kesintiye uğratan bir başka gelişme ön plana çıktı. Kasap Şaron başa geldiğinden beri gemi azıya alan siyonist devlet teröründen dolayı daha da şiddetlenmiş bulunan Filistin Direnişi, kırılamayan iradesiyle, Filistin sorununu bir kez daha uluslararası gündemin odağına taşıdı. Irak’a karşı emperyalist savaşa destek için Ortadoğu turuna çıkan Dick Cheny’in gezisinin hemen ardından ve elbette bu gezinin İsrail durağında alınan gizli ortak karar çerçevesinde, İsrail tarafından Batı Şeria’da bir toplu işgal, yıkım, katliam ve tutuklama harekatı başlatıldı. Irak’a yönelik emperyalist saldırının önünü açmak için Filistin Direnişi engelinin bir süreliğine de olsa güçten düş&uul;rülmesini amaçlayan bu saldırı hız kesmiş olsa da şu günlerde hala sürüyor.

Özetle, uluslararası gündemin odağında ve emperyalist saldırının hedefinde şu sıralar bir kez daha Ortadoğu var.

Ortadoğu’nun bir kez daha emperyalist saldırı, müdahale ve giderek savaşın ana hedefi haline gelmesinin nedenlerini ise artık sokaktaki sıradan insan bile biliyor. Gerici emperyalist propaganda duruma ve ihtiyaca göre hangi yalanları üretirse üretsin, herkes iyi kötü biliyor ki tüm sorun petrol ve onunla yakınen bağlantılı olan dünya egemenliği sorunudur. Ortadoğu, barındırdığı zengin petrol ve doğal gaz kaynaklarının yanı sıra ana kıtaları birleştiren coğrafi konumu ve önemli geçiş yolları nedeniyle, kapitalist dünya ekonomisi ve emperyalist dünya hakimiyeti için hayati bir önem taşımaktadır.

Bu önem, neredeyse yüzyılın başından beri bu bölgeyi emperyalist egemenlik ve nüfuz mücadelelerinin ana sahalarından biri haline getirmiştir. Bu ise bölge halkları için o zamandan bu zamana neredeyse kesintisiz olarak hep büyük yıkımlara ve acılara malolmuştur. Bölgenin doğal zenginlikleri ve coğrafi üstünlükleri, halklar için bir huzur ve refah olanağı olmak bir yana, bugün yaşadıkları sefaletin ve çektikleri sonu gelmez acıların baş nedeni haline gelmiştir.

ABD emperyalizmi: Ortadoğu halklarının baş düşmanı

Tarihsel durum gösteriyor ki, emperyalist dünya sisteminin jandarması olan güç, buna paralel olarak Ortadoğu’nun da egemen gücü konumunu kazanıyor. Yüzyılın ilk yarısında dünya jandarması İngiltere’ydi ve kısmen Fransa’yla paylaşsa da Ortadoğu’nun asıl egemeni oydu. Bugünkü yapay sınırların ve çözümsüz sorunların tarihsel sorumluluğunu, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışının ardından bölgeye sömürgeci emperyalist güç olarak yerleşip egemen olan İngiltere taşımaktadır. Kasım 1917 tarihli uğursuz Balfour Deklarasyonu ile Filistinlerin öz vatanı Filistin’i siyonistlere “vatan” olarak vaadetme cömertliği gösteren; birinci emperyalist savaşın hemen sonrasında bunu adım adım hayata geçiren ve ikinci savaş sonrasında nihayet süreci tamamlayarak, bugün bölgenin bağrına saplı bir hançer gii duran siyonist devletin doğuşunda doğrudan ve birinci dereceden rol oynayan güç de yine İngiliz emperyalizmiydi.

İkinci emperyalist savaş sonrasında, dünya çapında jandarmalığı ve dolayısıyla Ortadoğu’da emperyalist egemenliği bu kez ABD devraldı ve İngiltere de o günden bugüne onun yedeğindeki asıl güç olarak kaldı. İngiltere’nin destekleyip yarattığı siyonist devletin yeni hamisi bundan böyle artık esas olarak ABD emperyalizmiydi.

Son elli yıldır Ortadoğu’daki her türlü melanetin baş aktörü ve dolaysız sorumlusu hep ABD emperyalizmi oldu. Savaşlar onun kışkırtmasıyla çıktı; darbeler onun tarafından tezgahlandı, beyaz terör onun özendirmeleriyle estirildi; muhalefet akımları onun açık ve örtülü çabalarıyla ezildi. Ortadoğu, onun her türden kışkırtma ve gerginlik politikalarının sonucu olarak en karlı silah pazarı haline geldi ve sonu gelmez silahlanma yarışıyla büyük bir cephaneliğe dönüştü. Ortadoğu halklarının yaşadığı yoksulluğun ve çektiği acıların gerisinde dolaysız olarak o vardı ve halen de o var.

Siyonist İsrail’i en cömert yardımlarla besleyip bugünkü gücüne ulaştıran, onu bir savaş makinası ve bir nükleer güç olarak, Ortadoğu halklarına ve devletlerine karşı bir baskı, tehdit ve şantaj gücü olarak kullanan yine Amerikan emperyalizmidir. Filistin halkının çektiği derin acıların, kendi öz vatanında onyıllardır sonu gelmeyen esaretinin sorumlusu da İsrail kadar, belki ondan da çok, Amerikan emperyalizmidir. ABD’nin tam ve sınırsız desteği olmasa, siyonist devlet izlemekte olduğu politikaları izleyebilmek bir yana, muhtemeldir ki ayakta kalacak gücü bile bulamazdı kendinde.

Ortadoğu’da, Ortaçağ’dan kalma olandan modern faşist türüne kadar, hemen her türlü gericiliğin arkasında hep Amerikan emperyalizmi olmuştur. Körfez’deki Ortaçağ artığı emirlikler, Suudi Arabistan, Ürdün ve Fas’ta hüküm süren Ortaçağ artığı krallıklar yaşamlarını ona borçludurlar, onun sayesinda ayakta duruyorlar. Bir halk devrimiyla yıkılana kadar İran’daki kanlı Şah rejimini ayakta tutan da oydu. Aynı zamanda Ortadoğu’ya yönelik hesaplar çerçevesinde, Türkiye’deki 12 Eylül 1980 darbesini ve Yunanistan’daki 1967 darbesini tezgahlayan ve bu ülke halklarına faşist askeri rejimlerin derin acılarını yaşatan yine odur. “Komünizme karşı yeşil kuşak” projeleriyle, Afganistan ve Pakistan da dahil tüm bölgede islami gericiliği azdıran ve CİA aracılığıyla örgütleyen e o oldu. Bugün halklara saldırının bahanesi olarak kullanılan Taliban ve El Kaide türünden gerici İslami akımlar onun kendi öz çocuklarıdır, onun tarafından beslenip büyütülüp etkin ve egemen kılınmışlardır. Irak Kürtleri’nin özgürlük arzularını kendi kirli hesapları çerçevesinde kullanan, iki kere savaşa sürüp her seferinde ortada bırakan ve böylece kitlesel düzeyde kırdıran da odur.

Özetle, Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu halklarının baş düşmanıdır. Bu nedenle bölgedeki siyasal mücadelede ABD emperyalizmine karşı cepheden tavır, bir mihenk taşı ve ayrım noktasıdır. Onu doğrudan hedef almayan hiçbir akım ve mücadele, devrimci olmak bir yana, en ufak bir ilerici karakter bile taşıyamaz ve hiç birbiçimde halklar cephesinde görülemez.

Uzun yıllar için bölgedeki genel devrimci anti-emperyalist mücadele ve hareketin bir parçası olagelen Türkiye’deki Kürt hareketi, teslimiyetçi çizgiye kaydığından beri adım adım Amerikancı bir çizgiye evrildi ve gelinen yerde bölgeye ABD askeri müdahalesini savunacak denli ağır bir batağa saplandı. Böylesi bir utanç verici gelişme karşısında, Amerikan emperyalizmine karşı tutumda ifadesini bulan temel önemde ayrım noktasını gözönünde bulundurmak biz Türkiyeli devrimciler için bir anlam ve önem taşımaktadır.

ABD’nin “yaşamsal çıkar alanı” olarak Ortadoğu

ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki güncel çabaları, gerçekte onun son yirmi yıldır bu bölgede izlemekte olduğu çizginin bir uzantısıdır. Bu çizginin başlangıcı İran’daki Şah rejiminin yıkılışına dayanır. Bu ABD emperyalizmi için gerçekten büyük bir darbeydi. Zira böylece o İran gibi önemli bir ülkeyi, onun önemli petrol kaynakları üzerindeki dolaysız egemenliğini yitirmekle kalmıyor; aynı zamanda, Şah rejimi şahsında, Ortadoğu’daki (özellikle de Basra Körfezi bölgesindeki) güçlü bir bölgesel jandarmasını da kaybediyordu. Şah rejiminin yıkılışının yarattığı boşluğu doldurmak ve benzer yeni gelişmelerin önünü almak acil ve hayati bir ihtiyaçtı onun için.

Böylece, 1979 yılı başında zafer kazanan İran Devrimi’nin yarattığı derin korku ve kaygılar, ABD emperyalizmini bölgedeki egemenliğini korumak ve pekiştirmek üzere yeni adımlara yöneltti. İran Devrimi’nin ardından aynı yılın sonunda Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahalesi, ABD’ye gerekli bahaneyi sağladı. Dönemin başkanı Carter, 1980 başında kongreye sunduğu yeni yıl raporunda, daha sonra Carter ya da Brzezinski (ki ulusal güvenlik danışmanı olarak Carter’ın baş akıl hocasıydı) doktrini olarak anılacak politikayı açıkladı. Buna göre; Ortadoğu, daha somut olarak da petrol rezervlerini barındıran Basra Körfezi, ABD emperyalizmi için bir “yaşamsal çıkar alanı”ydı ve Sovyetler Birliği’nin bu bölgeye yönelik herhangi bir girişimi savaş dahil her yolla kesin olarak engellenecekti.

Sovyetler Birliği burada tümüyle bir yanıltıcı bahaneydi gerçekte. Asıl hedeflenen ise İran’daki türden bir gelişmeye bir daha meydan vermemek, bölgedeki işbirlikçi rejimleri her türlü iç ve dış tehlikeye karşı ne pahasına olursa olsun korumaktı. (Bunun ne anlama geldiği Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrasında somut olarak görüldü).

Bu yeni doktrinin askeri meyvesi Acil Müdahale Birliği, Türkiye’de bilinen popüler adıyla Çevik Kuvvet oldu. Merkezi önce Merkezi Komutanlık (CENTCOM) adıyla ABD’de kurulan (Mart 1980), sonra Almanya’ya taşınan ve ikiyüz bin kişilik (1985’te bu sayı üçyüz bine çıkarıldı) olarak tasarlanan bu kuvvetin eylem üssü ise Türkiye, daha somut olarak da Türkiye Kürdistanı olacaktı. (ABD emperyalizmine 12 Eylül darbesini tezgahlattıran ve içerdeki halk hareketini kanlı bir biçimde ezdirten temel etkenlerden biri de bölgeye yönelik işte bu politika ve planlardı). Normal durumda ABD’de tutulan bu askeri kuvvet gerekli her durumda her türlü altyapısı önden hazırlanmış ve askeri malzemesi depolanmış Türkiye’deki üslere hızla kaydırılacaktı. (12 Eylül döneminde Muş’ta ve Batman’da bu çerçevede büyük askeri hava lanları inşa edildi, Malatya’daki havaalanı ise aynı amaç çerçevesinde genişletildi).

Bu kuvvetin özelliği, NATO dışı bir Amerikan kuvveti olması ve NATO’nun görev alanı dışında kullanılmak üzere hazırlanmasıydı. Gerçekte ise bu, merkezinin Almanya’ya taşınmasından da açıkça anlaşılacağı gibi, NATO’yla içiçe geçen, onun güç ve olanaklarını tamamlayan bir kuvvetti. Nitekim gerek Körfez Savaşı, gerekse son Afganistan savaşı bunun böyle olduğunu artık uygulama üzerinden de göstermiş bulunmaktadır. (Çevik Kuvvet üsleri, Türkiye’deki öteki ABD ve NATO üsleriyle birlikte, her iki savaşta da etkin ve yoğun biçimde kullanıldı).

Ortadoğu’yu “yaşamsal çıkar alanı” ilan eden Carter doktrini için Sovyetler Birliği’nin bir bahane olarak kullanıldığı, bizzat Sovyetler Birliği’nin sahneden çekilmesiyle çok daha açık bir biçimde görüldü. Bu doktrinin bir ilk savaş uygulaması olan ve Sovyetler’in dağıldığı döneme denk gelen Körfez Savaşı bunu somut olarak gösterdi. Sovyetler’in yıkılışı, kendisini dengeleyen ve dolayısıyla dizginleyen bir engelden kurtararak, ABD’nin Carter doktrinini pervasızca uygulanmasının önünü açtı. Güya Sovyetler Birliği’nin Basra’ya inişini engellemek için kurulan Çevik Kuvvet, onun yıkılışıyla gereksizleşmedi, tersine, ilk kez olarak engelsizce bir kullanım vesilesi ve alanı buldu kendine.

Dahası var. Körfez Savaşı, bölgeye müdahalede Türkiye’yi baştan başa bir savaş üssü olarak kullanan Amerikan emperyalizmine, Suudi Arabistan da dahil Basra Körfezi’nin dört ülkesinde yeni askeri üsler kazandırdı. Böylece Ortadoğu, Türkiye’deki üsler ile Akdeniz’de ve Hint Okyanusu’nda (nükleer silahlar da dahil en ileri silah donanımlarıyla) devriye gezen filoların yanı sıra, bizzat Basra Körfezi ülkeleri üzerinden de askeri olarak işgal edilip kuşatılmış oldu. Buna bir de (her ne kadar bir topyekun savaş dönemi dışında ABD kullanımına pek elverişli olmasa da) tümüyle ve herşeyiyle bir ABD üssü olan İsrail’i eklemek gerekir.

Son Afganistan savaşı, Basra Körfezi’nde üslenmenin, İç Asya’ya müdahalede de ABD emperyalizmi için temel önemde bir olanak olduğunu somut olarak gösterdi. Bundan böyle ABD için Ortadoğu hakimiyeti ile İç Asya’ya hakim olma çabası artık içiçe sorunlar haline gelmiştir. Her iki bölgede de temel kaygının petrol ve doğal gaz kaynakları üzerinde egemenlik kurmak olması, politik ve askeri hesapların ve girişimlerin temelde buna dayanması, ayrıca anlamlıdır.

Irak’a karşı savaşın hedefleri

11 Eylül’le birlikte ilan edilen “uzun süreli savaş”ın asıl hedefi, tek süper güç olarak ABD emperyalizminin dünya egemenliğini pekiştirmek ve olanaklı olduğu ölçüde uzun süreli kılmaktır. Bu ise yeni mevziler kazanmayı ve mevcut mevzilerde daha da güçlenmeyi gerektirmektedir.

İlkinin örneğini Afganistan müdahalesi üzerinden gördük. Bu ülkeyi işgal eden ve burada kukla bir yönetim kuran ABD, bununla da kalmayarak Özbekistan ve Kırgızistan’da da askeri üsler elde etti. “Terörizmle mücadele” bahanesiyle askeri olarak girilen yeni bölgelerden biri de Gürcistan üzerinden Kafkasya oldu. ABD bu ülkeye askeri olarak yerleşmenin ilk adımlarını atmış bulunmaktadır.

Ortadoğu ise halihazırda zaten büyük ölçüde ABD’nin egemenliği ve denetimi altındadır. Fakat İran’da İslami rejimin, Irak’ta Saddam rejiminin varlığı; İsrail’le köklü sorunlardan dolayı Suriye’deki rejimin kendine özgü durumu; bir eksen olarak Ortadoğu’daki her türlü sorunu kendine şu veya bu biçimde bağlayan Filistin sorunu; bu sorunun da etkisiyle Ortadoğu halkları arasındaki güçlü anti-Amerikancı tepki, tüm bunlar birarada, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki egemenliğinin temel önemde zaaf noktaları olarak duruyor ortada.

Değişen ve artık hiçbir inandırıcılığı da kalmamış bulunan bahaneler kullanılarak Irak’a karşı gündeme getirilmek istenen savaşın gerçek anlamı ve amacı da bu çerçevede açığa çıkıyor. ABD, Irak’taki rejimi devirerek bu ülkeyi kendi kontrolü altına almayı, bu zaafları gidermenin bir ilk hareket noktası olarak görüyor. Irak’a boyun eğdirilmesi, ABD’ye, Körfez’in en büyük petrol üreticisi ülkelerinden biri üzerinde daha hakimiyet kurma olanağı sağlamakla kalmayacak; yanı sıra, İsrail’i askeri ve politik açıdan büyük ölçüde rahatlatırken, tersinden de İran’ın kıskaca alınmasını kolaylaştıracaktır. Tüm bu gelişmeler bir arada Filistin direnişine büyük bir darbe anlamına gelecek ve böylece Oslo’dan daha beter bir köleci barışın Filistin halkına dayatılması da kolaylaşacaktır.

Bütün bunlar, ABD’nin Irak’a yönelik bir savaşı neden kesin bir kararlılıkla amaçladığını yeterli açıklıkta göstermektedir. Amacına ulaşması durumunda o, sayılan tüm bu kazanımların yanı sıra ek üstünlükler elde edecektir. Örneğin, petrol bölgesini kontrol etmek yoluyla, halihazırda AB ile Japonya karşısında zaten sahip bulunduğu stratejik önemdeki üstünlüğünü daha da güçlendirmiş olacaktır. Irak ve İran’ın bugünkü durumu özellikle Avrupalı emperyalistlere halihazırda ABD denetimi dışında bir manevra alanı sağlamaktadır. Irak’taki durumun değişmesi ve İran’ın iyice kuşatılması bu olanağı ortadan kaldıracaktır. ABD’nin eklentisi olarak hareket eden İngiltere dışındaki öteki büyük Avrupalı emperyalistlerin Irak’a yönelik bir savaşa sıcak bakmamalarının gerisinde bu vardır. Fakat öteki ngelleri aşması durumunda, ABD’nin bu ülkeleri kendini desteklemeye mecbur edecek güç ve üstünlüklere sahip olduğu da bir gerçektir.

Bütün bunların ışığında bakıldığında, ABD’nin Irak’a yönelik emperyalist müdahalesinden yarar uman Kürt çevreleri, bu tutumlarıyla Ortadoğu halklarının temel çıkarlarına sırt çevirmekte, nesnel olarak onlara ihanet etmektedirler. Zira böyle bir müdahalenin başarısı bölgede ABD emperyalizmini ve siyonist İsrail’i güçlendirmekten başka bir sonuca yolaçmayacaktır. Filistin davası büyük bir darbe yiyecek, bölge halklarının emperyalizme ve işbirlikçi rejimlere karşı özgürlük, bağımsızlık ve devrim mücadeleleri çok daha büyük güçlüklerle yüzyüze kalacaktır. Bunları bilmezlikten gelenler ya da ABD emperyalizminin tam denetimindeki bir Kürt devleti uğruna hiçe sayanlar, bu tutumlarıyla Amerikan emperyalizmine suç ortaklığını benimsemiş olacaklardır.

Kürt hareketi: Devrimci çizgiden
Amerikan işbirlikçiliğine

Birbirine komşu dört ayrı ülke tarafından tarihsel olarak parçalanmış bulunan Kürdistan’ın her bir parçasındaki Kürt hareketinin kendine özgü bir tarihsel gelişme dinamiği ve seyri olmuştur. Türkiye ve Irak Kürdistanı’ndaki Kürt hareketlerinin kısaca karşılaştırılması bu açıdan açıklayıcı olacaktır.

Irak’ta 1958’deki darbeyle kralın devrilmesi, Irak’ın Bağdat Paktı’ndan çekilmesi ve ardından Baascı rejimin kurulmasıyla birlikte, bu ülke emperyalizmin denetiminden uzaklaşarak adım adım Sovyetler Birliği’nin etkisi altına girdi. Bu durum zaman içerisinde Kürt hareketinin Amerikan emperyalizmi tarafından gerektiğinde kendi amaçları doğrultusunda kullanılabilmesinin de tarihsel zeminini yarattı.

Irak Kürtleri ABD tarafından bu tür bir kullanılışın iki tarihsel örneğini yaşadılar ve bunun ağır bedellerini ödediler. İlki ‘70’li yılların başında ve baba Barzani döneminde yaşandı. CİA ve Şah rejiminin ortak çabasıyla baba Barzani Baascı Irak rejimine karşı yıllarca kullanıldı. Fakat İran ile Irak arasında 1975’de gerçekleşen Cezayir Antlaşması’nın ardından Irak Kürtleri bunun faturasını ağır bir biçimde ödediler. Benzer bir durum 1991 Körfez Savaşı sırasında yaşandı. Bu kez sahnede oğul Barzani ile Talabani vardı. ABD tarafından ayaklanmaya kışkırtılan Irak Kürtleri, ardından ortada bırakıldılar ve böylece yeni bir felaketle yüzyüze kaldılar.

Yinelenen bu acılı deneyimlere rağmen, Irak Kürtleri arasında Amerikancılık Körfez Savaşı’nın ardından zayıflamak bir yana daha da güçlendi. Bu nedensiz de değildi. Kuzeyde ve güneyde Irak için uçuşa yasak bölgeler yaratan Amerikan emperyalizmi, böylece Kuzey Irak Kürtleri’ne kendi vesayeti altında bir koruma bölgesi yaratmış oldu. Bu amaç çerçevesinde savaşın ardından Türkiye’de üslenen Çekiç Güç’le korunan Irak Kürt bölgesinde, giderek bir özerk yönetim örgütlendi ve bu zamanla bir Kürt devleti oluşumuna doğru evrildi. Herşeyiyle ABD’ye bağımlı olan ve bundan dolayı da “kukla devlet” nitelemesine hak kazanan bu oluşum, Irak Kürtleri arasında zaten tarihsel bir temele sahip olan Amerikancılığa yeni bir güç kazandırdı. Baba Barzani döneminde Sovyetler’e yakın bir ccedil;izgide olan ve hatta hatta sosyalist olmak iddiası bile taşıyan Talabani’nin KYB’si de oğul Barzani döneminde, daha kesin olarak da Körfez Savaşı döneminde, artık tümüyle Amerikancı bir çizgiye kaydı. Böylece Irak’taki büyük Kürt hareketleri kendi aralarında sorunlar yaşamayı sürdürseler de Amerikancı çizgide birleştiler.

Aynı tarihi dönemde, Türkiye’deki Kürt hareketi tümüyle farklı bir çizgide gelişiyordu. ‘60’lı yıllar Türkiye’sinde, genel sosyal uyanışa ve dünya ölçüsünde yükselen devrimci dalgaya paralel olarak, yeni sosyal-siyasal temeller üzerinde kendini bulan bir Kürt hareketi çıktı ortaya. Bu hareket alt sınıflara dayanıyor ve sosyalizm iddiası taşıyordu. Anti-emperyalist bir çizgideydi ve Amerikan emperyalizmine karşı Türkiye çapında yükselen mücadelenin bir parçasıydı.

Irak Kürt hareketiyle bu farklılık, bu öznel etkenlerin yanı sıra, Türkiye’nin nesnel tarihsel-toplumsal durumuyla da yakından bağlantılıydı. Türkiye bir NATO üyesiydi ve ülkede Amerikan işbirlikçisi bir rejim egemendi. İşbirlikçi rejimin gerisindeki emperyalizm, Kürtler üzerindeki köleci egemenliğin dış dayanağını oluşturmaktaydı. Kürt mülk sahibi sınıflar ise, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki isyanların bastırılmasının ardından önce yıldırılmış, sonra da düzene eklemlenmişlerdi. Tüm siyasal temsilcileri devlet yanlısı ve emperyalizmin işbirlikçileriydi. Kürtlerin özgürlük ve eşitlik davası artık onları hiç bir biçimde ilgilendirmiyordu.

Bu tarihi-toplumsal durum, ‘90’lı yılların başına kadar, genellikle alt sınıflardan gelen ve onlara dayanan Türkiye’deki Kürt akımlarının büyük bir bölümüyle ilerici, devrimci, anti-emperyalist ve sosyalist nitelikte ya da iddiada olmasını da kolayca açıklamaktadır.

‘90’ların başında değişen ise, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki yıkılışlar, devrim ve sosyalizm mücadelelerinin dibe vurması, tersinden ise, Körfez Savaşı sonrasında ABD himayesinde Irak Kürdistanı’nda ortaya çıkan özel durumdu. Bu gelişmeler daha o zamandan Kürt reformist akımları arasında anti-emperyalist tutum ve duyarlılığı hızla erezyona uğratarak, bugün gelinen yerde açıktan ABD savunuculuğu yapmaya varan işbirlikçi çizgiyi üretti. Kürt özgürlük mücadelesinin etkisi ve basıncı altında ulusal anlamda politize olan, fakat kendi güç ve etkisini Kürt hareketini geriye, düzen içi sınırlara çekmek doğrultusunda kullanmakta gecikmeyen Kürt mülk sahibi sınıfların özel ağırlığı ve çabası, bunu ayrıca kolaylaştırdı.

Yine de ‘90’lı yılların özellikle ilk yarısında, bu gelişmenin hızını kesen temel önemde bir etken vardı. Bu, PKK önderliğinde önemli bir güç kazanan ulusal özgürlük mücadelesinin karşı durulamayan etkisiydi. O günkü durumun olduğu kadar bugün varılan ibret verici noktanın anlaşılması bakımından da son derece açıklayıcı olan bir olay üzerinden örnekleyelim bunu. Abdullah Öcalan, Temmuz 1992 tarihinde, eski solcu Talabani’nin kendisine gönderdiği önemli bir mektubu kamuoyuna açıkladı (Yeni Ülke, sayı: 31, 26 Temmuz-1 Ağustos 1992). Söz konusu mektubunda Talabani, Öcalan’a tehdit dolu ifadelerle şunları yazıyordu: “Devrimler dönemi bitmiştir, silahlı direnme dönemi bitmiştir, artık tarihe karışmıştır. Yeni dünya düzeni siyasi görüşmeler yoluyla, ABD’nin himayesinde, serbest piyasaya dayalı, burjuva demokrailer sistemi hakim tek nizamdır. Sizin de bunu kabul etmekten başka bir çareniz yoktur.”

O zaman Talabani’nin bu tehditkar ve dayatmacı tavsiyelerini ihanet olarak niteleyen ve kamuoyu önünde teşhir eden Öcalan, şimdi “demokratik uygarlık projesi” ambalajıyla sarmalayarak bu aynı ihaneti Türkiye Kürtleri’ne bir program olarak sunacak noktaya gelmiştir. Bu, Türkiye’deki Kürt hareketinin kendi tarihsel kimliğini ve birikimini tümden red ve inkar ederek vardığı noktadır aynı zamanda. Bu nedenledir ki, bugün artık KADEK adını almış bulunan PKK, ABD’nin Irak’a müdahalesini desteklemektedir. Türk devletine benzer bir biçimde Filistin direnişiyle siyonist saldırganlığa eşit mesafede durmakta, sonuçta nesnel olarak siyonist saldırganlığa destek olmaktadır.

PKK’daki kimlik değişiminden beri Türkiye’deki Kürt hareketi, pek az istisnayla, artık her türlü anti-emperyalist tutum ve duyarlılığı bir yana bırakarak Amerikancı ve AB’ci çizgide birleşmiş durumdadır. Bu, Türkiye’deki Kürt hareketinde köklü bir tutum ve kimlik değişimidir. Bu tutumu hazırlayan ise devrim ve sosyalizm mücadelesindeki genel gerilemenin yanı sıra, daha da belirleyici olarak, ABD emperyalizminin kendi Ortadoğu politika ve planları çerçevesinde Kürtlere kendi tam denetiminde bir siyasal varlık alanı açma çabasıdır. ABD’nin bu çabası siyonist İsrail’in çoktandır izlediği çizgiyle de örtüşmektedir. İsrail için bu, bünyesinde Kürt sorununu barındıran Arap ya da İran türünden islam devletlerini parçalayıp güçten düşürmenin temel önemde bir olanağı ve yoldur. Bu niyet ve hesapları tüm açıklığı ile ortaya koyan gizli belgeler bugün artık gözler önündedir.

Dünya ölçüsünde ve özellikle de bugünün Türkiye’sinde sosyal mücadelenin ve dolayısıyla devrimci hareketin zayıflığı, Kürt akımlarının emperyalizmin ve siyonizmin tuzağına düşmelerine ve aleti haline gelmelerine uygun bir zemin oluşturmaktadır. Bu zeminin dışında kalanlar, tarihsel ve sınıfsal bir bilinçle hareket etmeyi başararak soluklu davranabilenlerdir. Yazık ki bunlar halihazırda çok küçük bir azınlığı oluşturmaktadırlar. Fakat geleceği onlar temsil etmektedirler. Emperyalizmle iş ve kader birliği, hiçbir yerde halklara özgürlük ve bağımsızlık getirmemiş, fakat istinasız her yerde onları yeni biçimler içinde ağır ve utanç verici bir kölelikle yüzyüze bırakmıştır. Kürt hareketinin kendi yakın geçmişinde ise bu tutum, kitlesel acı ve yıkımlara yolaçan ağır felaketlerle sonu&ccedl;lanmıştır. Bugün tüm umutlarını emperyalizme bağlayanlar daha düne kadar bütün bunları biliyorlardı, bugün ise bunları modası geçmiş lakırdı sayıyorlar.

Doğası gereği devrimci kalan dinamik: Filistin

Düne kadar Filistin ve Kürt sorunlarını Ortadoğu’nun temel önemde iki devrimci dinamiği olarak tanımlamak olağandı. Ortaya koyduğumuz nedenlerden dolayı bunu Kürt sorunu için ileri sürmek artık eskisi kadar kolay değildir. Tam tersine, Kürt sorunu, Ortadoğu’nun karmaşık ilişki ve dengeleri içinde, emperyalizm tarafından kolayca istismar edilebilir bir hale gelmiştir. Güney Kürdistan’ın ardından Kuzey Kürdistan’da da güçlü bir Amerikancılığın ortaya çıkması bunun böyle olduğunu somut olarak göstermektedir.

Oysa Filistin sorunu, Kürdistan sorunundan farklı olarak, nesnel niteliği nedeniyle Ortadoğu’ya yönelik emperyalist politika ve planların önünde aşılması güç bir engel olarak durmaktadır. Filistin sorununa bu niteliği kazandıran ise, bizzat siyonist ideoloji ve projenin kendisidir. Siyonist proje tarihi olarak Filistin halkına ait bir vatanı kendisi için “vaadedilmiş toprak” saymış ve emperyalizmin tam desteğinde bu toprağı ele geçirmek için her yolu mübah saymıştır. “Halksız bir vatan” saydığı Filistin’e “vatansız bir halk”ı yerleştirmeyi kendine temel hedef olarak seçen siyonist hareket, bu sanal varsayımına gerçeklik kazandırmak için, Filistin halkını Filistin’den sürmek, bu anlamda Filistin’i insansızlaştırmak yolunu tutmuştur.

Emperyalizmin çok yönlü desteğiyle devlet kimliği kazanan siyonist hareket, tanımlanan doğası gereği, yayılmacı ve tahakkümcüdür. Filistin halkının kendi öz topraklarından kitlesel çapta sürülmesi ve herşeye rağmen tutunmayı başarabildiği sınırlı bir alanda ise 35 yıldır zalim bir işgalci yönetim altında tutulması, bunun bir ifadesidir. Bu, bir türlü çözülemeyen Filistin sorununun tarihsel temellerini oluşturmakta ve bir türlü kırılamayan Filistin direnişinin derin kaynağını açıklamaktadır.

Sorunun bir de emperyalizmden kaynaklı boyutu vardır. Tarihi dönemlere göre somut muhatapları değişse de, siyonist hareket ve ardından devlet, kesintisiz olarak emperyalizmin desteğine sahip olmuştur. Bunun gerisinde, emperyalizmin Ortadoğu politikalarıyla siyonist saldırganlık ve yayılmacılığın çakışması vardır.

Bu olgu, Filistin sorununu, siyonist İsrail’den öteye bizzat emperyalizmin kendisiyle de karşı karşıya getirmekte, onun nesnel devrimci niteliğini evrensel bir çerçeveye oturmaktadır. Emperyalizm, Ortadoğu üzerindeki hakimiyetinin kilit gücü olan siyonist devletten vazgeçmedikçe, Filistin halkının haklı ve meşru talepleri karşısında net ve kesin çözümden yana olamaz. Ortadoğu’daki karmaşık ilişki ve dengeler, kendi işbirlikçi rejimlerini sürekli ağır bir basınç altında tutan Arap halklarının duyarlılığı, emperyalist devletleri Filistin sorununda görünürde daha esnek bir tutum izlemeye mecbur bırakmıştır. Fakat bu ikiyüzlülük soruna bir çözüm yolu hazırlamaktan çok, onlara durumu idare etme olanağı sağlamıştır yalnızca.

Köleci Oslo Barışı bunun böyle olduğunu ayrıca gösterdi. Birinci Filistin İntifadası’nın ağır basıncı altında ve bölgedeki genel çıkarlarını güvenceye almak amacı çerçevesinde, ABD emperyalizmi, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle oluşan uygun tarihi ortamı da kullanarak, Filistin halkına Filistin topraklarının çok küçük bir bölümü üzerinde, İsrail’in sürekli baskı ve aşağılaması altında sözde özerk bir yönetim halinde yaşamayı dayattı.

Aradan geçen 10 yıl, siyonist doğası gereği İsrail’in bu kadarını bile hazmedemediğini, onun açığa vurulamayan gerçek niyetinin tüm Filistin’e egemen olmak olduğunu açıklıkla gösterdi. İşgal bölgelerindeki geniş çaplı yerleşim politikaları bunun en önemli göstergesi oldu. Bu politikalara ABD’nin örtülü desteği ise, onun bu niyet ve hesaplarında yalnız olmadığının açık kanıtı.

Bir yandan siyonist devletin tarihi emelleri ve buna dayalı sömürgeci politikaları, öte yandan Filistin halkının gerçek özgürlük ve bağımsızlık isteği, zıt yönlerden etkide bulunarak, Oslo’da kotarılan Amerikan barışının çöküşünü getirdi ve bugünkü gelişmelerin önünü açtı.

Bugün Filistin direniş hareketi içerisinde uzlaşmacı burjuva akım ile dinsel gerici akım etkin durumdadır. Filistin halkının özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini devrimci anti-emperyalist bir çizgide savunan ve siyonizm karşıtlığını Yahudi halkına düşmanlıktan net bir tutumla ayıran, dahası Filistin emekçileriyle Yahudi emekçilerinin devrimci birliğini hedefleyen akım son derece güçsüzdür, sesi neredeyse hiç duyulmamaktadır. Bu, başka nedenler yanında, ‘89 yıkılışını izleyen tarihi gelişmelerin Filistin hareketi üzerindeki yıkıcı etkisinin bir sonucudur.

Fakat öznel unsurlar alanındaki bu belirgin zaafiyete rağmen, işaret ettiğimiz özellikleri nedeniyle, Filistin sorunu nesnel devrimci karakterini korumaktadır. Bundan dolayıdır ki Filistin davası tüm dünya halklarının, ilerici ve devrimci güçlerinin haklı desteğini almaktadır. Yine aynı nedenlerle, Filistin direnişi, güncel emperyalist politikaların, somut olarak Irak’a karşı emperyalist bir savaşın önünde etkisizleştirilmesi kolay olmayan bir engel olarak durmaktadır.

Bu engelin ne anlama geldiğini giderek çok daha somut olarak gören ABD emperyalizmi, bir yandan İsrail’in yıldırma ve teslim alma amacına yönelik sınırsız terör ve katliam politikalarına destek vererek, öte yandan ise aldatıcı ve oyalayıcı adımlarla Filistin direnişini yatıştırmaya çalışarak, güncel durumu kurtarmaya çalışmaktadır. Terörle yıldırma ve teslim alma politikasının sonuç vermediği ve veremeyeceği onyılların deneyimi ile anlaşılmış bulunmaktadır. ABD emperyalizminin işbirlikçi Arap rejimlerinin de yardımıyla tezgahladığı yeni manevraların ne kadar sonuç vereceğini ise önümüzdeki dönem gösterecektir.

(Bu yazı TKİP Merkez Yayın Organı Ekim’in
Nisan 2002 tarihli 228. sayısının başyazısıdır...)