11 Mayıs'02
Sayı: 18 (58)


  Kızıl Bayrak'tan
  1 Mayıs sonrasında artan görev ve sorumluluklar
  Lastik sektöründe greve doğru...
  Safları sıklaştır, gücünü birleştir!
  SASA ile dayanışmayı yükselt!
  Sermayenin "esnek üretim" saldırısı
  İşçi sağlığı ve iş güvenliği için birleşip örgütlenmeliyiz!
  Kapitalizmin kâr hırsı ve sendika ağalarının ihaneti
  Eski bohçalar yeniden açılıyor
  1 Mayıs ve kamu emekçileri hareketi alanında devrimci görevler
  Kadın sorunu ve feminst yanılgılar
  Kürdistan devrimi ile Türkiye devrimi arasındaki ilişkiler üzerine düşünceler-2
  Emperyalizmin kıskacında Ortadoğu
  Siyonizm ve uluslararası emperyalizm
   Almanya'da Yahudi, İsrail'de Filistinli olmak
   İsrail barışı üzerine
   Bir neo-liberal ırk ve kültür ayrımcısının ölümü
   Almanya: Metal işçilerinin grevi sürüyor
   Bir kararın anlattıkları
   Bilinçli, inançlı ve soluklu devrimci Hatice yoldaşı andık...
   Denizler'in devrimci geleneği yaşıyor!
   Sınıf çalışmasında yaratıcılık ve bir deneyim
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Kürdistan devrimi ile Türkiye devrimi arasındaki ilişkiler üzerine düşünceler-2

Serhat Ararat

II.

PKK’nin 1978 programı, özünde, işçilerin, emekçilerin önderliğinde Kürdistan ulusal kurtuluş devrimini öngörüyordu. Bu sınıfsal öncü kimliği ve ideolojik yapısıyla kendinden önceki ve diğer Kürt parti ve gruplarından ayrılıyordu. Özellikle KDP ve DDKO çizgileriyle kendisi arasına net ve kalın bir çizgi çizmiş oluyordu. Kuşkusuz, temel farklılığı salt bu değildi, aynı zamanda bu radikal devrimci çizgisini radikal devrimci yöntemlerle pratikte gerçekleştiriyor, emekçi ve yoksul tabanın istemleriyle bütünleştiriyordu.

1978 programı ve ilk kadroların ideolojik duruşları ve sınıfsal konumları, biçimde ulusal bir devrim olan Kürdistan devrimini dar ulusal sınırlara hapsetme tehlikesi önünde önemli bir barikat anlamına geliyordu. Ancak bunun, sözcüğün gerçek anlamda bir barikat olabilmesi için bu çizginin kurumlaşması, kendi örgütünü ve kadrosunu oluşturması, öncülüğünü sınıfla buluşturması ve bunu süreklileştirmesi gerekiyordu. Yoksa teorik belirlemelerin, saptanan ideolojik ilkelerin, doğru programatik ifadelerin kendi başına yetmediği ve kendiliğinden kurumlaşamayacağı açıktı, hatta bu zeminde sürecek sınıf mücadelesi içinde yenilgiye uğraması bile çok ciddi ve yakın bir tehlikeydi. Nitekim gelişmeler de bu doğrultuda oldu.

Evet, Kürdistan devrimi, kendisini dünya devrim sürecinin onurlu bir üyesi ve parçası olarak tanımlıyordu; böylece, teorik düzeyde, kendisini ulusal sınırlarla sınırlandırmayacağını ilan ediyordu. Bu enternasyonalist anlayışın bir gereği olarak, Türkiye emekçileri, devrimci demokratik ve sosyalist hareketiyle en sıkı ve geniş ittifak ilişkilerini öngörüyordu. Ancak bu ideolojik ve stratejik yaklaşımından, (daha sonraki süreçte söz düzeyinde tekrarlansa da) örgütlenemeyen-kurumlaşamayan devrimci emekçi çizginin yenilgisine paralel olarak sapıldı. Özetlemeye çalıştığımız ilkesel duruş, içi boşaltılmış salt bir kabuk olarak kaldı. Dolayısıyla devrimci enternasyonalist anlayış, politika alanı genişledikçe, özellikle reel politik alan kendisini yaşamın her alanında derinlemesine hissettirdikçe, daha da anlamsızlaştırıldı. Elbette yaşanan sapmayı rel politik dayatmalarla açıklamak yanıltıcı olur. Sorun, devrimin öncülüğünün sınıfsal ve ideolojik yapısında, bu temel alanda yaşanan kavganın kendisinde düğümlenmektedir.

Kısacası, PKK’nin 1978 programında ifadesini bulan devrimci enternasyonal çizgi ve ittifaklar anlayışı, pratik olarak kurumlaşamadı ve dolayısıyla pratiğe damgasını vuramadı. Bunun temel nedenleri var. Kısaca özetlemek gerekirse;
1978 Kuruluş Kongresi’nden çok kısa bir süre sonra PKK, büyük bir deşifrasyon ve örgütsel kriz sürecine girdi. Yoğun pratik ve artan baskılar krizi daha da ağırlaştırdı. Süreklileşen tutuklamalar, ama buna karşılık kadrosal olarak kendini yenileyememe gerçeği, kadrosal ve örgütsel boşluğu kapatılamaz boyutlara taşıdı. Kitlesel büyüme ile kadrosal ve örgütsel daralma iki ters gelişme eğilimi olarak varlığını sürdürdü. 12 Eylül darbesi geldiğinde kadroların büyük bir bölümü içeriye alınmış, etkin mücadele alanlarından koparılmıştı. Henüz örgütlenemeden büyük darbeler almak, devrimci emekçi çizgi açısından tarihsel bir şanssızlıktı ve egemen sınıf anlayışları ve çizgisi için ise bulunmaz bir fırsattı.

Öcalan, bu tarihsel fırsatı değerlendirecek, emekçi devrimci çizgiyi ve kadroları iktidarsızlaştırırken kendi iktidarını adım adım inşa edecektir. III. Kongre’de ise son engelleri aştıktan sonra bütün iktidar iplerini ellerinde toplayacaktır. "Biz" çalışacak, üretecek, direnecek, savaşacak, şehit düşecek, her türlü zorluğa katlanacak değerler yaratacaktık; ama kendi değerlerimize sahip çıkamayacak, tümüne Öcalan tek başına el koyacak ve gerçek bir iktidar hırsızı rolünü oynayacaktır. Bu anlamda III. Kongre her açıdan bir dönüm noktasıdır. Halka karşı “Zorunlu askerlik yasası” ve koruculara karşı ölçüsüz “savaş” ile önemli suçların bu tarihten sonra sistematik bir düzey kazanması boşuna değildir. Yine devrimci emekçi kadroların tasfiyesi ve “iç terörün” temel ir yönetim tarzı haline getirilmesi de boşuna değildir ve Öcalan iktidar sisteminin kurumlaşması ile doğrudan bağlantılıdır.

Bu, aynı zamanda devrimin bağımsız çizgisinden ve yönetiminden de köklü ve dönülmez bir kopuşu anlatmaktadır. 1988’de gazeteci M. Ali Birand ile yapılan röportaj, Öcalan sisteminin düzen içi arayış ve eğilimlerinin de somut bir göstergesi olmaktadır. Düzen içi arayış ve düzen içi çözümlere yatma politikası ile alttan gelen devrimci dalga, devrim ve sosyalizm söylemi Öcalan sistemi ile paradoksal bir bütün olarak varlığını sürdürecek; Öcalan bunu hem iktidarını ve sistemini yenilmez kılmada, hem de düzen içi arayışlarını daha dizginsiz bir biçimde sürdürmede kullanacaktır.

Burada altını çizdiğimiz gerçekliğin özeti şudur:

Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi ikili, kendi içinde çelişkili, bir yandan emekçi damar ve devrimci dalga, öte yanda da bunlara el koyan ve sınırsız bir iktidar kuran Öcalan sistemi paradoksal bir bütün oluşturmaktadır. Söylemin çelişik, karmaşık ve her yöne çekilir bir nitelikte olması, esas olarak genelde hareketin bu yapısından kaynaklanmaktadır; Öcalan da buna uygun davranmasını bilmiştir. Kısacası, Öcalan sisteminin kurumlaşması ve bütün iktidar iplerini ellerinde toplamasıyla birlikte sosyalizm, proletarya enternasyonalizmi, halklarla ortak mücadele gibi kavramların da içi boşaltılmış sözlerin ötesinde bir anlamı kalmamıştır.

Hedef kesin bir biçimde belirlenmiştir: Düzen içinde bazı kırıntılarla yaşama olanağı yaratmak!

Kuşkusuz bu bir sınıf tavrıdır, geleneksel Kürt siyaset anlayışının çok daha kötü bir versiyonudur. Bu siyaset anlayışında dış politika ve dış ilişkilerde Kürt halkının özgücüne dayanan, ezilen halklar ve emekçilerle birlikte mücadeleyi esas alan ilkesel bir yaklaşım aranmamalıdır. Laf düzeyinde söylenenlerin ise aldatma ve yararlanmanın ötesinde bir anlamı ve değeri yoktur. İlişkiler esas olarak istihbarat örgütleriyle yürütülen ilişkidir. Halklarla, devrimci demokrat çevrelerle geliştirilen ilişkiler ise faydacı ve görüntüyü kotarmaktan öte bir anlam ifade etmemektedir. Bu noktada geleneksel Kürt siyaset tarzı ile Ortadoğu’nun reel politik yaklaşımının çok kötü bir karışımı ile karşı karşıyayız.

Ayrıntıya girmek yerine konumuzla ilgili gelişmeleri kısaca özetlemeye çalışalım: Öcalan, yeri geldiğinde Türkiye emekçileriyle, Türkiye devrimci ve sosyalist hareketleriyle en sıkı ilişkileri geliştirmekten, ortak mücadeleden, hatta 1990’ların başından itibaren “Türkiye devrimine müdahale” etmekten, neredeyse Türkiye devrimini üstlenmekten dahi söz etmiş, bu konuda sayısız yanıltıcı ve politik değeri olmayan ilişki geliştirmiştir. Ama hemen belirtelim ki bu yaklaşım ve girişimlerin hiç biri ilkeli yaklaşıma dayalı değildir, hatta ciddiyetten bile uzaktır.

1990’lı yılların başında serhıldanlar süreciyle birlikte Kürdistan devrimi yeni bir aşamaya gelmiştir. Bu yeni aşama, Türkiye devrimi ile ilişkiler ve Türkiye emekçi sınıflarıyla ilişkiler konusunda yeni, daha somut ve uzun vadeli yaklaşımları gerektiriyordu. Bunun için özellikle Türkiye metropollerinde yaşayan emekçi Kürtlerin devrimci ulusal ve toplumsal rollerinin yeniden tanımlanması ve bu bağlamda saptanan politikaya göre örgütlendirilmesi gerekiyordu. Bu, altı dolu yeni bir stratejik yaklaşımı ve planlamayı gerektiriyordu. Elbette bunu ancak devrim, devrimi iktidara taşıma diye bir derdi olanlar yapabilirlerdi. Ama ne yazık büyüyen, kitleselleşen devrim öncülük düzeyinde iktidarsızlaştırılmıştı, devrim gücü ve enerjisi düzen içi çözümlere kurban edilmeye başlanmıştı. İktidar perspektifi olmayan bir anlayışın ezilen halkların ve emekçilerin müadelesiyle birleşmeyi hedefleyen stratejik bir yaklaşım içinde olması düşünülemez. Dolayısıyla Öcalan’ın Türkiye emekçilerine ve onların mücadelelerine yaklaşımı ilkesel ve stratejik düzeyde olmamıştır. Daha çok günübirlik, taktik bile denemeyecek pragmatik yaklaşımı aşmamıştır. Pratikte gerçekleşen "Güç birlikleri" ve "Platformların" anlamı da hep böyle olmuştur.

Tarihimizin bu kesitine yaklaşılırken toptancı ve tek yönlü bir bakış açısının yanılgılı ve yanıltıcı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Dünden bu yana tarihimizin bu kesitine ve boyutuna yapılan eleştirilerin tek boyutlu olduğunu ve bütün gerçekliği kavramaktan uzak olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz. Öcalan’ın yönelimleri ve çıkmazını ulusal kurtuluş devriminin çıkmazı olarak değerlendirenler az olmamıştır. Bunlar ne kadar birer yanıltıcı olgu ise, aynı zamanda Öcalan sisteminin izlediği faydacı, düzen içi ve yenilgiye mahkum yaklaşımları da ideolojik ve politik düzeyde şovenizme, sosyal şovenizme ve her türlü milliyetçiliğe önemli katkılar sunmuştur.

Bir de "Türkiyeleşme" ve DHP deneyimi var. Bunlar üzerinde de kısaca durmamız gerekiyor.

(Devam edecek...)