20 Nisan'02
Sayı: 15 (55)


  Kızıl Bayrak'tan
  ABD'nin İsrail'le tarihsel suç ortaklığı
  Cenin'de katliam ve direniş!
  Cenin ilk değil
  Cenin'in ölümsüz kahramanları
  Filistin halkıyla dayanışma eylemleri sürüyor...
  1 Mayıs'ta alanlara çıkalım, mücadeleyi yükseltelim!
  Avrupa'da Filistin halkıyla dayanışma eylemleri
  F tipi hücre karşıtı eylem ve etkinlikler...
  Üniversite gençliğinin eylemlerinden...
  Hakların güvencesi örgütlü mücadeledir!
  Ey Şaron, sözüme kulak ver!
  İntifada'yı küreselleştirmek için Filistin Direnişi'nin dersleri
  1 Mayıs faaliyetlerimizden...
   1 Mayıs'ta mücadele alanlarına!
   Ankara Öncü İşçi Platformu Bülteni'nden...
   Esenyurt İşçi Bülteni'nden...
   KESK Genel Kurulu üzerine röportaj...
   İtalya'da milyonlarca işçi genel grev yaptı
   Venezüella'da ABD fiyaskosu...
   Tasfiyecilikte final!..
   Hatice Yürekli yoldaşın anısına...
   Mamak İKE Nisan ayı etkinliklerinden...
   Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
İntifada’yı küreselleştirmek için
Filistin Direnişi’nin dersleri

Geçmişte pek çok kez İsrail saldırılarına maruz kalan Filistin halkı, 29 Mart’tan bu yana Nazilerin yaptıklarından aşağı kalmayan bir katliamı yaşıyor. Dünyanın gözleri önünde soykırım amaçlı katliamlar tam bir pervasızlıkla sürüyor. Taş üstünde taş bırakmamacasına kentler tanklarla, dozerlerle yerle bir edilirken, binlerce Filistinli gözaltında tutuluyor. Enkaz altında yanmış, işkenceyle öldürülmüş kadın, erkek, çocuk cesetleri çıkarıldıkça, bütün dünya II. Dünya Savaşı’nın acı anılarını çağrıştıran bir manzarayla karşı karşıya olduğunu bir kez daha anlıyor. Anlamakla kalmıyor, aynı zamanda harekete geçmeye de başlıyor.

Katliamı yapanlar, bu kez Nazi soykırımında yaklaşık 6 milyon insanını kaybeden Yahudi ulusunun başındaki siyonist katiller. İşgalle, katliamlarla, işkencelerle boyun eğdirilemeyen Filistin halkı, şimdi açlıkla, yoksullukla teslim olmaya zorlanıyor. Ama boşuna. Suçlarını toplu mezarlara, yakılıp yıkılmış kentlerin enkazına gömmeye çalışanlar hesap vermekten, yenilgiye uğramaktan hiçbir zaman kurtulamadılar. Dün uğradıkları kıyımı bir başka halka reva gören siyonist katliamcılar ve onların arkasındaki emperyalist efendiler de bu sondan kurtulamayacaktır. Dünyanın dört bir yanında Filistin halkıyla dayanışma eylemleri için seferber olan emekçi halklar ve işçi sınıfı er geç bu görevi de yerine getirecektir.

Özgürlük mücadelesi “terörizm” adı altında lanetleniyor

Katliamların sürdüğü, katliamın kanıtı olan cesetlerin toplu mezarlara gömülmeye başlandığı bir aşamada, ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın ziyaretinden pozitif bir sonuç, işgal ve katliam makinesi İsrail devletinden geri bir adım atmayı bekleyenler bir kez daha yanıldılar. Yaratılmaya çalışılan beklentinin aksine, Powell’in ziyareti tümüyle Şaron kasabının elini güçlendirmek üzere planlandı ve böyle sonuçlandı. Powell kan banyosu yapan Şaron hükümetinin katliamlarını “meşru savunma”, “terörle mücadele” ile gerekçelendirerek kutsadı. Katliama ve işgale karşı kayda değer tek bir söz söylemezken, eli kolu bağlı Arafat’ı teslim olmaya davet ederek, işgale karşı meşru direnişi “terörizm” olarak mahkum ederek, gezisini tamamladı.

Gezinin bitmesinin ardından Bush’un yaptığı açıklama Filistin sorunun çözümünün önündeki temel engelin adresini bir kez daha gösteriyor. Bush, “barış elçisi” Powell’ın görevini başarıyla yerine getirdiğini söyledikten sonra ekliyor: “Terörizme karşı barış mücadelemiz sürecektir”! “Terörizm”den kasıt, emperyalist egemenliğe, kapitalist sömürü ve zorbalığa boyun eğmeyen emekçi halkların bağımsızlık ve özgürlük mücadelesidir. Ve Filistin halkı emperyalist haydutların kanatları altında gittikçe daha da barbarlaşan İsrail siyonizmine karşı “ya bağımsızlık ya ölüm” şiarıyla mücadele ettiği için “terörist” ilan ediliyor, katliamlara uğruyor. Uğradığı insanlık dışı katliamlar, 35 yılını geride bırakan işgal, bu nedenle görmezlikten geliniyor.

Katliamın öteki yüzü direniş

Yıllardır süren katliamlar, işgaller Filistin sorununun yakıcı bir yanı. Diğer yanı ise kahramanca direnişler, Arapça’daki karşılığıyla İntifada. İntifada Filistin sınırlarını aşmış, dünyanın bütün dillerine, ezilen sömürülen halklara malolmuş bir sözcük. Filistin sorununun devrimci çözümüyle özdeşleşmiş bir söz. İntifada ya da Filistin sorunu, yeni emperyalist saldırganlık döneminin acı sonuçlarını ve anti-emperyalist mücadele görevlerinin yeni bir iddiayla bilince çıkarılmasını gerektiren bir dinamizmi ifade ediyor.

Filistin direnişi, yalnızca Filistin toprakları ve Ortadoğu açısından değil, emperyalist efendilerin tehditi ve denetimi altındaki bütün ülke halkları ve emekçi yığınlar için “teröre karşı mücadele” adıyla yürütülen yıkıcı emperyalist savaşın karşı cephesini inşa etmenin imkanlarını açığa çıkarmış bulunuyor. Direniş sürdükçe, saldırgan haydutlar cephesi içinden bazı çatlakların uçları da açığa çıkıyor. Aynı şekilde saldırganlar cephesinin egemenleri ve emekçileri de bu vesileyle karşı karşıya geliyorlar. İşgal ve saldırılar artacaktır. Burası kesin. Şimdi görev Filistin direnişi örneklerini yaygınlaştırmak ve saldırıya uğrayan halkların mücadelesine en ileri desteği örgütlemektir. Tek tek direnişlerin başarısı ve emperyalist saldırganlığın dizginlenmesi, direnişin emekçi yığnlar üzerindeki olumlu etkilerinin değerlendirilmesine, birleşik bir mücadele hattının, eylemli dayanışmanın örgütlenmesine, dahası işçi sınıfının intifadalarının yaratılmasına bağlıdır.

ABD destekli bu işgal ve katliamları diğer emperyalist-kapitalist devletler kınama amaçlı demeçlerle geçiştirirken, dünya halklarının gündemine oturan Filistin sorunu bağlamında belirginleşen bazı uluslararası siyasal sonuçlara ve bunlardan çıkan görevlere işaret etmek istiyoruz.

“Stratejik” suç ortaklığı testten geçti
Türkiyeli emekçilere büyük bir sorumluluk düşüyor

Birincisi, Filistin’deki son saldırılar vesilesiyle İsrail-Türkiye ilişkileri bir testten geçti ve stratejik suç ortaklığının, saldırganlık üzerine kurulu çıkar birliğinin kolay bozulmayacağı, her iki tarafın mevcut iktisadi, askeri ve siyasi ilişkilerini daha da geliştirilmesi eğiliminde olduğu görüldü. Ordu ve tekelci sermaye, Türkiye cephesinden ilişkileri geliştiren ve kollayan baş aktör konumundadır. Sağıyla, soluyla, islamcısıyla bütün düzen partileri, ordunun belirlediği ekseni temel alan bir çizgi izlemektedir. Bu durum aslında ABD’nin bölgeye dönük yeni ve daha kapsamlı saldırılarda iki tetikçisinin bu vesileyle küçük bir sınamadan geçmesi anlamına geliyor. ABD için önemli olan, dünyanın tepkilerini çekme pahasına, bu iki ileri karakolunun yeni kanlı saldırılara hazır olmasıdır.

Öte yandan, Filistin halkının özgürlük mücadelesinin Türkiye emekçi halkı tarafından büyük bir sempatiyle sahiplenilmesi düzen açısından büyük bir açmazı beraberinde getiriyor. Türkiye’nin bölge halklarına dönük bir saldırıya aktif olarak katılması, bu açmazın daha ciddi çatlaklar ve çatışmalarla sonuçlanması demektir. ABD emperyalizminin karar verdiği noktada sermaye iktidarının bir tercih şansı yoktur. Dolayısıyla Türk, Kürt, Arap ve diğer bölge halkları ve emekçilerinin de birlik ve dayanışmayı sağlamanın dışında bir seçenekleri yoktur. Emperyalizmin bölge halklarına dönük saldırganlığına karşı kitlesel ve militan bir desteğin örgütlenememesi, bu yönlü müdahale ve girişimlerin zayıf kalmasının bir sonucudur. Önümüzdeki dönem bu zayıflığa yüklenme can alıcı bir önem taşıyor. Bu konudaki asgari bir başarının emperyalist saldırganlığa karşı yeni olanakların harekete geçirilmesini beraberinde getireceğinden kuşku duyulmamalıdır. Bu sorumluluğun ağırlıklı bir kısmı Türkiye emekçi halklarının omuzlarındadır.

Avrupa’daki kitlesel tepki ve eylemler
kirli propagandayı etkisizleştiriyor

İkincisi; Avrupa emperyalizminin ABD karşısında iktisadi gücüyle orantısız bir biçimde siyasal bir cüce olduğu, Afganistan’dan sonra Filistin’deki bu son gelişmelerle bir kez daha tescil edilmiş oldu. Hiç değilse diplomatik düzeyde yapabileceklerinden bile onları alıkoyan da bu cüceliktir. Öte taraftan, Almanya dışta tutulursa (Yahudi katliamının yarattığı suçluluktan olsa gerek), Avrupa metropollerinden yükseltilen kitlesel tepki ve eylemler, “uygarlıklar çatışması”, “dinler çatışmasi”, “terörle mücadele” vb. propaganda ve dezenformasyonlarla meşrulaştırılmaya çalışılan saldırganlığın teşhirinde çok önemli bir işlevi yerine getiriyor. Bu kirli demagojik platforma peşpeşe darbeler vuruyor.

İşgal altındaki Filistin topraklarında yaşanan vahşete ilişkin haberlerin ABD tarafından sansüre uğratılması ve basın tekellerinin başını çektiği yoğun bir dezenformatif kampanya, bu aynı sonucun oluşmasına ilişkin alınmış bir tedbirdir. (Bu sıkışmışlığın bir diğer örneği ABD’li ve Kanadalı Yahudilere İsrail yanlısı bir gösteri düzenletmek oldu.) Vietnam savaşı bu tedbirlerin bir noktadan sonra tersine döndüğünü örneklemesi açısından ABD egemenlerinin karşısında can sıkıcı bir örnek olarak duruyor. ABD halkının katliama ilişkin gerçek haberlere uzun bir süre duyarsız ve tarafsız kalmayacağı açıktır.

“İşçilerin birliği, halkların kardeşliği”ne
dayanan bir örgütlülük ihtiyacı

Üçüncüsü; Birleşmiş Milletler örgütünün emperyalizme paravan olmanın ötesinde bir işlevinin olmadığının yeniden gözler önüne serilmesidir. Yıllardır yalnızca İsrail’in ve ABD’nin karşı olması nedeniyle Filistin’de işgale son verilmesi kararını hayata geçirmeyen bu sözde milletler örgütü, öte taraftan Somali’de, Bosna’da ve daha pek çok yerde ABD dayatmasıyla sözde barışın işlemesi için harekete geçebiliyor. Miloseviç’in yargılandığı yerde Şaron kasabının 1982 katliamlarındaki suçlarına rağmen kan banyosuna devam etmesinin BM nezdinde hiçbir açıklaması ve buna rağmen dünya halkları karşısında bir prestiji ve meşruiyeti olamaz.
Filistin sorununun kökeninde BM’in aldığı taksim kararının olduğu da unutulmamalıdır. 29 Kasım 1947 tarihli 181 sayılı BM taksim kararına göre, en verimli topraklar dahil Filistin’in yüzde 56.4’ü Yahudilere verildi. O tarihte bölgede 840 bin Filistinli’ye karşılık ezici bir çoğunluğu 1. Dünya Savaşı’ndan sonra oraya göç yoluyla gelmiş 640 bin Yahudi yaşıyordu. BM kararından bir yıl sonra kuruluşunu ilan eden İsrail devleti, II. Dünya Savaşı’nda uğradıkları kıyım ve zorbalığın karşılığında kendilerine bahşedilmiş topraklarla yetinmeyip sürekli genişleme politikası izlemiş, Filistin topraklarını işgal etmiştir. 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmek bir yana, Filistin topraklarında Yahudi yerleşim birimleri oluşturarak bildiğini okumuştur. Şimdi aynı pervasızlıkla katliamlarına “güvenlik” kılıfı uydurmaktadır.

BM’nin bütün bunlar karşısındaki utanç verici tutumu 3 milyon nüfuslu bir ülkeye söz geçirememesi olarak anlaşılamaz. Bu tutum, egemenlerin tarafında ezilen halkların karşısındaki konumunun olağan bir sonucudur. Emperyalistlerin egemenliğindeki bu sözde dünya milletler örgütüne karşı “halkların kardeşliği ve devrimci dayanışması, işçilerin birliği”ni ifade edecek bir örgütlenmeye duyulan ihtiyaç her geçen gün daha yakıcı biçimde hissedilmektedir. Yakın geçmişte Enternasyonal’de karşılığını bulan bu birliğin temellerini döşemek için, ortak mücadele ve dayanışma yolunda atılan adımları hızlandırmak ve güçlendirmek gerekiyor.

İşbirlikçi Arap devletleri işgal ve
katliamların dolaysız sorumlusudur

Dördüncüsü; Arap ülkelerinin Filistin halkına tam bir ihanet anlamına gelen suskunluğunun ve izlenen uzlaşmacı çizginin (nedeni anlaşılır bir iki istisna dışında) genel bir eğilim olarak belirginleşmesidir. İsrail işgaline karşı görünüşte en ileriden tutum alanlar da dahil, hemen hepsi ABD’yi ve dolayısıyla İsrail’i karşılarına almak bir yana, Filistin meselesini istismar ederek ABD’ye yaranmada birbirleriyle yarışıyorlar. Filistin’e Amerikan müdahalesi çağrısı ve Amerikan barış modeli savunuculuğu bu konuda geldikleri konuma açıklık kazandırıyor. Kendi ülkelerindeki İsrail karşıtı eylemleri yasaklamaya, şiddetle bastırmaya çalışmaları da yaranma politikasının bir sonucu.

Çıkarcı ve uşaklaşmış Arap devletleri, İsrail’in yıllardır sürdürdüğü işgalin ve yaptığı katliamların dolaysız sorumlularıdırlar. Arap halkının birliğinin önündeki asıl engel de ayrıcalıklar uğruna emperyalistler tarafından çizilen sınırlarda egemenliklerini sürdüren bu feodal-işbirlikçi artıklardır. Emperyalistler yıllardır işbirlikçi petrol şeyhlerini, gerici hanedanları kullanarak, Araplar arasındaki çatışma ve çelişkileri körükleyerek bölgede hakimiyet kuruyorlar. Filistin halkının kanayan yaralarından akan kanla beslenenen, Arap halkını sefalete ve Ortaçağ gericiliğine mahkum eden Arap gerici rejimleri, Arap halklarının haklı tepkisini giderek daha fazla üzerlerine çekmektedirler. İntifada, bu anlamda gerici Arap rejimlerinin de korktuğu bir çözümdür. Uzlaşma arayışlarının bir nedeni de budur. Zira İntifada, Filisti sorununun ve daha genelde Arap Birliği sorununun devrimci bir tarzda çözümü seçeneğinde ısrarı temsil ediyor. Halihazırda izlenen emperyalizme uşaklık ve işbirlikçilik çizgisinin mahkum edilmesi, Arap halkının kendi iktidarlarına karşı İntifadaları yükseltmesiyle karşılık bulacaktır.

Halkların gerici bir temelde bölünmesi tehlikesi

Burada Arap halklarının haklı tepkilerinin gerici bir tarzda yönlendirilmesi, asıl hedefinden saptırılması tehlikesine de dikkat çekmek gerekiyor. Dinsel gerici akımlar, İsrail-Filistin çatışmasını, bir Yahudi-Müslüman çatışması (Afganistan işgalini Hristiyan-Müslüman savaşı) olarak göstermek için çok özel bir çaba harcıyorlar. Aynı şekilde emperyalist demagog ve ideologlar da meseleyi “dinler çatışması”, “uygarlıklar çatışması” biçiminde teorize ederek, emperyalist saldırganlığı meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Her ikisi de egemen sınıfların çıkarlarına hizmet ediyor, aynı işlevi yerine getiriyor. Bir ucu anti-semitizme (Yahudi düşmanlığı), diğer ucu uygar batının geri kalmış doğuya uygarlık getirmesine varıyor. Gericiler çözümü dinsel cihada, emperyalistler “terörizme”, “terörizmin denetimindeki dinselakım ve örgütlere karşı mücadele”ye bağlıyorlar. Her ikisi de aynı gerçekliğin iki farklı yüzünü temsil ediyor. Halkların gerici bir temelde bölünmesine hizmet ediyor, ortak düşmana karşı birleşik bir mücadele verilmesinin önüne gerici bir barikat dikiyor.

Bu gerici demagojilerin geniş halk yığınları nezdinde bir karşılığının olması, bilinçli ve sistematik bir ideolojik mücadeleyi ayrıca acil bir görev haline getiriyor. Bu görevi yalnızca Filistin sorunu sınırlarında düşünmemek, emperyalizmin ve gericiliğin bölge üzerindeki egemenliğinin kırılması mücadelesinin bir parçası olarak ele almak gerekir.

Anti-emperyalist mücadele dinamikleri büyüyor

Beşincisi; İsrail’in işgal ve katliamlarına karşı halkların ve emekçi yığınlarının tepkisi ABD emperyalizmini de doğrudan hedef alıyor; ABD emperyalizmi şahsında emperyalist saldırganlığa karşı anti-emperyalist mücadele dinamiklerini de uyandırıyor. İsrail ve ABD’nin Filistin’e karşı sürdürdüğü saldırılarda daha az inandırıcı mazeretlere sahip olması, daha geniş bir potansiyeli harekete geçiriyor. İsrail kadar ABD emperyalizmi de teşhir oluyor. Teşhir olmasının yanında bir bedel ödüyor. ABD’nin İsrail işgali ve katliamlarından yana tutum almasının bedeli, giderek yeni saldırılar karşısında duracak cephenin daha da büyümesi ve eylemli bir hatta birleşme eğilimi içine girmesidir.

Bu nedenle Filistin sorunu emperyalistler için bir başağrısı, Filistin özgürlük mücadelesi ve İntifada emekçi halklar için bir moral kaynağıdır. Tepkiler oldukça yaygın ve anlamlı olmakla birlikte henüz güçsüz ve yetersizdir. Yetersizlik sürmekte olan tepkilerin örgütlü, süreklilik arzeden militan eylemlilikler düzeyine sıçratılamamasından geliyor. Filistin sorununun devrimci çözümünde dayanışma eylemlerinin mutlaka bir karşılığı olacaktır.

Filistin direnişi devrimci önderliğini yaratmak zorunda

İntifada’yı Filistin halkının Filistin yönetiminin içine girdiği pasifist-uzlaşmacı çizgiye bir tepki olarak da değerlendirmek gerekir. ‘87’de I. İntifada başladığında, bugünkü Filistin yönetimi yurtdışında sürgündeydi. Bütünüyle Filistin halkının inisiyatifiyle başlayan İntifada’nın halk üzerinde ve uluslararası düzeyde yarattığı etkinin ardından, Filistin yönetimi kendine yeni bir diplomatik manevra ve uluslararası ilişkiler olanağı yarattı. Ardından Filistin Özerk Yönetimi kabul edildi.

Arafat’ın tekrar Filistin’e dönmesine izin verilmesinde I. İntifada’nın etkisi büyüktür. Fakat Filistin halkının bedel ödeyerek fiilen kopardığı kazanımlar, uzlaşmalarla ve tavizlerle geçen masabaşı pazarlıklarında bir bir kaybedildi. İsrail işgale ve saldırganlığa son vermediği gibi, Filistin topraklarındaki nüfus alanını genişletti. (İsrail yönetimi Oslo Anlaşması’nın imzalandığı kağıdı şimdi yalnızca eline bulaşan kanları silmek için kullanıyor.) Şaron’un iktidara gelmesiyle açık bir savaş ilan etti. Daha doğrusu çok önceden ilan edilen savaş için Şaron iktidara getirildi.

Filistin yönetiminin tutum alamadığı bu gelişmelere tepki yine Filistin halkının kendisinden geldi. Şaron’un provakatif El Aksa ziyaretine tepkiyle başlayan II. İntifada’nın büyüyüp gelişmesine hiçbir katkısı olmayan, olmadığı gibi engellemeye çalışan Arafat yönetimine İsrail’in verdiği ceza –kendi ülkesinde, kendi idare binasında hapsolmak ve gelişmelere seyirci kalmak-belki de özelde Arafat’ın genelde Filistin yönetiminin şimdiye kadar yaşadığı en büyük trajedi ya da açmazdır. Bu, ‘82 15 Eylül’ünde Filistinli militanlarla beraber yöneticilerin de göçe zorlanmasından bile daha trajik bir durumdur. Hiç değilse katliamı kendi gözleriyle görmediler o zaman. Hatırlanacağı gibi, bu olaydan bir gün sonra, 16 Eylül sabahı Lübnanlı Falanjistler bizzat İsrail’in emrinde ve denetiminde Sabra ve Şatila kamplarıda iki bin Filistinli kadın, yaşlı, erkek ve çocuğu katletti. 29 Mart 2002’de başlayan işgalle yaşananlar ise daha acı. Arafat şahsında Filistin Yönetimi’nin elleri kolları bağlanarak, o günkünden aşağı kalmayan katliamlar an be an izlettiriliyor. Tabii ki katil Şaron yönetimi sadistçe duygularını tatmin etmek için yapmıyor bunu. Şiddet ve katliamlarla kırılamayan direnişi, bu yolla, Arafat yönetimini kullanarak bitirmeyi ya da en zından durumu kendi lehine çevirmeyi hesaplıyor. Arafat izlediği çizginin, egemenlik hakkı bulunmayan, toprakları ve halkının yönetimi üzerinde söz sahibi olmayan bir yönetime razı olmanın sonuçlarını yaşıyor.

Arafat’ın bundan sonra yaşananları yok sayarak hiçbir şey olmamış gibi davranması ya da eski çizgiye dönmesi mümkün değil. Bu en azından Filistin halkı karşısında meşruiyetinin bitmesi, prestijinin ayaklar altına alınması demek. Filistin halkı bir kez daha bu süreçten ağır kayıplar vermek pahasına direnerek ve güçlenerek çıktı. Şimdi Arafat yönetiminin sınavı başlıyor. Yerlerde süründürülen uzlaşmacı platforma tekrar dönülmemesinin tek güvencesi ise, Filistin halkının direnişçi ruhunu yönetim ve önderlik sorunun çözümü için de kullanması. Bu, yıkılmış, yerle bir edilmiş Filistin şehirlerini tekrar kurmaktan daha zor ve daha önemli bir görev. Dünya emekçi halkları ve komünistler bu savaşta olduğu gibi görevde de Filistin halkının yanındadır.