ARSIVANA SAYFA
 
17 Mart '01
SAYI:10
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Biricik gerçek alternatif işçi sınıfı partisinin devrimci programıdır
Krizin faturası kapitalistlere
Kriz ve burjuva siyasetinin iflası
Kriz: Nedenler ve sonuçlar, eğilimler ve yaklaşımlar
KOMSA'da işçi kıyımı
Çukobirlik işçilerinin grev kararlılığı
Ankara Sağlık Platformu'nun açıklaması
8 Mart etkinlikleri
Öncü İşçi İnisiyatifi’nin 8 Mart etkinlikleri
Kurtköy halkının gözünden 8 Mart ve gösterdikleri..
Saldırıya karşı işçi emekçi barikatı!
İTÜ'de yemek boykotu sürüyor
Gazi anması
Ölüm Orucu sürüyor!
Kayıpların akıbeti açıklanmalı
Bir tutsak annesinden açık mektup...
Dortmund'ta faşizme karşı 25 bin kişilik yürüyüş gerçekleşti!
Yurtdışı'nda 8 Mart etkinlikleri
Direnişçilerden mektuplar
"Okkan'ı JİTEM öldürdü"
Mücadele Postası


Bu sayının
PDF formatını download
etmek için tıklayın



 
 

ABD ve emperyalist finans kuruluşları, artık Türkiye’yi doğrudan atadıkları adamlarla yönetmek istiyorlar...Emperyalizme uşaklık yeni boyutlar kazanıyor, ihanet çizgisine varıyor...

Kriz ve burjuva siyasetinin iflası

Artık burjuva siyasetçiler de açıktan itiraf ediyorlar; 2000 yılı başından bu yana uygulanan İMF-TÜSİAD programı iflas etti. Bunun anlamı, 14 aydır her derde deva olarak gösterilen “istikrar programı”nın Türkiye kapitalizmini “kurtarmaya” yetmediğinin ortaya çıkmış olmasıdır.

14 aydır işçi ve emekçilere dönük her saldırıyı; gündeme getirilen her hak gaspını, yaygınlaşan talanı, derinleşen sömürüyü “aman sesinizi çıkarmayın, istikrar programının başarısı için hepimizin fedakarlık yapması lazım” yalanına sarılarak izah eden düzen cephesinin sözcüleri, krizin ardından eski “istikrar programı”nın lafını bile etmez oldular. Gören, İMF-TÜSİAD patentli bir ekonomik-sosyal yıkım programı bu ülkede hiç gündeme gelmemiş zanneder. Sanki milyonlarca işçi, emekçi ve yoksul köylü bu program yüzünden açlık ve sefaletin pençesine düşmedi; işini, onyılların birikimi olan ekonomik ve sosyal haklarını, elindeki bir karış toprağını yitirmedi. Ve sanki bu ülkenin tüm zenginlikleri, çalışanların sırtından yaratılmış değerleri emperyalist tekellerin yağma ve talanına bu istikrar programı saesinde açılmadı

Elbette ki düzen sözcülerinin bu “unutkanlık”larının gerisinde ne yalanlarının açığa çıkmasından duydukları utanç yatıyor, ne de bir gün içinde hafızalarını yitirdiler. Gerçekte bunun arkasında, ileriye dönük yeni hesaplar, yeni saldırı planları yatıyor.

Yeni saldırı planının adı: “Ulusal Program”

Kemal Derviş ve onun hazırladığı söylenen (ama emperyalist merkezlerde kotarıldığı herkesçe bilinen) sözde “Ulusal Program”, tekelci sermayenin ve tüm düzen çevrelerinin yeni umudu olmuş durumda. Tıpkı hükümet gibi, çöken İMF-TÜSİAD programından bahsetmeyi pek sevmeyen tekelci medya da şimdilerde Kemal Derviş’le yatıp kalkıyor. Derviş’in tüm toplumda bir kurtarıcı olarak algılanması için gazete ve televizyonlar üzerinden hummalı bir faaliyet yürütülüyor.

Adı ister “istikrar programı”, isterse de “Ulusal Program” olsun, hiç farketmiyor. Sonuçta bu “yeni” programın da emperyalistlerin ve işbirlikçi sermayenin çıkarlarını gözeten, ortaya çıkan büyük faturayı işçi ve emekçi yığınların sırtına yıkmayı hedefleyen bir büyük saldırı planı olduğu çok açık. Sınıf devrimcileri yeni programın mahiyetini halihazırda büyük bir açıklıkla ortaya koymuş bulunuyorlar. Yanısıra işçi ve emekçilerin önemli bir kesiminde de bunun yeni bir saldırı programı olduğu konusunda önemli bir bilinç açıklığı mevcut.

Fakat burjuvazinin bu yeni saldırı programı vesilesiyle öne çıkardığı Kemal Derviş’in kim tarafından ve niçin tercih edildiği üzerinde ayrıca durmak gerekiyor.

Kemal Derviş’i emperyalistler atadılar

Dünya Bankası, tıpkı İMF gibi emperyalistlerin çıkarlarının bekçiliğini yapan bir kuruluştur. Ve dünyanın birçok yerinde tıpkı İMF gibi, yüzmilyonlarca işçi ve emekçinin yıkımına yolaçan politikalara imza atmasıyla tanınmaktadır. Türkiye’de de örneğin tarımda uygulanan yıkım programının sorumlularından biri Dünya Bankası’dır.

Kemal Derviş, Türkiye’ye getirilip bakan yapılmadan önce, işte bu emperyalist kurumun bir memuruydu. Yıkım işlerindeki başarısından ötürü olmalı, başkan yardımcılığına kadar da yükselmiş bir memur. Yani emperyalizmin iyi bir memuru ve has adamlarından biriydi, Türkiye’ye bugün kurtarıcı olarak sunulan adam. Çöken İMF-TÜSİAD programının yürütücüsü olan (ve şu ara ortalıkta görülmeyen, adından da pek fazla bahsedilmeyen) Carlo Cottarelli’den fazlası vardı, ama eksiği yoktu. Ne de olsa ondan çok daha üst düzeylerde görev yapan biriyle yüzyüzeyiz.

Peki ne oldu da emperyalizmin bu sadık memuru birdenbire Türkiye’de günün adamı haline geldi? Bir anda olağanüstü yetkilerle donatılıp bakanlar kuruluna sokuldu. Dahası medya tarafından bilinçli bir tutumla ve sistematik bir çabayla fiili başbakan olarak sunulmaya başlandı.

Medya, Kemal Derviş’i, “zor durumda olan ülkesine hizmet için Amerika’daki işini ve yüksek maaşını tepip gelen vatansever bir Türk vatandaşı” olarak göstermek için epey bir çaba sarfetti, ediyor. Söyleyenler dahil kimsenin inanmadığı bu masalı geçelim.

Gerçek şu ki, Kemal Derviş hala emperyalizmin has bir memurudur ve Türkiye ekonomisinin başına da bizzat onlar tarafından atanmıştır. Bunun gizlenecek saklanacak bir yanı da kalmamıştır. ABD yönetiminin bu konuda Türk hükümetine ısrarlı telkinlerde bulunduğu yer yer basına da yansımış durumda. Bunun doğruluğundan, Türk hükümetinin de kredi musluklarını elinde tutan ABD’nin isteği doğrultusunda davrandığından şüphe duyan kimsenin olduğunu sanmıyoruz.

Bu, emperyalistlerin kendi çıkarlarını güvenceye almak için, Türkiye ekonomisine ve dolayısıyla yönetimine, eskisine göre daha doğrudan el koyması anlamına gelmektedir. Böylece uygulanacak yeni saldırı programı Türkiye’deki burjuva siyasetinin kendi iç hesaplarından, çatışmalarından, bütün bunların engelleyici ve yavaşlatıcı etkilerinden daha rahat korunmuş, emperyalizmin “kutsal” çıkarları daha fazla güvenceye alınmış olacaktır.

Yeni program bir “ulusal” kılıf içinde sunulmaktadır. Başka şeyler yanında bunun bir önemli nedeni de, Türkiye ekonomisinin başına emperyalizmin en yetkin memurlarından birinin oturtulduğu gerçeğini perdelemektir. Bu “Ulusal Program” adlandırmasıyla, İMF-TÜSİAD programına karşı işçi ve emekçilerde biriken tepki bloke edilmek istenmektedir. Düzen cephesi yeni programı eskisinin devamı değil de sanki onun alternatifiymiş, onun yıkıntılarını temizlemek, yaralarını sarmak için gündeme getirilen bir şeymiş gibi lanse etmektedir. Programın isimlendirmesi de dahil, her şey bu senaryoya göre düşünülmüştür.

Bu öylesine bir “Ulusal Program”dır ki, sermayenin hizmetindeki dar bir bürokrat ve siyasetçi kadrosu dışında, bu toplumdaki herkes ondan ancak yürürlüğe sokulduktan sonra haberdar olmaktadır. Oluşturulmasında söz hakkı bulunmak bir yana, herhangi bir bilgisi bile bulunmamaktadır. Bu öylesine bir “Ulusal Program”dır ki, hazırlanmasına yön veren temel kaygı, emperyalist merkezlerden gelecek yeni borçları güvencelemektir. Bu ulusun değil, fakat başta İMF olmak üzere uluslararası finans çevrelerinin beğenisine ve onayına sunulmak üzere hazırlanmaktadır.

Denize düşen Derviş’e sarılır!

Kemal Derviş’in ekonominin başına getirilmesi aynı zamanda sermaye siyasetindeki çözümsüzlüğe ve iflasa da işaret etmektedir. Sermaye sınıfı, işbaşındaki hükümet dışında bir siyasal alternatif bulmakta ciddi olarak zorlanmaktadır. Tüm düzen partileri inandırıcılıklarını ve güvenilirliklerini, demek oluyor ki toplumsal desteklerini önemli oranda yitirmişlerdir. Bugün seçim olsa hiçbir düzen partisinin yüzde 10’lardan daha fazla oy alamayacağı hesaplanmaktadır.

Örneğin, meclis dışındaki düzen partilerinden CHP’nin genel başkanı Deniz Baykal, yaşanan krizle ilgili olarak hükümete birçok eleştiri yöneltiyor, adeta demediğini bırakmıyor. Ama iş bundan sonra ne yapılacağına gelince, “Biz hükümette yapısal değişiklik bekliyoruz ama Başbakan istifa etsin diye bir ısrarımız yok.” demek zorunda kalıyor. Sadece Baykal değil. DYP ve FP temsilcileri cephesinde de, lafta ne söylerlerse söylesinler, durum ve tutum özünde farklı değildir. Çünkü kendilerinin de siyasal destekleri yok. Seçim olsa yüzde 10 barajını geçip geçemeyecekleri bile belli değil.

Normalde, sermayeye hizmet etmek için iktidara gelen bir parti, hayata geçirdiği saldırı politikaları neticesinde işçi ve emekçilerden tepki alır. Bunun sonucunda da bir sonraki seçimi kaybederek yerini farklı bir düzen partisine bırakır. Saldırılar, sömürü ve soygun düzeni farklı bir biçim ve söylem altında devam eder. Yığınlar ise sahte umutlarla aldatılmış, tepkileri kolaylıkla düzen için kanallara akıtılmış olur.

Fakat bugün sermayenin böyle bir şansı bile kalmamıştır. Tüm düzen partileri tekleşmiş, aynı program ve söylemde birleşmişlerdir. Dahası mevcut partilerin hepsi son on yıl içerisinde bir biçimde iktidara gelmiş ve aynı saldırı programlarının altına sırayla bir bir imza atmışlardır.

Durum böyle olunca, yeni bir saldırı programını hayata geçirmek için sermayeye biçimsel demokrasi oyunundan daha farklı araçlar gerekmektedir. Bu çerçevede bir “teknokratlar hükümeti”nin kurulması gerektiğinden çokça bahsedilmiştir. Bilinen tarzıyla bir “teknokratlar hükümeti” şu an için kurulmamıştır. Ama yapılan iş özünde bundan çok farklı değildir. Ekonomi yönetiminin başına doğrudan doğruya emperyalizmin bir teknokratı getirilmiştir. Burjuva demokrasisinin o pek değer biçtiği meclis ve orada ifade edildiği söylenen “millet iradesi”, böylece biçimsel bir oyun olarak bile tümüyle bir kenara atılmıştır.

Sermaye siyaseti yeni ve daha büyük krizlere yol alıyor

Ne var ki, emperyalist finans çevrelerinin gözde bir bürokratıyla takviye edilmiş olsa da, bugünkü hükümetin gündeme getirilen saldırı programını belli bir başarıyla uygulama şansı önceki döneme göre hayli azalmıştır. Önceki dönemde de işbaşındaki hükümetin arkasında güçlü bir toplumsal destek olmadığı söylenebilir. Bu doğru da. Fakat yine de, tüm düzen partileri ve çeşitli kuruluşlar, 2000 yılı başından itibaren gündeme gelen İMF-TÜSİAD patentli “istikrar programı”na ciddi bir destek sunuyorlar, onu sahipleniyorlardı. Türk-İş’ten Hak-İş’e, TZOB’nden TİSK’e, oradan değişik sermaye çevrelerinin sözcülüğünü yapan sanayi ve ticaret odalarına kadar herkes, İMF-TÜSİAD programına bir biçimde yedeklenmişti. İşçi ve emekçi yığınların bilinç ve örgütleme düzeyinin yetersiz olduğu kşullarda, işbaşındaki hükümet birçok saldırı politikasını ciddi bir engelle karşılaşmadan uygulamaya sokabildi. Komünistler zamanında bunu sermayenin kazandığı “kolay başarılar” olarak nitelendirdiler ve belli sınırlarının olduğunun da altını çizdiler.

Şimdiki durum o zamankinden çok farklıdır. Herşeyden evvel Kemal Derviş isminde, tam da ABD dayatmasına boyun eğmeleri nedeniyle mutabık kalmışlardır. Emperyalizme uşaklık konusunda gerçekten de farklılıkları yoktur. Ama herşeyin bununla başlayıp bitmediği de açıktır. Kemal Derviş ismi üzerinde uzlaşmış görünseler de, işbaşındaki hükümetin bileşenlerinin birçok konuda birbirinden farklı kaygılar taşımaya başladıkları ve bunu yer yer dillendirdikleri bir gerçektir. Yeni bürokrat atamaları bile alttan alta yaşanan çatışmayı göstermektedir. Şimdilik pratik sonuçlarını üretmemiş olsa da, bu önemlidir.

Gene birbirinden farklı hiçbir yanları kalmamış olsa da, muhalefetteki düzen partileri yeni programa destek vermeyeceklerini açıklamak ihtiyacı duymaktadırlar. Bunun programın içeriğine dönük bir itiraz olmadığını, fakat toplumdaki genel tepkiyi bir biçimde gözetmek zorunda kaldıkların söyleyebiliriz. Fakat gene de bu tür çatlakların, değişik seslerin ortaya çıkması, burjuva siyasetinde yaşanan ve biriken sıkıntıların bir başka yüzüdür.

Sadece düzen partileri değil. Önceki programa bir biçimde destek veren çeşitli kuruluşlar da daha şimdiden yeni programa dönük tepkilerini dile getirmektedirler. Sendika konfederasyonları bu konuda başı çekmektedir. Türk-İş ve diğer konfederasyonlar programa destek vermeyeceklerini açıklamaktadırlar. Bayram Meral gibi tescilli sermaye uşaklarının bu konuda ne kadar samimi olup olmadığı çok da önemli değildir. Önemli olan, geçmiş programın adeta avukatlığını üstlenenlerin şimdiki durum karşısında bundan daha farklı bir söylem içine girme ihtiyacı hissetmeleridir. Bir başka deyişle, söyleyene değil söyletene bakmak gerekmektedir.

Yeni saldırıların eski aracı:
Daha fazla baskı, daha çok terör!

Yeni programın işçi ve emekçiler başta olmak üzere saldırıdan etkilenen kesimlerce sahiplenilmediğini programı hazırlayanlar da görmektedir. Kemal Derviş’in “çok cesur, çok köklü çözümlerin ulusal birlik havası içinde bir an önce benimsenmesi gerekiyor” türünden konuşmalar yapması da, hiç alışık olunmayan bir biçimde tek tek sendika konfederasyonların

ı ziyaret ederek destek talep etmesi de, burjuvazinin bu cephedeki sıkıntılarını göstermektedir.
Sermayenin manevraları ne ölçüde sonuç verecek, yeni saldırı programı farklı kesimlerce ne ölçüde sahiplenilecek, bunu biraz bekleyerek göreceğiz.

Şimdiden açık olan şu ki; sermaye yürüttüğü saldırı politikalarını değişik araçlar üzerinden topluma kabul ettirme, işçi ve emekçileri vaatlerle, yalanlarla aldatma ve tepkisiz bırakma olanaklarını günden güne yitirmektedir.

Sermayenin kriz ve bunalımların faturasını işçi ve emekçilerin sırtına yüklemekten başka şansı yoktur. Bunun için de elinde tek yol kalmaktadır; daha fazla baskı ve daha yoğun terör. Yeni dönemde saldırılara karşı tepki ve öfkenin artışına, bunlar bir mücadele kanalına aktıkça da sermayenin baskı ve zoru daha pervasız kullanışına tanık olacağız.

Baskı ve terör en başta da devrimcileri, sınıfın ve emekçilerin öncü, mücadeleci unsurlarını hedef alacaktır. Düzenin F tipi cezaevleri konusundaki ısrarının, katliamlar yapma konusundaki pervasızlığının sınıf hareketine dönük arka planı şimdiye kadar görülmemiş somutlukta açığa çıkacaktır. Ecevit’in, cezaevleri sorununu çözmeden istikrar programını başarıya ulaştıramayız mealindeki sözleri, bugün geçmiştekinden daha fazla anlam kazanacaktır.

Zulmü artanın yıkılışı da hızlanır

Manevra olanaklarını tüketen sermayenin daha fazla baskı ve teröre başvurması ise kurtuluşunu değil, tersine çöküşünü hızlandıracaktır. Kendi başına baskı ve terörle yığınların mücadelesinin engellenebildiğini, çürüyüp dökülenin sırf bu sayede ve gerçek manada yaşama hakkı kazanabildiğini tarih yazmamıştır. Bu kez de yazmayacaktır.

Bütün mesele, başta işçi sınıfı olmak üzere, saldırıdan zarar görenlerin ne yapacaklarıdır. Sınıf devrimcilerinin ve devrimci güçlerin kendi üzerlerine düşen sorumluluklara ne düzeyde yanıt verecekleridir.

İşçi sınıfının kendi partisinin devrimci programı etrafında birleşip sermayenin “Ulusal Programı”na karşı mücadeleyi yükseltmesi, emekçi yığınları da kendi mücadelesine çekebilmesi... Sermayenin “Ulusal Program” masalına karşı, işçi sınıfının devrimci Programı... Burada ifade edilen istemler uğruna devrimci politik mücadelenin güçlendirilmesi... “Sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm!” çizgisi ve fikrinin gündelik mücadeleye hakim kılınması... Sınıfın bilinç ve örgütlenme düzeyini arttırmak için daha yoğun bir kitle çalışması...

Birleşik-militan mücadeleyi yükseltmek için daha fazla enerji ve yaratıcılık... Tüm bunları güvenceye almak ve iktidar mücadelesine seferber edebilmek için, partiyi ve parti tarzını her alana yaymak ve güçlendirmek...

Tüm bunlar, dönemin acil ve yakıcı görev ve sorumluluklarıdır.
Görev ve sorumluluklar her alanda bizleri beklemektedir.