Ölüm Orucu Direnişine başlarken, şimdiden kazandığımızı söylemiştik. Kulağa hoş gelecek ajitatif bir söyleme değil, bir öngörüye dayanıyordu bu sözümüz. Ve bunu söylerken amacımız hücreleri yıkmanın ötesindeydi. Zaferimiz de hücreleri yıkmanın ötesine geçecek. Topyekûn saldırıyı zindan cephesinden yıkmayı amaçlıyordu direnişimiz. Bugün direnişimiz 50li günlere geliyor ve doğrudan sonuçları üzerinden söz söyleyebilecek durumundayız.
Duyarlı, dürüst, samimi herkesi direnişimize destek olmaya çağırmıştık. Çağrılarımız bugüne dek görülmediği oranda karşılığını buldu. Bugün direnişimiz kitleler nezdinde tam bir meşruiyet kazanmıştır. Bu aynı zamanda devrimciler ile emekçi kitleler arasındaki açının daralması anlamına geliyor.
Gündemin tam ortasına yerleşen direnişimiz ve direnişimizin olmazsa olmaz talebi olan F tiplerinin kapatılması üzerine, kalemini ve onurunu tümüyle sermayeye satan çanak yalayıcıları dışındaki köşe yazarları şu ya da bu biçimde lehimizde yanıtlar yazıyorlar. Gerçeklik böyleyken, Doğu Perinçek 7 Aralık 00 tarihli Milliyet gazetesinde, Ece Bilginin Ölüm Orucu direnişimiz üzerine sorduğu soruya bakın nasıl kirli dilini uzatıyor.
Öncelikle F tipi sistemi tamamen batıdan ithal, yalnızlaştıran bir işkence rejimi... diyor Perinçek. Yazının devamına bakıldığında ise Perinçekin objektif olarak işkenceyi savunduğunu görüyoruz. Direnişimize kirli dilini uzatırken, F tipi rejimine nasıl son verileceğini yazmamış. O halde bu rejimin son bulmasına lüzum yok, öyle mi bay Perinçek?
Neden direnişimiz yanlışmış? Şöyle söylüyor Perinçek: Türkiye ekonomisi çökerken, Kıbrıs sorunu AB tarafından bize karşı kullanılırken, Ermeni soykırımı yasaları çıkarken, ölüme F tipi için yatmak çok yanlış. Türkiyenin çok temel sorunlarında ölümü göze almak gerekiyor. Sonra da ekliyor: Batının gözleri üzerimizdeyken, F tipi olaylarının gündeme gelmesi onların eline güç verdi.
Şaşkınlığın bu kadarına pes denir. Bankaları hortumlayanlar, depremzedeler için toplanan yardımı yağmalayanlar, mafya ve çeteler vb.leri değil de bizler mi işkence rejimine karşı çıkarak Batının eline güç veriyoruz. Hem hangi Batı? Batının rejimini savunuyorsun. Batıya bu denli yaranmaya çalışırken, nasıl olur da utanmadan bizler için, Bu örgütlerin zaten Türkiyenin bağımsızlığı gibi büyük devrimci amaçları yok diyebiliyorsun. Yüzsüzlüğünde bir insaf sınırı olması gerekmez mi?
Perinçek ne için ölüme gitmeyi doğru buluyor? Bu soruya yanıtı şöyle: Ekonominin çökertilmesine karşı tepki gösterip ölüm orucuna başlasalardı, kitlelerin desteğini alabilirlerdi. Amaç direnişe kirli dilini uzatmak olunca, körlük anlaşılır oluyor. Körlüğüne ayrıca değinmeye gerek yok, onu böyle saldırganlaştıran direnişimizin gördüğü kitle desteğidir zaten. Ama madem ki ekonominin çökertilmesine karşı ölüm orucuna gitmek doğrudur ve kitle desteğini alır, kendin niye gitmiyorsun?
Perinçeke söyleyeceğimiz şu: Herşey üzerine konuşmak zorunda değil. Direnişimiz üzerine konuşması ise hiç gerekmiyor. Kirli dilini direnişimize uzatmasın yeter.
Cumhuriyetin Geniş Açıya sahip yazarı Hikmet Bilanın, bu gazetenin 13 Aralık tarihli nüshasında yayınlanan makalesi, burjuva aydının fikir zenginliği ve kavrayış kapasitesini merak edenler için belge niteliğinde bir yazı.
Bu girişten de anlaşılacağı üzere, sözkonusu makale sadece yazarının enginliğini sergilemiyor. Dönemine, döneminin belirli bir tip aydınına da ışık tutuyor.
Sözkonusu yazı sadece bize de tipik gelmiş değil. Etkisinin Cumhuriyet okurlarıyla sınırlı kalmaması gerektiğini düşünmüş olmalı ki, bir TV kanalının haber sunucusu (sağolsun, sayesinde ramaktan döndük) seyircisine aynen sundu yazıyı.
Bunca çaba ve desteğe rağmen yazıyı kaçıranlar için önden hatırlatalım. Yazının beşte dördü alıntıdır. Yazarımız önce üç ayrı haberden örnekler veriyor. Örnekler, iki sütundan ibaret yazının ilk sütununu neredeyse dolduracakken, araya girip haberlere ilişkin yorumunu yapıyor. Yorum örneklerin yarısı kadar bile tutmuyor. Yani, kısa, özlü ve çarpıcı (!) Sonra yine uzunca bir alıntı ikinci sütunun sonlarına kadar dayanıyor. Bilaya üç satırlık yer kalıyor. O da, sırasıyla, 4, 3 ve 2 kelimeden oluşan özlü sözüyle son noktayı koyuyor. Ancak biz bu son noktaya gelmeden, aradaki çarpıcı yoruma dönelim
Bila, alıntıladığı haberlerdeki alkış ve halay olayına kafayı takmış. Ha bire soruyor; Peki, ölüm bu kadar kolay mı olmalı?, Onların yaşamı bu kadar önemsiz mi?, Onların dünyaları bu kadar değersiz mi?, Ölüme alkış tutarak insan hakkı savunulabilir mi?, Bu halay neyin halayı?
Bir zamanlar da bir patron grev halaylarına takmıştı, hatırlarsanız. Bu kadar büyük değer kaybına neden olan bir olayda sevinecek ne bulduklarını soruyordu işçilere. Kendi bulunduğu yerden, kendi sınıfsal çıkarlarından bakan bu kapitalistin, grevi ölümcül bir bela olarak görmesi elbette çok doğal. Tıpkı işçinin düğün-bayram olarak görmesi ne kadar doğalsa. Yani kimin, hangi sınıfın penceresinden baktığına göre değişiyor. Bilanın ölüm halayı da o hesap. Ölüm Orucunun bir intihar girişimi değil, bir mücadele aracı olduğunu, düğün-bayram karşılananın da ölüm değil (sonunda ölüm de olsa) mücadele olduğunu anlamıyor. Çünkü baktığı pencereden bunu görmesi imkansızdır. Önünde oturduğu pencerede cam yoktur, ışık ve ses sızmaz, kör ve sağır bir duvarla örülmüş, özel geliştirilmiş maddelerle izole edilmiştir.
Bir teslimiyet çağının tüm ucube aydınları gibi, Hikmet Bila da, kendi yüreksizliği yüzünden kendi ayağıyla girdiği bu hücrede yalnız başına çürümek istemiyor anlaşılan. Hücrelere hayır diyen herkesi (o herkes binlerce de olsa, kendisi gibi tek başına değil örgütlü bir tavır içinde de olsa) yanına, hücresine çağırıyor.
İnsan hakları savunucularını, yazarları, çizerleri, hukukçuları, hekimleri, yani herkesi karşısına alıyor. Hücrenin tahribatını görmek ve karşı çıkmak için bundan iyi örnek mi olur?
Sokaktaki halayı algılamayan bir beyinin, Ulucanlardaki ölüm halayını algılaması beklenebilir mi?