ARSIVANA SAYFA
 
2 Aralık '00
SAYI: 45
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan
Devrimci tutsaklara kitle desteği, emekçi kitlelere devrimci direniş ruhu
“Öleceğiz ama hücrelere girmeyeceğiz!”
“Zaferi biz kazanacağız!”
“Eylemlerimizi daha da yükseltmeliyiz!”
Ölüm Orucu’nun direniş ruhu miting alanına taşındı
İşçi ve emekçiler olarak devrimci tutsakları hücrelere attırmayacağız!
Devrimci tutsakları öldürtme sahip çık
F tipi cezaevleri kabul edilemez
Kamu bankalarının yağma ve tasfiyesi
TEKEL işçisi eylemde!
TEKEL’in özelleştirilmesine karşı barikat örelim!
“Zafer direnen emekçinin olacak!”
Zindandan mektup var
Sınıf çalışmasının güncel sorunları
Birleşik Metal-İş 15. Genel Kurulu
Sendikal tıkanıklık soyut çağrılarla değil, somut adımlarla aşılabilir
Teslimiyet platformunun samimiyet sınavı
Partili kimliği özümsemeli, partiyle daha üst düzeyde bütünleşmeliyiz
Bölge halklarına karşı saldırı üssü olmayı reddedelim!
Kıbrıs sorununu Kıbrıs halkları çözebilir
Arjantin’de İMF paketine karşı 36 saatlik genel grev
Kavgayı her alanda büyütelim!
Hücrelere geçit vermeyeceğiz!
“Kırılacağız ama bükülmeyeceğiz!”
Ulucanlar’da SAG’dan Ölüm Orucu’na geçiş etkinliği
Haberimiz var!
Mücadele Postası
 



 
  TEKEL uluslararası tekellerin iştahını kabartıyor

TEKEL’in özelleştirilmesine karşı barikat örelim!


TEKEL 2001 yılı içerisinde satılacak KİT’ler arasında. ÖİB ve emperyalist sigara tekellerinin iştahını kabartan TEKEL, en kârlı KİT durumunda. Daha şimdiden özelleştirmenin ön adımı olarak işçi taşıma ve yemekhane hizmetleri taşerona verildi. Taşeronlaşmanın TEKEL işçi ve kamu emekçilerine ilk faturası yemek fiyatlarının fahiş fiyatta artması oldu.


“Zarar eden KİT’ler özelleştirilecek”
demagojisi ve gerçekler

Özelleştirme savunucusu sermaye propagandistleri, özelleştirme saldırısını şirin göstermek hedefiyle bağlantılı olarak, “Özelleştirmeye önce zarar eden KİT’lerden başlanacak” demagojisiyle saldırıyı perdelemeye çalıştılar. Özelleştirme saldırısı noktasında kafa karışıklığı yaratmak, saldırı politikasına belli güçleri yedeklemek için de, “Zarar eden KİT’lerin zararını karşılamak için, işçilerin ve memurların vergi yükü her geçen gün artıyor. Bundan dolayı da sürekli fakirleşiyorlar.” yalanlarına dayalı propaganda kesintisiz sürdürüldü. Bu propagandanın, sermaye iktidarının özelleştirme karşıtı tepkiyi frenlemesinde ciddi bir etkisi olabildi.

Çok geçmeden sermayenin hedefinde kâr eden stratejik önemde KİT kuruluşlarının olduğu ortaya çıktı. Zira sermayenin ihtiyacı yapısal krizini en azından yönetebilmek için ihtiyaç duyduğu yeni kaynaklara ulaşabilmekti. Bu çerçevede sermayeye zarar eden KİT’leri satmak, kapitalizmin “daha çok kâr” üzerine kurulu sömürü düzeninin işleyiş yasalarına aykırıydı. Onun tüm amacı haraç mezat fiyatlarla devasa kârlara sahip olmak üzerine kuruluydu. Özelleştirme saldırısı bu yönelim üzerinde şekillendi. Birbirinin ardısıra, kâr eden ve ciddi bir üretim kapasitesine sahip olan çimento fabrikaları, şeker fabrikaları, TEK, POAŞ işletmeleri, mevcut gayri menkul varlığının altında fiyatlara haraç mezat satıldı. Şimdi yine en kârlı KİT’lere yöneliyorlar. Enerji sektörünü üretimden dağıtıma tümüyle, telekomünikasyon, haberleşme sektörü ve en kârlı KİT olan TEKEL’i özelleştirmeyi hedefliyorlar.


Özelleştirme ve taşeronlaşma saldırısına tepkiler
militanlaşma eğilimi gösteriyor

TEKEL işçileri, özelleştirme ve özelleştirme saldırısının ön adımı olan taşeronlaştırma uygulamalarına karşı duyduğu öfke ve tepkiyi eylemlerle göstermeye başladılar. Büyük çoğunluğu işçi olan 36 bin işçi ve kamu emekçisi, yemek boykotu eylemini 15 gündür sürdürüyor. Her geçen gün daha çok işçi ve kamu emekçisinin destek verdiği eylemler Türkiye geneline yayılmış durumda. “Özelleştirmeye hayır!”, “İşçi-memur elele genel greve!”, “İMF uşağı hükümet istifa!” şiarlarının öne çıktığı kitlesel basın açıklamaları yaygınlaşarak sürüyor. En son 23 Kasım’da 3 bin TEKEL işçisinin katılımıyla İstanbul TEKEL Genel Müdürlüğü’nün önünde taşeronlaşma ve özelleştirmeye karşı protesto eylemi gerçekleştirildi.

İşçi sınıfı sendika bürokratlarının ihanetçi tutumuna rağmen elindeki mevzileri kaybetmemek amacıyla var gücüyle mücadele ediyor. Yer yer Yatağan direnişinde termik santral işçilerinin pratik tutumunda ifadesini bulduğu gibi, sorunların bilincine kendi özdeneyimleriyle vardığı ölçüde, tepkisini militan eylemlerle yansıtabiliyor. İşlerine, geleceklerine kararlılıkla sahip çıkıp, saldırıları püskürtebiliyor. Bu tür direnişler aynı zamanda devrimci öncü müdahaleye uygun bir zemin yaratıyor.

Sendika bürokratları özelleştirme saldırısının
başarısı için kolları sıvadı

Tek Gıda-İş’in bürokratları daha şimdiden TEKEL işçisi ve kamu emekçilerinin yükselen öfkesini dizginleme, beklenti havasını yayma çerçevesinde taktik manevralara yönelmiş durumdalar. “Sakın acele etmeyin, eylemleri çeşitlendireceğiz” diyorlar. Sendika ağalarının çok rahat gürleyebildiğini fakat hiçbir zaman yağmadığını, Türkiye işçi sınıfı kendi özdeneyimiyle öğrendi. Onun da ötesinde, sendika bürokratlarının, işçi ve emekçilerin yaktığı mücadele ateşini söndürmekle görevli, sermayenin itfaiye erleri olduğunu da yaşayarak defalarca gördü, görüyor.

TEKEL işçilerinin ve kamu emekçilerinin protesto niteliğini aşan eylemlere yönelmesi gerektiği yadsınamaz bir gerçekliktir. Bu çerçevede “eylemlerin çeşitlendirilmesi” elbetteki gerekiyor. Ama bunu yapmanın yolu ihanet şebekesinin önderliğine değil, kendi özgücüne, özgücünün ürünü olan örgütlerine güvenmektir.

Ayrıca TEKEL işçileri, sendika ihanet şebekesinin sermayenin özelleştirme saldırısının en büyük destekçisi olduğunu görmek, yaşanan özelleştirme deneyimlerine bu gözle bakmak durumundadır. Yaşamlarıyla, sosyal konumlarıyla, ekonomik durumlarıyla burjuvazinin doğal bir parçası haline gelmiş olan sendika ağalarının, kaderlerini birleştirdikleri burjuvaziye ihanet ederek böylesi zorlu bir mücadeleye önderlik etmelerini beklemek, ham bir hayaldir.

Sendika bürokratlarının ihanette sınır tanımayan tutumları, sendikaların terkedilmesi gibi kimi tepkilere yol açabilmektedir. TEKEL işçileri sendikayı terketme tutumlarına prim vermemeli, kendi öz emek örgütü olan sendikasına sahip çıkmalıdırlar. Terkedilmesi gereken, en azından basınç ve denetim altına alınması gerekenler sendika bürokratlarıdır.


Hak alıcı eylemleri örgütlemenin önemi

TEKEL işçisi özelleştirme saldırısını örgütlü-militan ve birleşik mücadele hattıyla püskürtebilir. Elbetteki yemek boykotunun, kitlesel basın açıklamalarının vb. protesto niteliğindeki eylemlerinin, TEKEL işçileri ve kamu emekçilerinin eylem deneyimi kazanması ve kendi özgüçlerine olan inançlarının artması çerçevesinde anlamı yadsınamaz.

Öte yandan bu tür protesto düzeyini aşamayan eylemlerin kapsamlı bir saldırı niteliği taşıyan özelleştirme politikasını püskürtmekten uzak olduğu da görülmelidir. Bu tür eylemlerin, değil özelleştirme saldırısını püskürtmek, yemekhane ve taşıma hizmetlerinin taşeronlaştırılması saldırısının bile önüne geçemeyeceği açıktır.

Bu bilinç ve netliğe dayanan bir kararlılıkla TEKEL işçileri ve kamu emekçileri kendi kaderlerini ellerine almalı, özelleştirme ve taşeronlaştırmaya karşı, kendi öz iradelerinin ürünü “direniş komiteleri”ni tüm işyerlerinde oluşturmalıdırlar. Ayrıca işyerleri arasında eşgüdümü sağlayacak merkezi “eylem ve grev komiteleri” de işçilerin güven duyduğu, doğal önderler olarak gördüğü temsilcilerden oluşturulmalıdır.

TEKEL işçisinin böylesi örgütlü-militan-birleşik bir duruşu gerçekleştirdiği koşullarda, hiçbir güç onun sırtını yere getiremeyecektir. Sınıfa karşı sınıf zemininde böylesi bir kararlı duruş, sendika bürokratlarının manevra alanlarını elinden alacak, onları direnişin kuyruğunda sürüklenmek zorunda bırakacaktır.





Cumhurbaşkanı Sezer üç kamu bankasının
özelleştirilmesine ilişkin yasayı bu kez onayladı...

“Hukukun üstünlüğü” mü, düzenin sömürü çarklarının “gerekleri” mi?


“Hukukçu” Cumhurbaşkanı Sezer, daha önce Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle reddettiği üç kamu bankasının özelleştirilmesine ilişkin yasayı onayladı. Sezer, yasayı onaylamasına ilişkin yaptığı açıklamada, Anayasa’ya aykırı olan yasayı “ekonomik gerekler”i gözeterek imzaladığını bildirdi. Bu, düzenin en önemli kurumlarından birinin temsilcisinin parola edindiği “hukukun üstünlüğü”, “demokrasi” söylemlerinin boşluğunu tüm açıklığıyla gösterdi.

Hiçbir zaman sınıflar gerçeğinden kopuk bir demokrasi ve hukuk olamaz. Bu gerçekten kopuk bir hukuk ve demokrasi hayalleri, egemen sınıf lehine ezilen sınıf ve kesimlerin silahsızlandırılması amacına hizmet eder. Hukuk; sınıf ilişkileri ve çatışmalarının belli bir dönemdeki dengeleri üzerinden hazırlanmış biçimsel belgelerdir. Sınıf ilişkileri ve çatışmaları hareketli bir süreci ifade eder. Zamanla biçimsel hukuksal metinler gerçek sınıf ilişkilerine dar gelir. İşte o zaman, güne dar gelen bu biçimsel metinler bir yana bırakılır, sınıf çatışmalarının kendi yasaları işler.

Bu ülkede hukukun üstünlüğünden bahsetmek, gerçeklerden bihaber olmaktır. 15 yıllık kirli savaş gerçeği bunun tek başına ispatıdır. Sistematik işkenceler, katliamlar bunun ispatıdır. Bu ülkede sendikalaşmak anayasal bir haktır. Ama sendikalaşan işçiler hemen sokağa atılırlar. Anayasal haklarını kullandıklarını söyleyip dava açsalarda, bu davalardan hiçbir şey çıkmaz. Çünkü sınıf ilişkilerinin gerçek yasaları konuşmaktadır. İşçiler haklarını direnerek kazanmaya çalışırlarsa, bu kez polis copları konuşur, işkencehaneler, zindanlar devreye girer. Tüm bunlar ne münferittir, ne de çeşitli devlet kademelerinden kişilerin bireysel tutumlarıdır. Tüm bunlar, bir avuç asalağın saltanatının devamı için yapılır. Bizzat devlet merkezlerinden planlanarak uygulanır.

Susurluk bu ülkede hukuksuzluğun belgesi olarak sunulur. Ama Susurluk hiç de üç-beş çetecinin işi değildir. Bugün bu gerçek gözler önündedir. CİA tarafından tüm kirli ve kanlı savaşların, operasyonların yöntimi için hazırlanan “Gayri Nizami Savaş Talimnamesi”, tüm bu “hukuk dışı” kirli işlerin belgesidir. Bu belge, kontr-gerilla devletlerinin gerçek yasasıdır.

Sezer, böyle bir devletin cumhurbaşkanıdır. Nasıl ki bu devlet sermayenin sömürü çarklarının dönmesi için kurulmuş bir zor aygıtıysa, Sezer de bu devletin cumhurbaşkanı olarak, yine bu sömürü çarklarının devamı neyi gerektiriyorsa onu yapacaktır. “Hukukun üstünlüğü” üzerine edilen onca lafın ardından “ekonomik gerekler”le hukukun bir yana bırakılması, bu gerçeğin yalın bir ifadesidir.