ARSIVANA SAYFA
 
24 Haziran '00
SAYI: 23
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan...
TİS'ler ve sınıfın sorumluluğu
Tarımda yıkım programı başladı
Tüm çalışanlara işgüvencesi!
TİS sürecinde mücadeleyi yükseltelim!
İşçi sınıfı yasakları çiğneyerek grev hakkını...
Belediyelerde grev hazırlığı
Sistemli ve disiplinli bir çalışmayla başardık
İEP'in derinleşen zaafiyeti
EXSA grevi büyük bir coşkuyla başladı
Adana'da sınıf çalışmasının güncel gerekleri
Yerel sınıf çalışmasında yüklenilmesi gereken halka
Norm kadro yönetmeliği
Hazırlık öğrencileri ve yazokulu süreci
Programda tarım ve köylü sorunu/1
Polis zihniyetli bürokratları başımızdan...
Devrimci tutsaklar onurumuzdur, onurumuzu...
Hücrelere girmeyeceğiz, direneceğiz!
Yaşamın hücreleştirilme sine ve...
ABD politikasının iflası
ABD'nin yeni dış politik açılımlarının arka planı
Opel'de binlerce işçinin iki günlük grevi
Komünist militanlardan parti programı üzerine...
Burjuva basından seçmeler
Mücadele Postası
 
Tüm başlıklar

 
 
Ortadoğu:

Büyüyen mücadele dinamikleri ve
ABD politikasının iflası


Güney Lübnan işgalinin son bulmasını, emperyalizmin Ortadoğu’da icra etmeye çalıştığı “barış süreci”nin ya da “toplu çözüm” senaryosunun topluca iflası olarak nitelemiştik. ABD diplomasisinin son dönemde bölgede inisiyatifi yeniden ele almada karşılaştığı sıkıntılar ve denemeye çalıştığı yeni yöntem, bu iflasın bir ek kanıtını teşkil ediyor.

Washington’un Ortadoğu’da çıkmaza saplanan politikasını yeniden onarmak amacıyla, Madeleine Albright’in bölgede yaptığı ziyaretin ardından Birleşmiş Milletler Örgütü devreye sokulmuş bulunuyor. Oysa Washington bugüne kadar Ortadoğu politikasını icra ve takviye etmede asla aracı misyonuna gerek duymamıştı. ABD’nin Ortadoğu politikası, yıllardan beri, Arafat ve İsrail Başbakanı’nı Beyaz Saray’a davet etmesi ve bir zirvenin düzenlemesi üzerinden sürdürülüyordu. Ancak, bölgede Güney Lübnan işgalinin son bulması ile ortaya çıkan yeni koşullar, bu yolun tıkandığını ve artık işlevsizleştiğini gösterdi. Ortadoğu’daki çelişki yığınının Hafız Esad’ın ölümü ile iyice karmaşıklaşmasının ardından, sürecin sadece Arafat ve Barak ikilisinin üzerinden dizginlenebilecek karakterde olmadığı bir kez daha görüldü.

ABD’nin hakemliğinde sürdürülen Filistin-İsrail ikili ilişkilerinin iyice kötürümleşmiş boyutunu esas olarak Arafat temsil etmektedir. Arafat’ın temsil ettiğı politikanın saygınlığı, otoritesi ve temsiliyet gücü düzenli bir erozyon yaşamaktadır. Yaşanan her gelişme, Filistin Özerk İdaresi’nin Washington’un parmaklarında oynatılan bir kukla olduğunun kanıtına dönüşmektedir. Direnişin yönetiminden emperyalizmin kuklalığına geçişte FKÖ önderliğinin kaydettiği mesafe arttıkça, yaratılmış olan sahte umutlar yıkılmakta, kitlelere dayatılan teslimiyet atmosferinin yerini savaşım istemi almaktadır. Dolayısıyla, emperyalizmin bir kozu sıfatıyla Arafat’a oynatılan rol kitleleri oyalamaktan, yatıştırmaktan çok, onların hoşnutsuzluğunu körüklemekte, savaşım ruhlarını beslemektedir. WyeRiver anlaşması gereğince Filistin Özerk İdaresinin CİA ve MOSSAD’la işbirliği içinde muhalif güçlere ve özellikle de Hamas’a karşı sürdürmeye çalıştığı sindirme politikası, Filistin’de toplumsal hoşnutsuzluğu giderek daha fazla körüklemektedir.

FKÖ ve Arafat’ın bu şekilde işlevsizleşmeleri, kendilerine dayatılan rolü oynamakta zorlanmaları, gerek ABD gerekse de İsrail açısından, ortaya bir muhatap sıkıntısı çıkarıyor. Bir başka ifade ile, öngörülen “barış” senaryosunun uygulamasında başvurulan geleneksel “böl ve yönet” politikası, gelinen aşamada bir handikaba, bir ayak bağına dönüşmüş durumda. Filistin Özerk İdaresi’nin uluslararası platformlarda sırtının sıvazlanması, onurlandırılması ortaya çıkmış olan muhatap ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. FKÖ’nün ve Arafat’ın teslimiyet ruhları ve oynadıkları ihanetçi roller onlarda takat bırakmamıştır. İçinde bulundukları düşkün konum sembolik jestlerle onarılabilecek türden değildir. Dolayısıyla, Washington Arafat’ı onurlandırıp yücelttikçe, umduğunun tam tersi bir süreci beslemiş, kuklasına karşı öfkeyi ve nefreti körüklemiş olmaktadır.

“Barış süreci”nin başlatıldığı dönemden bu yana Ortadoğu’da emperyalist politikanın belirleyici bir dayanağı rolünü gören FKÖ ve Arafat’ın bu şekilde itibarsızlaşması, ABD emperyalizminin politikasının çıkmazını daha da derinleştirmektedir. Güney Lübnan işgalinin son bulması ile birlikte parça parça döküldüğünün artık açığa çıktığı bu politikayı yeniden onarmak için Madeleine Albright acilen bölgeye sevkedildi. Ancak, birçok ülkeyi kapsayan bu ziyaretin ABD’nin hareket alanının epeyce daraldığına yakından tanık olmanın dışında bir işlevi olmadı. ABD diplomasisinin muhatap aldığı rejimlerin ve Filistin Özerk İdaresi’nin denetimlerinden çıkma eğilimi ağır basan gelişmeler karşısında ne kadar çaresiz oldukları anlaşıldı. Sözkonusu barış sürecine engel koyan, ona bayrak açan güçler, bölgenin gerici kukla rejimleri değil. Diğerlerine kıyasla Suriye’nin en onurlu, en ileri düzeydeki örneğini teşkil ettiği bu rejimler, kendilerini en iyi pazarlamanın uğraşısı içindedirler. Bu tür küçük hesaplar gereği Hafız Esad rejimi 1990 yılında Irak’a karşı oluşturulan emperyalist koalisyonun bünyesinde yer almıştı. Emperyalizmin Ortadoğu’daki stratejik hesaplarını bozan, kukla rejimleri nazlanmaya, ayak sürümeye zorlayan, onları itibarsızlaştıran, emekçi kitlelerin direniş ruhları, mücadeleleridir.

Böyle olunca, Washington Ortadoğu’ya müdahalesini yeni bir yaklaşım çerçevesinde gerçekleştirmek zorunda kalıyor. Geleneksel muhatapları olan Ehud Barak, Arafat, Ürdün kralı vb.’lerini Beyaz Saray’a çağırarak bir zirve toplantısı düzenlemek yerine devreye, sanki çok yetkili imiş gibi, Birleşmiş Milletler Örgütü Genel Sekreteri Kofi Annan’ı soktu. Madeleine Albright çıkmazları yerinde keşfettikten sonra, Kofi Annan kapı kapı gezdirilerek muhataplardan özveri ve yardım talep edildi. Washington’un dökülen “barış süreci”ni geleneksel yöntemlerle onarmaya kalkışması durumunda, gerginliğin körüklenebileceği ihtimalinden endişe edilmektedir. Filistin yerleşim alanlarındaki kitlelerde isyana yatkın bir atmosferin hakim olduğu görülüyor. ABD’nin Ortadoğu politikasına ve İsrail’in haydutluğuna karşı muazzam birikim kendisine ifade yolları arıyor, fırsat kolluyor. Ayrıca, Güney Lübnan’da siyonist işgale karşı elde edilen zafer bu eğilime kritik bir dönemde perspektifler açtı, direnişin alternatifsizliğini bir kez daha kanıtladı. Bu koşullarda Washington açısından yapılması gereken en ivedi şey, genel bir alevlenmenin fırsatını yaratmamak, dolayısıyla küstahlığını maskelemek olmaktadır.

Onun için Birleşmiş Milletler Örgütü’ne sarılmaktan başka bir çare kalmadı ve Kofi Annan gerilimi yatıştırmakla görevlendirildi. Bu bağlamda, Kofi Annan’ın Ortadoğu ziyaretinin en önemli duraklarından birisinin Tahran olması ve İran yöneticilerine somut taleplerde bulunması son derece anlamlıdır. İran’ın bölgedeki ve özellikle de Lübnan’daki Hizbullah hareketi üzerindeki etkinliğinin canalıcı önemi bilinmektedir. Hizbullah hareketinin manevi tapınağı ve başlıca maddi destekçisi baştan beri hep Tahran rejimi olmuştur. Buna rağmen Ortadoğu sorunu konusunda bugüne kadar İran rejimi hep dıştalanmış, dahası terörizmin destekleyicisi sıfatıyla anılarak sistematik bir biçimde azarlanmıştır. ABD emperyalizminin saptadığı ve yıllardan beri dayattığı bu tavır, geçenlerde, herhangi bir seremoniye ihtiyaç duyulmadan, terkedildi. Kofi Annan Ortadoğu sorununda İran yöneticilerini açıktan yardıma çağırdı, Hizbullah hareketinin Güney

Lübnan’da sorumlu davranması için ona baskı yapmalarını rica etti.
İran’a ilişkin bu tavır değişikliğinin Kofi Annan’ın bir inisiyatifi olmadığı, doğrudan ABD tarafından kararlaştırıldığı açıktır. Washington’un bu gevşemesini Tahran’daki klikler arası savaş ile ilişkilendirmek, liberal akıma verilen bir destek jesti olarak tanımlamak mümkündür. Sorunun böyle bir boyutu olmasına karşın, asıl amacı ABD politikasının Ortadoğu konusunda saplandığı çıkmaza dayanıyor. Zira, ABD’nin politikasını bölgede çıkmaza sokan direniş dinamiklerinin esas ve belirleyici gücünü Hizbullah ve Hamas gibi dinsel gerici akımlar oluşturmaktadır. ABD ve İsrail’in bir zamanlar, ilerici-devrimci güçlere karşı nesnel müttefikler olarak diye destekledikleri bu akımlara, gelinen aşamada, cepheden savaş açmak ve saldırmak, barut fıçısını ateşlemeye benziyor. Böyle bir seçeneği göze alamayan ABD, bu kez İran’a taviz vererek, onu terörist devletler listesinden çıkararak, sözkonusu akımlar üzerinden bölgedeki direniş odaklarını terbiye etmeyi, ezmeyi hesaplamaktadır.

Kısacası, dolaylı bir biçimde değindiğimiz birçok faktörün yanısıra, İsrail’in son günlerde yüzyüze kaldığı sıkıntılar, hükümet krizi, Washington’un nihayet Tahran mollalarının eteklerine yapışmak zorunda kalması vb., emperyalizmin Ortadoğu sorunu konusunda yaşadığı çaresizliğin ve çıkmazın ölçeğini gösteriyor. ABD emperyalizminin bu çaresizliği, aynı zamanda bölgedeki direniş ve mücadele dinamiklerinin güçlülüğünün işaretidir.