ARSIVANA SAYFA
 
24 Haziran '00
SAYI: 23
İçindekiler
Kızıl Bayrak'tan...
TİS'ler ve sınıfın sorumluluğu
Tarımda yıkım programı başladı
Tüm çalışanlara işgüvencesi!
TİS sürecinde mücadeleyi yükseltelim!
İşçi sınıfı yasakları çiğneyerek grev hakkını...
Belediyelerde grev hazırlığı
Sistemli ve disiplinli bir çalışmayla başardık
İEP'in derinleşen zaafiyeti
EXSA grevi büyük bir coşkuyla başladı
Adana'da sınıf çalışmasının güncel gerekleri
Yerel sınıf çalışmasında yüklenilmesi gereken halka
Norm kadro yönetmeliği
Hazırlık öğrencileri ve yazokulu süreci
Programda tarım ve köylü sorunu/1
Polis zihniyetli bürokratları başımızdan...
Devrimci tutsaklar onurumuzdur, onurumuzu...
Hücrelere girmeyeceğiz, direneceğiz!
Yaşamın hücreleştirilme sine ve...
ABD politikasının iflası
ABD'nin yeni dış politik açılımlarının arka planı
Opel'de binlerce işçinin iki günlük grevi
Komünist militanlardan parti programı üzerine...
Burjuva basından seçmeler
Mücadele Postası
 
Tüm başlıklar

 
 
Çete devleti kendini raporlarla aklamayı başaramayacak!


İşkencenin kitabını yazan TBMM İnsan Hakları Komisyonu şimdi de işkencecilerin cezalandırılması için düğmeye bastı.” (Hürriyet, 30 Mayıs ‘00)

TBMM İnsan Hakları Komisyon Başkanı olan DSP’li milletvekili Sema Pişkinsüt, devletin Avrupa’daki “kötü imajı”nı silmek için bir süredir çalışmalar yürütüyor. Açıktır ki bu çabalar Sema Pişkinsüt’ün iyi niyetli biri olmasından kaynaklanmıyor. Bir taraftan karakollarda yapılan ve artık gizlenemez hale gelen işkenceler ortaya çıkarılırken; öte yandan, gözaltında, işkencede katledilen, kaybedilen, Süleyman Yeter, Hasan Ocak, Düzgün Tekin ve yüzlercesinin hesabının üzerine sünger çekmek için zemin hazırlanıyor. Bunlar için açılan davalar bir türlü sonuçlandırılmıyor, her davanın ardından ise davayı sahiplenenlerden onlarcası gözaltına alınıyor. İşkenceci polislere verilen güdük cezaların mahkemeleri yıllarca sürüyor. Gazi davasının Gazi’de katledilenleri suçlu çıkartırcasına karara bağlanmış olması da, sermaye devletinin asıl niyetini gözler önüne seriyor. Devletin yargıçları, halk isyan etmiş, polisi kışkırtmış, polis de görevini yapmış demek pervasızlığını gösterebiliyorlar.

26 Eylül Ulucanlar katliamı da, geçmişte yapılanlar gibi planlı, hesaplı gerçekleştirilen bir katliamdır. Devlet, tüm çabalarına karşın, katliamının üstünü örtmeyi başaramamıştır. Katliamın video bandı görüntüleri, otopside çekilen fotoğraflar, devrimci tutsaklara nasıl hayvanca saldırdıklarını bir bir kanıtlıyor.

Sema Pişkinsüt’ün, bu ülkede işkencenin sistemleştiği ve kurumlaştığından, onyıllardır adli ve siyasi onbinlerce insanın, hatta çocukların işkence tezgahlarından geçirildiğinden, cinayet ve katliamların bir devlet politikası olduğundan habersiz olmasının mümkün olamayacağı yeterince açık. Ama o, Küçükköy karakolunda bulunan Filistin askısıyla ilk defa karşılaşıyormuş gibi, birden bire işkencecilere karşı mücadele veren bir “insan hakları savunucusu” olarak karşımıza çıkıyor. Neden acaba? TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun çalışmalarının, Türkiye’de demokratikleşme demagojilerinin yapıldığı, Hizbullah operasyonlarıyla “faili meçhul”lerin sözde açığa çıkarıldığı bir döneme denk getirilmesi bir rastlantı mıdır?

Milletvekillerinden generallerine, valilerden bakanlarına kadar tüm sermaye uşakları gerçekleşen tüm katliam ve cinayetlerin sorumlularıdırlar. Türkiye’de CİA ve MOSSAD işbirliği ile her türlü kirli ve karanlık işler tezgahlamakta ve uygulamaktadır. Tekelci sermayenin ve emperyalistlerin çıkarlarını korumak için bu insanlık dışı yöntemlere mahkumdurlar.

TBMM raporu ile ortaya yeni bir sis bombası daha atılmıştır. Bu sis bombasını, bazı Kürt çevreleri, sosyal demokrat aydın ve yazar kesimi, devletin demokratikleşme adımları olarak değerlendirip, olumlu yaklaşılması gerektiğini, destekleyeceklerini söylüyorlar.

Burjuva medya da ısrarla işkencecileri kişilikleri bozuk, psikolojik sorunları olan, sadist insanlar olarak göstermeye çalışıyor. Tıpkı devlet-çete-mafya ilişkilerinde, özelleştirme ihalelerine mafyanın karışması olaylarında, bunların devletin içine sızmış insanlar olarak gösterilmeleri gibi...

İşkence, “faili meçhul” cinayet ve katliamlar, çürüyen düzenin çeteleşen devletinin sistematik bir politikası ve uygulamasıdır. Sadece Türkiye’de değil, dünya ölçüsünde uygulanmaktadır.

Aradan 20 yıl geçmesine rağmen, 12 Eylül zindanlarındaki işkenceler de hala hafızalardadır. Ama bunu gerçekleştirenler anayasa ile koruma altındadırlar. Haklarında hiçbir soruşturma açılamamaktadır. TBMM İnsan Hakları Komisyonu 12 Eylül katillerinden de hesap sorabiliyorlar mı acaba? Açıktır ki, bugün gündeme getirilen işkence dosyaları da meclis arşivlerindeki tozlu raflarda kalacak ve unutulacaktır.

İnsanlık dışı işkencelerin, tüm kirli ve karanlık cinayetlerin hesabını sorabilecek tek güç işçiler ve emekçilerdir, sözde insan hakları komisyonları değil.

TKİP Programı’nın Türkiye Devrimi bölümünde (Toplumsal sorunlar alanında başlıklı alt bölümün 8. maddesi) “proleter adalet” sistemi ortaya konulur. Komünistlerin insan onurunu koruma ve savunma tutumu, her alanda olduğu gibi bu alanda da, en doğru uygulamayı hayata geçirmeyi güvence altına almaktadır.
İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!

Komünist bir işçi




Devrimci tutsaklar onurumuzdur!
Onurumuzu çiğnetmeyeceğiz!


Ecevit liderliğindeki faşist karma hükümetin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün ilk açıklamalarından biri, 2000 Mayıs’ına kadar Hücre (onlar F tipi, oda, vb. diyorlar) saldırılarına geçecekleri yönünde oldu. Saldırı açıklamasının, devrimci tutsakların düşmana diz çöktürdüğü ‘96 SAG-ÖO’nun yıldönümünde yapılması dikkate değer.

‘96 yılında Eskişehir tabutluğunun açılması üzerine devrimci tutsaklar tereddütsüzce direnişe geçtiler. 12 yiğit devrimci zafer yolunda ölümsüzleşti. Her biri hücreleri paramparça eden birer bomba oldular. Zafer bedellerle kazanıldı, düşmana diz çöktürüldü.

Sermaye’nin saldırı boyutunun sadece devrimci tutsaklarla sınırlı olmadığını biliyoruz. İçerde işçi sınıfının öncülerini katleden devlet, dışarda işçi-emekçileri katletmeye çalışmaktadır. Bunu sefalet ücretleri, mezarda emeklilik gibi birçok uygulamaları yaşayarak görüyoruz. İşin nihayetinde hedef alınan sadece devrimci tutsaklar değildir. Hedef alınan işçi ve emekçilerse, bunu işçi-emekçiler cephesinden nasıl karşılayacağız.

Zindanlar sınıflar mücadelesinin çıplak bir biçimde sürdüğü alanlardır. Ama tartışmaya yer bırakmayan bir gerçek var ki, gerçek mücadele alanı dışarısıdır. Fabrikalar, grev ve direniş çadırları, alanlardır. Burada kazanılacak her zafer aynı zamanda içerinin de zaferidir. Bu aşamada işçi-emekçilerin eylemliliklerinde talep ve sloganlarında “Hücreleri yıkacağız, zindanlar yıkılsın, tutsaklara özgürlük, yaşamın hücreleştirilmesine izin vermeyeceğiz!” vb.’leri eklememiz ve sahip çıkmamız, son derece anlamlı bir destektir içeriye.

Her savaşta böyledir; herkes kendi cephesinde dövüşür, ama diğer cepheler de organize ve destek içinde kazanılır. Bu şekilde birleşerek döşenecektir zaferin yolu. Bu şekilde hücreleri yıkacağız. Azgınca gelen topyekûn saldırıyı topyekûn bir şekilde püskürteceğiz. Ve bu şekilde dövüşerek devrim mücadelesini yükselteceğiz. Bizler de kendi üzerimize düşen her türlü görev ve sorumluluğumuzu yerine getireceğiz. Tüm işçi-emekçileri hücreleri yıkmak için örgütlü militan mücadeleyi yükseltmeye çağırıyoruz.
Yaşamın hücreleştirilmesine izin verme!
Devrimci tutsaklar onurumuzdur!
Onurumuzu çiğnetmeyeceğiz!

Bir grup devrimci tekstil işçisi/Gaziemir-İzmir





Bayrampaşa Cezaevi’nde
bir kez daha rant kavgası...


Cezaevleri yıllardır çetelerin rant çatışmalarına sahne oluyor. 16 Haziran günü Bayrampaşa Cezaevi’nde bu çatışmalardan birisi daha yaşandı. Alaattin Çakıcı ve Sedat Peker’in adamları arasında yaşanan silahlı çatışmada 2 kişi öldü, 2’si gardiyan 8 kişi de yaralandı.

Devletin, tutukluların “güvenliğini” sağlamak için aldığı sözde önlemlere rağmen silahlı çatışmaların yaşanması, bu önlemlerin kimlere karşı alındığını da açıkça gösteriyor. Cezaevlerinde alınan önlemlerin gerçekte yalnızca devrimci siyasi tutsaklara yönelik olduğu son çatışmayla bir kez daha gözler önüne serildi.

Her türlü lükse sahip olan mafya ve çetecilerin koşullarıyla, siyasi tutsak ve diğer adli tutukluların yaşadığı koşullar karşılaştırılamayacak kadar farklı. Kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyen cezaevi idaresi, mafyacılarla yaptığı pis işlerden aldığı rant karşılığı onlara her türlü kolaylığı sağlarken, sözkonusu siyasi tutsaklar olunca, onları katletmek için her türlü yolu deneyebiliyor. Bir tarafta haraç, uyuşturucu, silah kaçakçılığı gibi birçok kirli iş birçok idare denetiminde yürürken, diğer tarafta en zaruri ihtiyaçlar bile uzun süreli direnişlerle kazanılıyor.

Ortada trilyonların döndüğü kirli işlerde çoğu zaman çıkarlar çatışıyor. Rant hesaplaşmalarıyla cezaevleri, ölüm evleri haline geliyor. Kendisini bu hesaplaşmaların dışında gibi gösteren idare ise, bunu da devrimci tutsaklara saldırmak için zemin olarak kullanıyor. Geçen yıl Eylül ayında yine Bayrampaşa’da yaşanan çıkar çatışmasından sadece 7 gün sonra Ulucanlar katilamının yaşanması, bunun bariz bir örneğidir. “Cezaevlerinde tutukluların can güvenliği yok, buralarda hakim olamıyoruz.. vb.” diyerek hücreleri tek çare olarak gösteriyor. Bu hesaplaşmaları yeni katliamların gerekçesi olarak kullanıyor.

Cezaevlerinde yaşanan çete çatışmalarının devrimci tutsaklara karşı kullanılmasının önüne geçmek, yeni katliamlara izin vermemek, bugün sır gibi saklanan ve açılışları yakın zamanda yapılacak olan hücrelere karşı çıkmaktan geçiyor. Devletin yeni katliamlarına bugünden karşı koymalı ve bu saldırıyı püskürtmek için kenetlenmeliyiz.





Hollanda parlamentosu önünde
hücre karşıtı eylem


21 Haziran’da Den Haag’da, parlamentonun önünde, Türk devletinin politik tutsaklara yönelik hücre saldırısını protesto eylemi gerçekleştirdik. Eylemde F tipi uygulamasının ne anlama geldiğini açıklayan bildiriler dağıtıldı. F tipi karşıtı pankartlar açıldı. Kısa süre içinde hazırlanmasına rağmen geniş ilgi çeken bir “acemi” tiyatro grubu, Türk devletinin politik tutsaklara yönelik saldırısını ve uygulamasını canlandırdı. F tipi ile ilgili Hollandaca ve Türkçe yapılan konuşmaların ardından eylem sona erdi.

BİR-KAR/Hollanda