- Kızıl Bayrak'tan
- Sınıf hareketinin güncel sorunları
- İşsizlik sigortası
- İMF memuru hükümet
- KESK
- Kamu emekçilerine ek zam
- "Norm Kadro Yönetmeliği"
- Enerji emekçileri iş bıraktı
- Sermaye medyası
- SASA grevi MHP'li...
- İEP 2. Temsilciler Kurulu
- İEP toplantısında yapılan konuşmalar
- İEP -sonuç ve kararlar-
- "Umut" operasyonu
- Tarıma dönük yıkım saldırısı
- Avrupa Ordusu
- F- Tipi cezaevlerine karşı
- İşkenceci devleti aklama operasyonu
- "Yeni Gündem"
- Bogaziçi Üniversitesi...
- Siyonizmin Lübnan yenilğisi
- Komünist militanlardan
- Nazım Hikmet
- Devrimin şairi
- Umut...
- Ülkeyi emekçiler için cehenneme



 
 
Siyonizmin Güney Lübnan yenilgisi:

Emperyalist “barış süreci”nin iflası


Siyonizme karşı kazanılan zafer
Güney Lübnan’da işgalci İsrail ordusu ve onun maşası Güney Lübnan Ordusu’nun uğradığı yenilginin yankıları devam ediyor. Lübnan ve Filistin halkları siyonist yayılmacılığa karşı ağır bedeller ödenerek elde edilmiş olan bu zaferi kutlarlarken, emperyalist güçler ve İsrail Ortadoğu politikalarının önünü açmak için yeni taktikler belirlemeye çalışıyorlar. Diğer taraftan, Filistin özerk idaresi de, oluşan bu yeni ortam ve koşullara ayak uydurmanın güçlükleri ile başbaşa kalmış bulunuyor. Çünkü, uzun yıllardır teslimiyetin, çöküşün ve tasfiyeciliğin egemen kılındığı Ortadoğu’da işgalci-ilhakçı güçlere karşı kazanılmış olan bu zafer, bölgede yeni bir atmosferin doğmasına, yeni bir mücadele dinamiğinin oluşmasına yol açtı. Dolayısıyla, ‘90’lı yılların başında FKÖ-İsrail antlaşması ile devreye konan ve o günden bu yana değişik inisiyatifler aracılığıyla sürekli takviye edilen “çözüm süreci” toplu bir tıkanma yaşıyor.

Siyonizmin Lübnan yenilgisinin anlamı
Lübnan’da 22 yıl boyunca sürdürülmüş kararlı ve sabırlı direnişin bir ürünü olarak elde edilmiş olan bu zaferin muhtevası, salt İsrail ordusunun ülkenin güneyindeki tampon bölgeden kovulması ile sınırlı değildir. Eğer öyle olmuş olsaydı, işgalin son bulmasıyla birlikte Lübnan dosyası kapanmış olacaktı. Milliyet gazetesi dahi “İsrail ne yapacağını bilemez konumda” diyerek gelişmeleri aktarırken, Özgür Politika yazarları sorunu, “Lübnan’da iflas eden koruculuktur” düzeyine indirgeyerek irdelemeye çalışıyor. Oysa, Lübnan işgali başlangıçtan beri Ortadoğu sorununun organik bir parçasını oluşturdu ve bu karakterini korumaya devam ediyor. Çünkü, Ortadoğu’da onyıllardan beri birbiriyle örtüşen, çakışan ve hatta birbirini tamamlayan iki strateji güdülmektedir. Birincisi İsrail’in yayılmacı politikası, ikincisi ise emperyalizmin egemenliğini pekiştirme çabalarıdır. Bu iki arayış kendini bir bütünlük içinde ifade etmektedir. İsrail’in politikasını ve emperyalist güçlerin hesaplarını birbirinden ayırmak güçtür. Bu nedenle, Lübnan’da yaşanan hezimet konjonktürel bir kriz değil, emperyalizmin ileri karakolu İsrail’in çıkarlarına ve egemenliğine endeksli toplu “çözüm” senaryosunun bozguna uğramış olmasıdır. Zira, Oslo Antlaşması ile Filistin sorunu üzerinden icrasına başlanan bu senaryo, özünde, bölgenin sayısız karmaşık sorunlarını birbirinden ayrıştırarak tek tek çözümlemeyi hedefliyordu.

Bu nedenle, Güney Lübnan işgalinin son bulması, ancak bu bütünün bir uzantısı, onun ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirildiğinde esas anlamını bulabilir. İsrail’in 22 yıllık bir ısrardan sonra Lübnan’da askeri bozguna uğraması, onun yayılmacı, ilhakçı politikasının bozguna uğraması demektir. İsrail hükümetinin geri çekilmeyi önden ilan etmiş olması, sonucu değiştirmemektedir. Zira sorunun sıradan bir sınır ötesi sataşma olmadığı açıktır. Başka bir ifade ile, FKÖ’nün diz çöküşü eşliğinde Ortadoğu’da başlatılan sözde barış sürecinin açıktan can çekişmeye başlamış olması, ne Lübnan, ne Filistin, ne de bir başkasının bölge genelinden soyutlanabilir tekil meselesidir.

Filistin sorununda emperyalist çözümün akıbeti
İsrail’in Lübnan’daki çıkmazını ağırlaştıran faktörlerden birisi, hatta esası Filistin sorunu konusunda yaşadığı tıkanıklıktır. FKÖ ile İsrail’in pazarlık masasında buluşmaları ve bu buluşma üzerinden yürütülen aldatıcı kampanya Ortadoğu halkları üzerinde derin etkiler yaratmıştı. FKÖ’nün önderi Yaser Arafat, başta Beyaz Saray olmak üzere, emperyalist metropollerin başkentlerinde bir devlet başkanı gibi karşılanmaya başlandığında, Filistin davasının ve ona bağlı olarak genelde Ortadoğu sorununun kalıcı bir çözüme kavuşma sürecine girdiği sanıldı. Emperyalist çözüm formülü etrafında direniş odaklarını köreltmek amacıyla bir umut dinamiği oluşturulmaya çalışıldı. Ne de olsa, onyıllar boyu terörist örgüt muamelesi görmüş, İsrail’in yanısıra emperyalist güçlerin ve gerici Arap rejimlerinin ortaklaşa saldırdıkları FKÖ, bundan böyle pazarlık masasında görünürde saygın bir taraf olma konumu kazanmıştı. Bu sansasyonel ve medyatik mizansen, başta Filistin kurtuluş hareketi olmak üzere Ortadoğu’daki tüm direniş odakları üzerinde son derece olumsuz etkiler yarattı, toplu bir tasfiye sürecinin başlangıcına dönüştü. Filistin halkına taviz veriliyormuş intibası yaratılarak bölgedeki tüm devrimci, direnişçi dinamikler dinamitlenmeye çalışıldı.

Eğer bu dökülme yaşanmış bir yenilginin ürünü olsaydı, sonuçlarını farklı değerlendirmek ve yaşanan süreci yenilginin faturası olarak anlayışla karşılamak mümkün olurdu. Çünkü, Filistin direniş hareketi yalnızca İsrail’in saldırılarına hedef olmamış, tüm emperyalist güçleri de karşısında bulmuş, yanısıra gerici Arap rejimlerinin sistematik ihanetlerinin hedefi haline gelmişti. Oysa, emperyalizmin dayattığı çözüm formülü, FKÖ’nün başını çektiği toplu teslimiyetin, ihanetin ve diz çöküşün bir karşılığı olarak gündeme geldi. Devrimci direnişin yerini utanç verici bir teslimiyetin ve işbirliğinin alması doğal sonuçlarına dayanmakta gecikmedi. Dün direnişin başını çeken önderler, bugün kendilerine teslim edilen bölgelerde ve Arafat’ın önderliğinde, bir hırsız hükümeti oluşturdular. Filistin halkı ile özerk idare arasındaki gergin ilişkiler, Hamas’ın sürekli güçlenmesi bunun en somut kanıtıdır. Ömrünü mücadele alanlarında, cezaevlerinde, sürgünlerde tüketmiş olan Filistin halkının, önderliğin gerilla kamplarından lüks turistik tesislerin işletmesine, kumarhanelerin idaresine geçmesine uzun süre tahammül göstermesi mümkün değildi.

“Barış süreci”ne ilişkin yayılan sahte umutlar çöktü
Böylece, Oslo süreci ile bölge halklarına, özellikle de Filistinlilere dayatılan oyalama süreci tıkanmış, yaratılan sahte umutlar çökmüş bulunuyor. Çünkü, aradan geçen süreçte, sözkonusu çözüm formülünün, Filistin halkının en temel haklarının tanınması yerine, İsrail’in yayılmacı, ilhakçı politikasını meşrulaştırdığı ve teminat altına aldığı ortaya çıktı. Kitleler emperyalizmin icazeti ile yaratılan Filistin özerk idaresinin esas karakterini de görmeye başladılar. Dahası, Filistinli emekçiler öfkelerini Hamas gibi örgütlerin potasına akıtarak, Arafat yönetimine karşı ayrı bir mücadele cephesi açmak zorunda kaldılar. Bu nedenle, Arafat’ın polis teşkilatının temel misyonu, kitle hareketini bastırmaya, baştan aşağı çürük olan özel idare kurumlarının güvenliğini sağlamaya dönüştü. Filistin-İsrail ilişkileri üzerinden somut bir biçimde kanıtlanan bu aldatmaca yalnızca Filistin emekçilerinin, özellikle de gençlerinin beslediği umutları suya düşürmekle sınırlı kalmadı. Bu fiyasko, bölgedeki değişik direniş ve mücadele odaklarının yeniden canlanmasını kolaylaştırdı ve hızlandırdı.

İsrail’in bölgedeki çıkmazı iç politikada da krize yolaçıyor
İsrail’in iç politikasında son yıllarda görülen tıkanıklıklar ve yaşanan krizler de bunun bir sonucudur. Oslo’da başlatılan sürecin öngörülen tempo ile uygulanmasının imkansızlığının anlaşılmasıyla birlikte, İsrail’de iç politik sorunların ve çelişkilerin ölçeği artmaya başladı. İsrail halkının Güney Lübnan’dan geri çekilme talebi, sürekli savaş atmosferine karşı biriken tepkisi, hükümetin yayılmacı ve saldırgan politikası ile açıktan çelişir bir düzeye ulaştı. Egemen sınıfların bir bölümü, özellikle Kolonlar ve Sefarad (Kuzey Afrika kökenli yahudiler) kökenli kesim saldırgan politikaya ağırlık vermek isterken, Aşkenaz (Doğu Avrupa kökenli yahudiler) kültüründen gelen kesim yeni iktisadi ufukların açılmasına, tecritten çıkmaya hizmet edecek uzlaşmalara girmeyi tercih eder bir konuma geldi. Koalisyon ortaklarının birbirlerine düşmeleri, sonucu değiştirmeyen erken seçim sonuçları ve Netanyahu hükümetinin saldırganlığı, adım adım çıkmaza girildiğinin işaretleri oldu. Nihayet İşçi Partisi önderliğinde ve Ehud Barak başkanlığında bir atılımda bulunmak için varılan mutabakat da aynı çelişkileri barındırıyor. İsrail ordusunun en yüksek rütbeli generali Ehud Barak, bir yandan askeri kariyeriyle toplumun en gerici kesimlerine güven vermeye, öte yandan İşçi Partisi etiketiyle de ülke içinde ve dışında itibar kazanmaya çalışıyor.

Ortadoğu’daki güncel gelişmeler bütünlüğü içerisinde kavranabilir
Kilitlenen ve dolayısıyla mücadelenin yeniden canlanmasını teşvik eden sürecin bir ürünü olarak Filistin halkı yeniden ayaklanmış durumda. İsrail ordusu 22 yıldır işgal altında tuttuğu Güney Lübnan’dan adeta kaçarak çekildi. İsrail’in beşinci kolu konumundaki Güney Lübnan Ordusu’nun milisleri çil yavruları gibi dağıldılar. Kimleri ailelerini alarak İsrail’e sığınmaya çalışırken, çoğu da silahlarıyla birlikte teslim oldu. Terkedilen bölgeye Lübnan ordusunun ya da BM gücünün girmesine fırsat verilmeden, Hizbullah gerillaları kontrolü ele geçirdiler. BM gücü Finul’u kalkan edinerek bölgeye yeniden yerleşmek niyetinde olan emperyalist güçler, gelişmelerin hızlanması sonucu şimdilik fırsatı kaçırmış bulunuyorlar, sürecin neresine müdahale edeceklerini bilemez konumdalar.

Güney Lübnan’ın işgalinin son bulması üzerinden yaşanan gelişmeler bir kez daha gösteriyor ki, Ortadoğu sorunu birbirlerinden ayrıştırılamaz boyutlardan oluşuyor. Güncel gelişmeler ancak bu tablonun birer parçası olarak ve organik ilişkileriyle birlikte değerlendirildiklerinde, gerçek anlamı görülebiliyor. Ortadoğu’da her taşın altında emperyalizmin parmağının olduğunu kanıtlamak gereksizdir. Doğal enerji kaynaklarına sahip ve stratejik açıdan dünyada eşine az rastlanır bir önemi olan Ortadoğu’da, emperyalizmin stratejik politikasının özünü “böl ve yönet” oluşturuyor. Emperyalist güçler bu politikayı belli bir aşamaya kadar bölgeye doğrudan yerleşerek, müdahale ederek icra ettiler. Ancak, bölge halklarının mücadelesi emperyalist güçlerin doğrudan müdahalesini ve fiziki mevzilenmelerini tehlikeye düşürdü, Lübnan’da olduğu gibi yer yer imkansızlaştırdı. Bu nedenle, aynı politikanın bu kez aracılar aracılığıyla, ileri karakollar vasıtasıyla icrasına başvurulmak zorunda kalındı. Sorun bu bağlamda ele alındığında, İsrail’in politikasının özü ve ona emperyalist güçler tarafından verilen koşulsuz desteğin gerçek nedenleri kolayca anlaşılır. Bu rolü bölgede sayısız gerici rejim de, olanakları ve belirlenen sınırlar çerçevesinde, oynamaya çalışmaktadır. Ama sıralamanın başında İsrail’in yer aldığı tartışmasızdır.

Ortadoğu “barış süreci”nin arka planı
Emperyalizmin bölgede saptadığı bu misyonu İsrail tarihi boyunca salt şiddet politikasına dayanarak, direniş hareketlerine ve gerici Arap rejimlerine saldırarak yerine getirdi. Ancak saldırı politikasının yerel süreçleri kontrol etmenin kalıcı bir aracı olamayacağı zamanla ortaya çıktı. Çünkü, bir taraftan İsrail kendisini bölgesel bir güç olarak kanıtlayıp, konumunu sağlamlaştırırken, öte yandan özellikle iktisadi ilişkiler bakımından tecrit edilmiş bir konumda buldu. Genelde bölgede İsrail’e karşı ortak bir cephenin zımni oluşumu, herşeye rağmen direniş dinamiklerinin canlılıklarını koruması, salt şiddet politikasının sınırlarını ortaya koydu. Birçok Arap rejiminin el altından İsrail’le geliştirdikleri ilişkiler de genel yapıyı bozacak bir düzey kazanmadı.

İsrail’in içinde bulunduğu ablukanın kırılması, dolayısıyla emperyalizmin Ortadoğu politikasına yeni bir nefes aldırtma ihtiyacı ‘90’lı yılların başına, yani Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası sürece denk düşer. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının genelde kitleler, özellikle de devrimci dinamikler üzerinde yarattığı etki, İsrail ve onun destekçilerine elverişli koşullarda uzlaşma yapma fırsatı tanıdı. Ayrıca, bölgedeki birçok direniş hareketinin ilham kaynağı ve destekçisi olan İran devriminin İran-Irak savaşının ardından dinamiğini kaybetmiş olması da, bu süreç için ek ama önemli bir faktör oluşturdu. Dolayısıyla. İsrail-FKÖ ilişkilerinin bu dönemde değişmesi tesadüf değildir. Nihai amaç, yıllar boyu zorla kazanılmış mevzileri pazarlık masasında meşrulaştırmak ve kalıcı kılmaktır. Oslo’da başlatılan sürecin arka planı böyle bir perspektife sahiptir. Bu düzeyde de İsrail’in çıkarları ile emperyalizmin Ortadoğu politikasının gerekleri örtüşmektedir. Ortadoğu üzerinde yapılan bu hesaplara ve atılan adımlara paralel olarak, ABD, İsrail ve Türkiye arasında oluşturulan askeri stratejik ittifak, bölgede nasıl bütünlüklü bir senaryonun uygulanmak istendiğini ayrıca göstermektedir.

Emperyalist güçler ile İsrail’in ortaklaşa belirledikleri Ortadoğu politikası bölgede ilkin ciddi pürüzlere yol açmadan Filistin sorunu üzerinden uygulanmaya konmaya başlandı. Böylece, pazarlık ve uzlaşma dinamiğinin açtığı yolda en ciddi sorunların, örneğin Suriye-İsrail ve Lübnan sorunlarının tek tek ve ardarda aynı yöntemle sonuçlandırılacağı umuldu. Başka bir ifadeyle, “böl ve yönet” politikasına “böl ve çöz” yöntemi eşlik etti. Çünkü, pazarlık masasında tarafların topluca (Filistin, Suriye, Lübnan, vb.) muhatap alınmalarının direnmeyi cesaretlendireceğinden, kamçılayacağından korkuldu. Ama Lübnan’dan geri çekilmenin Suriye ile bir anlaşmaya endekslenmesinden de geri durulmadı.

Emperyalist-siyonist “barış”ın iflası
Ancak, masa başında yapılan hesaplar, çizilen krokiler bölgenin keskin çelişkileri karşısında tuz buz olmaktan ve zamanla ıskartaya çıkmaktan kurtulamadı. Emperyalist güçlerin birbirlerinden soyutlayarak çözüm masasına yatırmak istedikleri sorunlar arasındaki organik bağlar kendisini ortaya koymakta gecikmedi. Ortadoğu’yu karakterize eden uzlaşmaz çelişkilerin varlığına son dönemde direniş dinamiklerinin yeniden canlanması eşlik etti. Suriye yönetimi kendisine dayatılan koşullara sabırla direnmesini, gizli sürdürülen görüşmeleri sürüncemeye sokmasını bildi. Zira Şam yöneticileri kendilerine karşı Golan konusunda bir koz olarak kullanılmaya çalışılan Lübnan işgalinin İsrail için bir ateşten gömleğe dönüştüğü herkesten iyi biliyor ve görüyorlardı.

Ayrıca, Lübnan’da işgale direnen güçler kitlelerin yoğun ve aktif desteğini görmeye devam etti. Uluslararası düzeydeki gelişmeler ve emperyalizmin Ortadoğu’da uygulamak istediği çözüm planı, yerlerinden yurtlarından kovulmuş kitleler için fazla bir anlam taşımıyor, dahası onları pek ilgilendirmiyordu. Onlar için en somut, en ivedi ve hiçbir yönü ile pazarlık konusu edilemeyecek olan talep, evlerine ve topraklarına bir an önce geri dönmekti. Bunun için her türlü bedeli ödemeye hazır olduklarını kanıtladılar. 22 yıllık süreçte bu talep uğruna bedel ödemek Lübnan halkı için artık bir olağan reflekse dönüşmüştü. Bu kavgayı kim daha ileri taşırsa, etiketi ne olursa olsun, onun etrafında kenetlenmek Lübnan işçilerinin, emekçilerinin, köylülerinin, gençlerinin gelenekleşmiş politikası oldu.

İsrail’de ise işgal boyunca tam tersi bir atmosfer hakim oldu. İsrail’in bir devlet olarak, gerideki hesabı ve kaygısı ne olursa olsun, vatandaşlarının yaşamına verdiği değer ve bu konudaki hassasiyetiyle dünyada benzerine ender rastlanan bir örnektir. Bir İsrail vatandaşı saldırıya uğradığında ülkede kıyamet kopar, toplumu bir intikam hırsı sarar. Lübnan’ı işgal etmesinden bu yana savaşta yaşamını kaybeden İsrail askerlerinin sayısı bin civarındadır. Gerilla savaşı ile karşı karşıya kalındığı 22 yıl boyunca verilen bu kayıp miktarı hiç de yüksek değildir. Buna karşın İsrail halkı, Lübnan işgalini Vietnam, Afganistan, Cezayir savaşlarıyla kıyaslamakta tereddüt etmemektedir. Bir İsrail askerinin burnu kanadığında, olay kamuoyunda ciddi sıkıntı yaratıyor, hükümeti zor duruma düşürüyordu. İsrail halkının bu tavrı da İsrail’in Lübnan politikasını çıkmaza sokan bir başka faktör oldu.

Bölgedeki son gelişmeleri hızlandıran, daha doğrusu fitili ateşleyen faktör, bir kez daha Filistin halkının direnişi oldu. İsrail cezaevlerinde bulunan mahkumlarla dayanışmak için seferber olan Filistin halkı sokağa dökülmekle, pamuk ipliği ile örülmüş tezgahın çökmesine yolaçtı. Çünkü cezaevleri konusunda gündeme gelen ve intifadayı çağrıştıran bu mücadele dalgasının gerisinde, Filistin halkının en temel hakları durmaktadır. Beklenmedik bir anda, Ehud Barak’ın Lübnan’dan geri çekilmeye hazırlandığı bir sırada, İsrail’in Filistin halkı ile karşı karşıya gelmesi ve Arafat yönetiminin acizliğinin bir kez daha açığa çıkması, İsrail’in bir başka cephede Lübnan’da çökmesini kolaylaştırdı. Bu gerginlik ayrıca Güney Lübnan işgaline direnen güçlere moral verdi.

Gizlenmeye çalışılan emperyalizmin Ortadoğu politikasının iflasıdır
İsrail ordusunun Güney Lübnan’dan kaçmak zorunda kalması ve onun çömezliğini yapan Güney Lübnan Ordusu’nun anında çökmesi, gerek Arap dünyasında gerekse de uluslararası sermaye medyasında aynı yoruma tabi tutulmaktadır. İsrail ordusu tarihinin ilk yenilgisini aldı, Çahal ilk kez bir savaşı kaybetmiştir, denilmektedir. İsrail’in eteklerine tutunan gerici Arap rejimleri bile askeri zafer çığlıkları atmakta, kazanımdan pay çıkarmaya çalışmaktadırlar. Gelişmeleri bu şekilde yorumlamak elbette isabetsiz değildir. İddialı bir işgal ordusu, işbirlikçileri ile birlikte gecenin karanlığında, çoğunlukla silahlarını terkederek kaçmak zorunda kalmıştır.

Fakat bu yoruma ilişkin iki gözlem yapmak gerekiyor. Birincisi sorunun askeri boyutunun koro halinde önplana çıkartılmasıdır. İsrail’in Lübnan’daki askeri hezimetinden gerici Arap rejimlerinin hissesine zerre kadar bir pay düşmemektedir. Zafer, İsrail ordusunun her karşı karşıya geldiğinde ezip geçtiği bu köhne rejimlerin değil, direnen ve savaşan kitlelerindir. Onyıllardır bu işbirlikçi rejimler yüzünden yenilgiye, aşağılanmaya maruz kalan Arap halkları, direnerek, ağır bedeller ödeyerek Lübnan’da kazandıkları zaferi layıkıyla kutluyorlar.

Benzer bir değerlendirmeyi İsrail’in yanında yer alan emperyalist güçler de yapıyorlar. Onlar da sorunu İsrail’in askeri yenilgisinden ibaret görüyorlar. Bu yorumun İsrail’i de hiç rahatsız etmediği görülüyor.

Sorunun bu düzeyine ilişkin ikinci bir gözlemde bulunmanın can alıcı bir önemi var. Zira, özelde Lübnan işgali, genelde Ortadoğu sorunu sadece askeri kriterlerle değerlendirilemez. Gelişmeler karşısında böyle bir tavır takınılmasının çok somut nedenleri vardır. Emperyalizmin Ortadoğu’ya ilişkin bütünlüklü bir politikası olduğunu ve bunu İsrail aracılığıyla icra etmeye çalıştığını ifade etmiştik. Emperyalizmin bu politikası toptan iflas etmiş ve İsrail’in misyonunu oynamakta ne kadar zorlandığı ve çıkmaza saplandığı ortaya çıkmıştır. Sorunun bu yönünü, yani esasını dikkatlerden kaçırmak, tartışmaya açmamak için, gelişmeler sadece İsrail’in askeri hezimeti düzeyine indirgemektedir. Bu yorumlama İsrail’i hiç rahatsız etmemektedir, zira her an bölgenin askeri bakımdan tek süper gücü olduğunu kanıtlayabilecek durumdadır.

Emperyalist planların iflası mücadele dinamiklerine yeni ufuklar açıyor
Emperyalizmin Ortadoğu politikasının genel plandaki iflası, doğal olarak onun bölgedeki gelişmelere müdahale olanaklarını sınırlamış ve zora sokmuş bulunuyor. İsrail’in Lübnan’dan geri çekileceği resmen açıklanmış, geri çekilme somut bir takvime de bağlanmıştı. İnisiyatif elden kaçırılmadan gerçekleştirilmesi planlanan geri çekilmeye paralel olarak, boşaltılan bölgeye BM gücünün yerleştirilmesi hedefleniyordu. Zira ‘84 yılında ABD ve Fransız birlikleri tam bir hezimet yaşayarak Lübnan’ı terk etmek zorunda kalmışlardı. Her iki emperyalist gücün filoları Akdeniz açıklarından Lübnan’ı füze yağmuruna tutmuştu. O tarihten bu yana, özellikle eski sömürgeci güç Fransız emperyalizmi, Lübnan’da söz sahibi olabilmek için bölgeye geri dönme fırsatı kolluyor. Ancak bu geri dönüşün BM etiketi altında tasarlanan senaryosu bozulmuş durumda. Fransız birliklerinin BM üniforması giymelerine fırsat vermeden, hedeflenen mevzileri Hizbullah gerillaları ve Lübnan halkı ele geçirdi.

Bölgede mücadele olanaklarının artmaya başladığı bir dönemde emperyalist müdahalenin güçleşmesinin yanısıra, Fransız Başbakanı Lionel Jospin’in geçen Mart ayı başında Filistin’e yaptığı ziyaretin anısı da tazeliğini koruyor. Jospin ziyareti sırasında İsrail’in saldırgan politikasını açıktan savunmuş ve ona karşı tüm direniş girişimlerini terörizm olarak değerlendirmişti. Bölgede bir isyan atmosferi yaratan, tüm Arap dünyasında yoğun tepkilere yolaçan bu tavır, Fransa’nın hareket alanını ayrıca daraltan bir rol oynadı. Ancak halen fırsatın yakalanacağı umuluyor. Bu nedenle Jacques Chirac son günlerde telefon diplomasisine ağırlık vererek Arap rejimleri nezdinde destek arıyor, Fransız birliklerinin hedef alınmamaları için teminat, BM’lerden tam yetki vb. istiyor.

ABD emperyalizminin tavrı ise biraz daha farklı. Washington, Somali çıkartmasından bu yana dış müdahaleler konusundaki politikasında değişiklik yapmış durumda. ABD yöneticileri kriz alanlarına, ilk aşamadan itibaren doğrudan ya da BM gücü üniformasıyla Amerikan askeri göndermeyi tercih etmiyor. Örneğin, Sierra Leone konusunda Beyaz Saray, ne pahasına olursa olsun, BM’nin emrine kesinlikle Amerikan askeri vermeyeceğini, müdahaleye sadece lojistik destekte bulunabileceğini açıkladı. Washington’un bu politikası, asker kaybını sıfırlayarak, hem ABD kamuoyunu baştan çıkarmayı, onu militarist müdahale lehine seferber etmeyi kolaylaştırıyor, hem de saldırının ölçeğini yüksek tutma avantajı sağlıyor. Balkan savaşı, bir bakıma, ABD emperyalizminin bu yeni taktiğinin en somut icrası oldu. Ünlü Apache helikopterleri olmasaydı, Balkanlarda ABD askeri ölmeyecekti.

Sonuç olarak, emperyalist senaryonun üstelik bir askeri hezimet eşliğinde iflas etmesi, Ortadoğu’da direniş ve mücadele dinamiklerine yeni ufuklar açmış buluyor. Her soydan gericiliğin bir deneme tahtası olarak kullandığı bölgede mücadeleyi besleyecek nesnel olanakların fazlasıyla mevcut olduğunu Lübnan örneği gösterdi. Bu canlanmasının ilk faturasını ödeyecek olan, Filistin özerk idaresidir, onun başını çektiği teslimiyet ruhudur. ABD emperyalizminin ve İsrail’in desteği sayesinde ayakta duran Arafat köhne konağına kapanmış durumda. İsrail’in Lübnan’da uğradığı hezimeti yok sayarken yüzü bile kızarmıyor. Arafat olayı, Ehud Barak hükümetinin ‘78 yılında alınmış 425 no’lu BM Güvenlik Konseyi kararının uygulamasından, dolayısıyla bölgede barışa doğru bir adım atmasından ibaret görüyor. Arafat Lübnan halkının zaferini selamlamaya dahi cesaret edemiyor. Ama bu ruhsuzluk Filistin halkının direnişini kösteklemek yerine öfkesini bileyecek, teslimiyetten hesap sormasını teşvik edecektir.

Diğer taraftan, dikkatleri bir kez daha üzerinde yoğunlaştıran Ortadoğu’daki direniş ve mücadele dinamikleri Filistin halkının haklı mücadelesine yeni ufuklar kazandırmakla sınırlı kalmayacaktır. Bu canlanmanın dünya genelinde bir hareketlenmenin, bir kaynaşmanın yaşandığı bir dönemde gündeme gelmiş olması ayrı bir anlam taşımaktadır. Geçmişte Filistin halkının mücadelesi, Ortadoğu’da yazılan direniş destanları, dünyada emperyalist haydutluğa karşı mücadeleye güç veriyor, örnek alınıyordu. Yeni süreç, bölgedeki hareketlenmenin uluslararası düzeyde yankı bulmasını, etkileyici, cesaret verici bir cereyana dönüşmesini kolaylaştıracaktır. Bu nedenle, emperyalizmin hesaplarının Ortadoğu’da bozulmuş olması, Afrika, Asya, Güney Amerika vb. bölgelerde hızla yeşeren mücadele dinamikler için de bir kazanımdır.


ARSIV ANA SAYFA