20 Kasım 2009
Sayı: SİKB 2009/45

  Kızıl Bayrak'tan
  Süresiz iş bırakma
eylemi örgütlenmelidir!
  Düzenin çözümsüz denklemleri
Sermaye devletinin kulakları: “Telekulak”!
“Ücretsiz ulaşım hakkı için
mücadeleye!”.
Metal işçileri Netaş grevinin
yıldönümünde MESS önündeydi!
  25 Kasım uyarı grevi hazırlıklarından.
  25 Kasım üzerine konuştuk.
  Sınıf hareketinden…
  Küçükçekmece’de eğitim seminerleri sürüyor
  Yaşasın Karahan Tekstil
direnişimiz!
  TKİP III. Kongresi toplandı!
  III. Parti Kongresi Gündemi
  Kapitalist kriz tipleri
- Volkan Yaraşır
  25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’de emekçi kadınlar bir adım öne
  “Mühendislik, Mimarlık ve Şehir Planlamada Toplumcu Eksen”
çıkarken...
  Öğrenci gençlik neoliberal
saldırılara başkaldırdı!
  Pentagon’un savaş baronları namluları yeniden Latin Amerika halklarına çeviriyor...
  Ulusal soruna devrimci yaklaşımın paradoksları - 2 - M. Can Yüce.
  Zere’den mektup var!
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Ulusal soruna devrimci
yaklaşımın paradoksları – 2

Ulusların kendi kaderlerini belirleme hakkını, daha genel ve geniş bir ifadeyle ulusların özgürlüğünü ve eşitliğini ikirciksiz ve içtenlikle savunmak, devrim ci enternasyonalizmin kaçınılmaz bir gereğidir. Bu ilke çok önemli, ancak en az bunun kadar önemli olan başka bir ilke daha var. O da şu:

Devrimci sosyalistler, devrimci enternasyonalistler, ulusal hareketlerin gelecek projelerine, toplumsal konumlarına, örgütlenme ve mücadele tarzlarına, bütün bunların bir sonucu olarak pratik uygulamalarına kayıtsız kalabilirler mi, ya da bu konuda olup bitenleri görmezlikten gelebilirler mi?

Uluslararası gericiliğe karşı duruş, ulusal hareketlere karşı tavırda belirleyici bir ölçüttü. Bu daha da genişletildi, yeniden tanımlandı; dünya devriminin çıkarları, dünya sosyalist sistemine katkı gibi ölçüler eklendi. Ancak bu ölçülerin yorumu ve pratik anlamı her zaman söylenen sözle tam örtüşmedi, dahası dar sistem çıkarlarına kadar indirgendi.

Bu konuda en önemli örneklerden biri, genç Sovyetler Birliği ile Kemalist hareket arasındaki ilişki, 1921 Anlaşması’dır. Bu dönem Lenin’in hayatta olduğu, parti ve Sovyet politikasını belirleme konumunda olduğu bir dönemdir. Sovyetler’in, Türk milli hareketini kendi dış politika çıkarları bakımından desteklemesi anlaşılırdır. Emperyalist kuşatmanın belli ölçülerde “Güney cephesinden” yarılıyor olması ve buna anlam verilmesi politik olarak anlaşılır bir durumdur. Ancak aynı dönemde 3. Enternasyonal üyesi bir partinin, TKP’nin önderi dahil 15 üyesinin Karadeniz’in azgın sularında Kemalist hareket tarafından katledilmesi karşısında sessizliğe gömülmesi, bu konuda hiçbir tepkinin verilmemesi anlaşılır mıdır? Sovyet hükümeti, SBKP’nin bu konuda tam anlamıyla “üç maymunları” oynamasının yanı sıra Komintern’in aynı tutumu göstermesi neyle açıklamak gerekir? Burada feda edilen salt, 15 komünist mi, yoksa devrimci enternasyonalist ilkenin kendisi mi?

Bu örnekte dış politika ihtiyacı ile devrimci ilkeler tam bir çatışma içindedir. Pratikte gerçekleşen çözüm, ilkenin politik kaygılar için feda edilmesidir!

İlkenin politik kaygı ve hesaplara feda edilmesi, salt çok zorunlu ve kaçınılmaz gerekçelerin egemen olduğu belli bir tarihsel kesitle sınırlı kalmıyor. Bu, Sovyet dış politika çizgisi haline geliyor.

Kaldı ki Osmanlı İmparatorluğu ve onun yıkıntıları üzerinden, yine arta kalan devlet aygıtıyla harekete geçen, anti-emperyalizmi hayli tartışmalı bir hareketin programı, ezilen sınıf ve halklar karşısındaki durumu tartışılmadan, salt dar devlet çıkarları ve onun dış politika gerekleri bakımından bakmak, politik, taktik ve stratejik bakımından anlaşılabilir; ama ilkeler bakımından savunulacak bir yanı yoktur…

İlkeler ve devrimci çizgi bir kez çiğnendi mi, her şey taktik veya politik gereklerle açıklandı mı, kuşkusuz orada devrimci teori ve yaklaşımın yıkım süreci de başlar. Sovyetler’in dış politika ihtiyaçları enternasyonalizm, dünya devriminin merkezi çıkarları adına “parça” olarak algılanan her şey rahatlıkla feda edilir. Olan da bu olmuştur. İlk dönemlerde belki bir “sapma” olarak tanımlanabilecek bir tavır, giderek bir ideolojik ve stratejik çizgi ve tartışmasız bir uygulama anlayışı haline gelir.

Aynı örneğimize dönersek, kuşkusuz Lenin ve partisi, Mustafa Kemal Hareketi hakkında ham hayallere kapılmış değillerdi. Onun programı ve toplum projesi hakkında da yanlış beklentiler içinde değillerdi. Ama bu hareket karşısında uzun yıllar destekçi konumunda olmuşlardır. Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katli, sonraki yıllarda gerçekleştirilen Kürt kırımı ve Kürdistan’ın yeniden fethi ve bunların sonuçları hakkında içinde bulundukları derin sessizliği sürdürmede bir sakınca görmediler… Ulus devlet çizgileri, tek şef, tek parti diktatörlüğünü kurmaları da Sovyet yönetimine eleştirel bir tavır geliştirmelerine yetmedi. Peki, bu rastlantı mı? Yoksa Sovyet sosyalizmi bu muydu, onlar da bunun gereğini mi yapıyorlardı?

Kemalist hareketin “ulusal hareket” olup olmadığı tartışma konusudur. Bize göre değildir, devlete dayalı ve devlet aygıtı tarafından gerçekleştirilen bir hareket, özünde halk ve uluslar düşmanı, Ermeni soykırımı gibi bir katliamı arkada bırakmış, devlet-ulus hedefine göre kendisini yapılandıran bir harekettir. Bu hareketi I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndaki Osmanlı Devleti’nin politikalarından bağımsız da düşünmemek gerekir. Burada bir devamlılıktan söz etmek, bir abartı değil, bir gerçekliğin dolaysız ifadesi olur… Bu hareketin modernist boyutları tartışılabilir, ama bu, şimdilik bizim konumuz değildir. Bu hareketin hiçbir politikasına, en başta da programına politik sonuçları olabilecek eleştirel yaklaşımları olmamıştır.

Daha sonraki dönemlerde devletleşme süreçlerinde birer diktatörlük haline gelen ulusal kurtuluş hareketlerinin, Sovyetler’in desteğine mazhar olmaya devam etmeleri salt politik gerekçeler ve uluslararası dengelerle açıklanabilir mi?

“Başkalarının” özgürlük, demokrasi, insan hakları konularındaki “hatalarını” gündeme getirmek için, politik kaygıların ötesinde her şeyden önce kendisinin bu konularda örnek bir yaklaşımı ve pratiği olması gerekir. Bütün farklı düşüncelerin bastırıldığı ve susturulduğu, bunun da “eski düzen kalıntıları” tanımlamalarıyla meşrulaştırıldığı bir politik sistemin, başkalarının bu konudaki “kusurlarını” gündeme getirmesi mantıklı ve mümkün olabilir mi?

Evet, sonuna kadar desteklediğiniz, eski ulusal hareketler, klasik sömürgecilikten kurtuldular, belli bir uluslaşma ve gelişme sürecine girdiler. Bu sınırlı gelişmelerin yanı sıra ortaya kaba ve geri despotik diktalar ortaya çıktı. Bunun böyle olacağı az-çok biliniyordu. Ama işin bu boyutuyla hiç ilgilenilmedi.

Neden?

Bu sorunun yanıtı verilmeden bu konuda sağlıklı bir teorik ve ilkesel sonuca ulaşmak mümkün değildir.

Ulusal sorun da dahil sayısız toplumsal ve politik sorun en genel anlamda iktidar sorunudur. O zaman devrimci sosyalizmin temel kırılma noktası veya nirengi noktası da iktidar sorunu karşısındaki yaklaşımı ve duruşudur.

Mustafa Kemal ve diğer eski ulusal hareketlerin “içişleri” ve iç yapıları, uygulamaları hakkında ciddi bir eleştirel tavrın alınmaması, en geri burjuva demokratından daha geri bir tavrın sergilenmesi, bir yanıyla güncel politik kaygılarla, ama esas olarak iktidar teorisi ve somut kurumlaşması karşısındaki duruşla doğrudan bağlantılıdır.

Denilecek ki, o toplumlarda ulusal hareketlerin bu toplumsal-sınıfsal yapısından daha ileri bir yapı beklenemezdi. Bu doğru, ama ulusların kendi kaderini belirleme, ulusal özgürlük ve bağımsızlık adına desteklenen hareket, kendi içinde en gerici yapıları kurumlaştırıyor, bu noktada dün savaştığı gücü ve sistemi kendisi için en iyi “öğretmen” olarak alıyorsa, bu konuda tek bir sözün, eleştirel bir duruşun sergilenmemesi, gerçekten rastlantı mı? “Ortaya çıkan bu toplumsal ve politik tablo bizi ilgilendirmiyor, oranın, o halkın kendi iç sorunudur” deyip bir kenarda seyirci konumunda kalırsak ve buna da sosyalist tavır deniliyorsa, o zaman “bu nasıl bir sosyalizmdir” diye bir sorgulama başlamayacak mı? Başladığı biliniyor!

Bir yanda ulusal baskı ve sömürgeci sistemi uygulayan güçler karşısında halkların ve ulusların ulusal bağımsızlık ve özgürlük istemlerini ve mücadelelerini içtenlikli olarak desteklemek, hatta bu sorunu ve mücadeleyi kendi sorunu ve mücadelesi olarak algılamak ne kadar devrimci ilkenin bir gereğiyse; yine bu noktada ulusal baskı ve sömürgeci sistemi uygulayan güçlerin paraleline düşecek yaklaşım ve tavırlardan kaçınmak bir zorunludur. Ama bunlarla birlikte ulusal hareketin “iç işleri” ve günlük uygulamaları ve yapılanmaları ile gelecek tasarımı karşısında eleştirel bir tutum içinde olmak, onların her türlü olumsuz yapı ve uygulamasının arkasında durmamak, bunu kapatan bir yaklaşım içinde olmamak, anılan bu iki yaklaşım ve tutumu bir bütünlük içinde dengelemek bir o kadar kaçınılmazdır!

Devam edecek…

17 Kasım 2009