21 Eylül 2007 Sayı: 2007/37(37)

  Kızıl Bayrak'tan
   ABD-Türkiye ilişkilerinde “yeni dönem”...
  Anayasa tartışmaları ve liberal sol...
Gül’ün büyük Kürdistan seferi...
Küreselleşen dünya “küreselleşen yoksulluk” demektir...
Cezaevlerinde hak ihlalleri ve keyfi uygulamalar sürüyor…
Temelinde mülk olan adalet kardeşliğe düşman, katillere kalkandır!
  Kamu emekçileri hareketinin sorunları,
imkanlar ve devrimci müdahale ihtiyacı
  İttifak politikasını düşünmek - Haluk Gerger
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Novamed grevi 1. yılında...
  Haber-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Akcan’la TİS süreci üzerine konuştuk...
  DİSK/Emekli-Sen yöneticileriyle kapatma saldırısı üzerine konuştuk...
  Sabra-Şatila katliamının 25. yıldönümü...
  Fransa da saldırgan koroya katıldı!
  Ortadoğu’dan...
  Dünyadan...
  Kavganın sürdüğü her yerde Neruda ve şiiri yaşıyor!
  Ulucanlar katliamı ve direnişinin 8. yılında...
  Partinin düşünen önderleri ve savaşan
neferleri önünde saygıyla eğiliyoruz...
  2. Enternasyonal Gençlik Buluşması başarıyla gerçekleşti...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Sabra-Şatila katliamının 25. yıldönümü...

Emperyalist-kapitalist düzen barbarlığın sınırlarını zorluyor!

Henri Barbusse, birinci emperyalist paylaşım savaşını anlattığı “Ateş” adlı romanın son sahnelerinde, emperyalist-kapitalist düzeni, “her tarafından ceset fışkıran bir çamur deryası” olarak tasvir eder.

Birinci emperyalist paylaşım savaşının sona erdiği 1917 yılından 65 yıl sonra, Eylül 1982’de, yine emperyalist-kapitalist düzenin bekçileri tarafından gerçekleştirilen Sabra-Şatila katliamları, Ateş romanındaki sahnelerden çok daha vahimlerini ekledi kapitalizmin sürekli kabaran suç dosyasına. Zira Filistinli mülteciler ile Lübnanlı yoksulların yaşadığı bu kamplarda orduların savaşı yoktu, hunharca katledilenler ise genç askerler değil çocuklar, kadınlar ve yaşlılardı.

Sabra-Şatila katliamları emperyalist-siyonist güçlerin uyguladığı bir planın son aşamasıydı. 4 Haziran 1982’de Filistin direniş hareketine karşı saldırıya geçen İsrail savaş makinesi, emperyalistlerle Lübnan’daki gerici-faşist güçlerin (Hristiyan Falanjistler) desteğini arkasına almıştı. Amaç, Filistin direnişi ile Lübnan solunu imha etmek veya Beyrut’tan söküp atmaktı. Siyonist ordu, dünyanın gözleri önünde aylar boyunca Batı-Beyrut’u havadan, denizden ve karadan bombalayarak harabeye çevirdi. Lübnan kaynakları katliam bilançosunu 18 bin ölü, 30 bin yaralı olarak açıklamışlardı. “Uygar dünya”, tıpkı son yıllarda Afganistan, Filistin ve Irak’ta olduğu gibi, katliamı sessizce izlemekle yetinmişti.

Üç aya yakın bir süre direnen FKÖ, emperyalistlerin de araya girmesiyle, 1 Eylül’de, ağır silahlarını bırakarak gerillalarını Beyrut’tan çekti. Çekilme, Amerikan-Fransız-İtalyan askerleri gözetiminde gerçekleşti. Yapılan anlaşma gereği, işgalci İsrail ordusu dahil bütün yabancı güçler Lübnan’dan çekilecekti.

Ancak siyonist katiller tam tersini yaptılar. Meydan onlara kalınca Beyrut’u işgal edip yağmaladılar. Sabra-Şatila kamplarını kuşattıktan sonra, faşist katilleri kampların içine salarak 40 saat süren katliamın gerçekleşmesini sağladılar.

Siyonist ordunun Batı-Beyrut’u işgal ettiğini öğrenen FKÖ yöneticileri büyük bir şaşkınlık yaşamışlardı. Zira Amerikalı özel temsilci Philip Habib, gerillalar Beyrut’u terkettikten sonra geride kalan ailelerinin korunacağına dair güvence vermişti. FKÖ liderleri, emperyalist zorbalara güvenmenin büyük bir hata olduğunu farkettiklerinde ise, iş işten geçmişti.

Emperyalist-kapitalist düzenin efendilerinin “özel himayesi” altında bulunan ırkçı-siyonist canilerin Sabra-Şatila kampları çapında giriştikleri soykırım, vahşet boyutuyla Naziler’i gölgede bırakacak cinstendir. 16 Eylül Perşembe akşamından 18 Eylül Cumartesi sabahına kadar süren katliamdan kurtulanların anlatımları buna tanıklık eder:

“İlk saatlerde Falanjist milisler yüzlerce insanı öldürdüler. Dar sokaklarda hareket eden herşeyin üzerine ateş ettiler. Evlerin kapılarını kırarak, akşam yemeklerinin tam ortasında aileleri son ferdine kadar öldürdüler. Kamp sakinleri yataklarında, pijamaları üstlerinde öldürüldü. Birçok evde pijamalarıyla öldürülüp, kanlı bezlere sarmalanmış 3 ya da 4 yaşında çocuk cesetleri vardı. Fakat çoğu katiller salt öldürmekle yetinmedi. Birçok olayda, saldırganlar kurbanlarını öldürmeden önce organlarını kesti. Çocukların ve bebeklerin kafalarını duvarlara vura vura parçaladı. Kadınlar ve kızlar balta darbeleriyle öldürülmeden önce tecavüze uğradı. Bazen insanlar, sokakta toplu halde kestirmeden öldürülmek için evlerinden zorla dışarı çıkartıldı. Milisler baltayla, bıçakla, erkek, kadın, çocuk ve yaşlı ayırdetmeden öldürerek etrafa terör saçtı. Kimi kez, kurban gördüklerini ve yaşadıklarını sonradan anlatabilsin diye, ailenin bir ferdini sağ bırakıp diğer tüm fertlerini sağ kalanın gözleri önünde öldürdüler... Birçok kadının önce ırzına geçilip, ondan sonra öldürüldü. Öldürülen kadınlar sonradan çırılçıplak soyuldu ve vücutlar bir haç oluşturacak şekilde dizildi. Tecavüze uğrayan kızlardan biri sadece 7 yaşındaydı.”

Ailesi katledilen 13 yaşındaki Filistinli bir kız çocuğu ise şunları anlatır: “... Yanımda sürekli ağlayan 9 aylık yeğenim vardı. Yeğenimin ağlaması askerden birini sinirlendiriyordu. Bu asker sonunda, ‘bu çığlıklardan bıktım usandım’ dedi ve bebeğin omuzuna bir el ateş etti. Bunun üzerine ağlamaya başladım ve ona, bu çocuğun ailemden sağ kalan tek çocuk olduğunu söyledim. Bu söz askeri daha da sinirlendirdi, bebeği yakaladı ve bıçakla keserek vücudunu ikiye ayırdı.”  (Sabra ve Şatila Katliamları, Amnon Kapeliouk, Yalçın Yayınları, s.38)

Bu soykırımı planlayıp, güdümündeki faşist katiller eliyle uygulatan işgalci İsrail ordusu, başındaki generaller ve onların şefi Ariel Şaron (Sabra-Şatila katliamlarındaki belirleyici rolünden dolayı “Beyrut Kasabı” olarak bilinir), ırkçı-siyonistler ve hamileri tarafından “saygın devlet adamları” olarak el üstünde tutuldular. Kasap Şaron, ömrünü yıkım ve katliamlara adadığı için, ırkçı İsrail devletinin tepesine kadar tırmandı.

“Uygar batı”ya gelince… Ne ABD emperyalizmi ne de AB’deki müttefikleri, Sabra ve Şatila’daki soykırıma itiraz ettiler. Neo-faşist çetenin şefi Bush ise, ABD başkanı olduktan sonra kasap Şaron’u “barış adamı” ilan etti. Katliamdan kurtulanlar ve kurban yakınlarınca kasap Şaron’a 2001’de Belçika’da dava açıldı. Ancak araya giren ABD emperyalizmi ve ırkçı-siyonistlerin güdümündeki lobiler, o zaman İsrail başbakanı olan Beyrut Kasabı’nın yargılanmasını, Belçika yasalarını ayaklar altına alma pahasına engellediler.

Yarım asırdan beri Filistin halkı şahsında insanlığa karşı ağır suçlar işleyen ırkçı-siyonistlerin Ankara’daki işbirlikçileri de, kasap Şaron’u el üstünde tutanlar arasında. Ölmeden önceki yıllarda Türkiye’deki “nasyonal sosyalist” çizginin temsilciliğine terfi eden Bülent Ecevit, kasap Şaron’u Ankara’da en üst düzeyde ağırlamıştı. Dinci gericiliğin başı Tayyip Erdoğan ise, Ecevit’i de gölgede bırakarak, kasap Şaron’la aracısız görüşebilmek için “kırmızı telefon hattı” bağlatmıştı. Generaller de, neredeyse tüm silah ihalelerini İsrail şirketlerine vererek, milyar doları ırkçı-siyonistlerin hizmetine sunmuştur. Filistin halkının üstüne bomba yağdıran pilotlar ise, son yıllarda, uzun mesafe uçuş eğitimlerini Konya Ovası’nda yapmaya başladılar.

Sabra ve Şatila katliamından 25 yıl, birinci emperyalist paylaşım savaşından 90 yıl sonra Filistin, Afganistan ve Irak’tan yansıyanlara baktığımızda, emperyalist-kapitalist düzenin artık barbarlığın sınırlarını da zorlamaya başladığını görüyoruz. 90 yıl önce ordular savaşırdı, Sabra ve Şatila’da faşist katil sürüleri savunmasız/silahsız insanları parçaladı. Irak’ı işgal eden ordulara gelince… Son teknoloji ürünü silahlarla donanmış bu emperyalist ordular, dört yılda bir milyonu aşkın sivil insanı katletmenin yanısıra, ülkeyi de yakıp yıkarak ortaçağ karanlığına doğru sürüklüyor.

Sabra ve Şatila katliamlarının üzerinden 25 yıl geçti, ancak Ortadoğu’nun emekçi halkları bu soykırımın hesabını yazık ki henüz soramadı. Bundan dolayı siyonistler, tüm pervasızlıklarıyla Filistin halkını katletmeye, topraklarını gaspetmeye devam ediyor. Siyonistlerin hamiliğini yapan emperyalist güçler ise, bölge halklarının başına yeni felaketler sarmaya devam ediyor. Son günlerde Suriye ve İran’ı hedef alan tehdit ve tacizler yeni felaketlerin habercisidir.

Emperyalist-kapitalist düzen bekçilerinin işlediği vahşi katliamların hesabı sorulmadan, yenilerini önlemek mümkün olmadığı içindir ki, kapitalizme, emperyalizme, siyonizme ve işbirlikçi rejimlere karşı halkların birleşik devrimci direnişinin hayati önemi giderek artmaktadır.