21 Eylül 2007 Sayı: 2007/37(37)

  Kızıl Bayrak'tan
   ABD-Türkiye ilişkilerinde “yeni dönem”...
  Anayasa tartışmaları ve liberal sol...
Gül’ün büyük Kürdistan seferi...
Küreselleşen dünya “küreselleşen yoksulluk” demektir...
Cezaevlerinde hak ihlalleri ve keyfi uygulamalar sürüyor…
Temelinde mülk olan adalet kardeşliğe düşman, katillere kalkandır!
  Kamu emekçileri hareketinin sorunları,
imkanlar ve devrimci müdahale ihtiyacı
  İttifak politikasını düşünmek - Haluk Gerger
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Novamed grevi 1. yılında...
  Haber-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Akcan’la TİS süreci üzerine konuştuk...
  DİSK/Emekli-Sen yöneticileriyle kapatma saldırısı üzerine konuştuk...
  Sabra-Şatila katliamının 25. yıldönümü...
  Fransa da saldırgan koroya katıldı!
  Ortadoğu’dan...
  Dünyadan...
  Kavganın sürdüğü her yerde Neruda ve şiiri yaşıyor!
  Ulucanlar katliamı ve direnişinin 8. yılında...
  Partinin düşünen önderleri ve savaşan
neferleri önünde saygıyla eğiliyoruz...
  2. Enternasyonal Gençlik Buluşması başarıyla gerçekleşti...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Gül’ün büyük Kürdistan seferi...

Kendi aralarında dalaşanlar Kürt halkına karşı omuz omuza!

Sömürgeci sermaye düzeninin onlarca yıldır sürdürdüğü sonuçsuz Kürdistan “seferler”ine bir yenisi daha eklendi. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olarak ilk icraatı, Kürdistan “seferi” oldu. Dört gün süren gezisinde Van, Hakkari, Şırnak, Siirt, Diyarbakır’da askeri garnizonları, üniversiteleri ziyaret etti, “sivil toplum örgütleri” temsilcileriyle biraraya geldi. Gezi boyunca polis gücü çevre illerden aktarmayla takviye edildi. İki gün öncesinde valilik ve kaymakamlıklar ablukaya alındı. Korkudan, şehirlerdeki çöp tenekeleri ve kutuları kaldırıldı. Sokağa çıkan herkes aramadan geçirildi. Şüpheliler tutuklandı, tutuklanmayanlar şanslı sayıldı. Ziyaretten akılda kalanlar, olağanüstü güvenlik tedbirleri, sokaklara dökülen halkın, Cumhurbaşkanı’nın kendilerine sallanan elinden başka bir şey görmemesi, yine Cumhurbaşkanı’nın DTP’ye yakın kurum ve kuruluşların yöneticileriyle görüşmeme konusundaki “resmi tutumu” sürdürmesidir.

Gezi boyunca Cumhurbaşkanı Gül’ün “Farklılıklarımız zenginliklerimiz, farklılarımıza saygı duymak gerekiyor. Bunlar, mozaiğimizi oluşturuyor. Sorunları iyi niyetle çözebiliriz”, Kan, gözyaşı kimin olursa yazıktır. Birbirimize sahip çıkmalıyız”, Bütün sorunlar gibi bunları da ele alacağım” mesajı iyimser beklentilere yol açtı. Fakat tam da bu sırada Gül’ün sözlerini boşa çıkaran operasyonlarda ölümler, yargısız infaz haberleri basında yer aldı. Gül, operasyonlara katılan subaylara, erbaş ve erlere saat hediye etmeyi ihmal etmedi. Gül’ün tutumundan moral ve destek alan askerler, köyleri taradı, sivilleri katletti, ormanları ateşe verdi.

Gül gezisinde “el sallar”ken, ordu halka silah sıkıyordu!

Gül’ün gezisine Kürdistan’da aralıksız bir şekilde süren askeri operasyonlara paralel olarak sivil halka yönelik baskıların dozajının artırılması eşlik etti. Halka yönelik baskıların yoğunlaştığı yerlerin başında ise, Dersim geliyor. Dersim’de son günlerde yaşanan olaylar, halka yönelik tam bir terör estirildiğini gözler önüne seriyor. İlk olarak geçtiğimiz günlerde Ovacık’ta benzin götüren tanker şoförü askerlerce aracıyla birlikte imha edildi. Daha sonra 4 Eylül’de Mazgirt’in Koyunuşağı köyünde Hıdır Taydaş ve kardeşinin taranması olayı yaşandı. Aynı dönemde Mazgirt’in Göktepe köyünde Hasan Canpolat isimli köylü, “kimliği belirsiz kişiler”ce (!) silahlı saldırıya uğradı. Canpolat şans eseri olaydan yara almadan kurtuldu. Olay jandarma karakoluna yakın bir yerde yaşanmasına rağmen askerlerin olay yerine geç gitmesi ve olayda Kannas marka suikast silahının kullanıldığının tespit edilmesi dikkat çekiciydi. Öte yandan Dersim’in dört bir yanını operasyon alanına çeviren askerler, bölgedeki ormanları ateşe verdi. Ovacık’ın Yeşilyazı köyünün askerlerce taranması olayı ise, yaşananların son halkası oldu.

Van’ın Özalp ilçesinde Ejder Demir, askerlerin açtığı ateş sonucu yaşamını yitirdi. Aşağı Koçkıran köyünde oturan Demir, ablasının evinden kendi evine giderken askerler tarafından tarandı. Hastaneye kaldırılan Demir, kurtarılamadı. Otopside biri sırtından, biri de ayağından olmak üzere Demir’e iki kurşunun isabet ettiği tespit edildi.

Gül’ün ziyaret ettiği tampon bölge kapsamındaki Şırnak’ta da halka yönelik baskıların ardı arkası kesilmiyor. Şırnak Uludere’ye bağlı Uzungeçit beldesinde askerler evleri taradı. Karakoldan açılan ateş sırasında beldede birçok eve kurşun isabet etti. Belde sakinleri, Uludere kırsalında 11 gerillanın yaşamını yitirmesinin ardından sürekli baskılarla karşı karşıya olduklarını ifade ettiler.

Yukarıda oldukça sınırlı ölçüde sıraladığımız yoğunlaşan baskı ve terör örnekleri hiç de rastlantı değil. Zira Gül’ün Van, Hakkari, Siirt, Şırnak ve Diyarbakır’ı kapsayan Kürdistan seferi, ordunun Kürt halkına dönük askeri operasyonlarına paralel olarak geliştirilmek istenen “silahsız siyasi operasyon” sürecinin bir parçasıdır. Gül’ün Kürdistan seferinin arka planında MGK’da karar altına alınan ve “Terörle Mücadele Yüksek Kurulu” koordinatörlüğünde yürütülecek olan “Terörle Mücadele Eylem Planı” bulunuyor. Plan, “Devletin üniter yapısını bozacak eylemlere yönelik tedbirlerin alınması”, “Toplumu etnik kimliğe yöneltecek tartışmalardan kaçınılması”, “Psikolojik harekât faaliyetleri”, “Ekonomik tedbirler”, “Eğitim ve sağlık sorunları” ve “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın zihniyet mücadelesi” gibi unsurları kapsıyor. Planda valisinden en düşük düzeydeki bürokrata, çok sayıda bakanlıktan devlet kuruluşlarına kadar herkese sorumluluk veriliyor.

İşte Gül’ün Kürdistan gezisi de bu “Terörle Mücadele Eylem Planı”nın Çankaya ayağını oluşturuyor. Bu planının amacı, Kürt halkını devletle inkârcı bir çizgide barıştırmak. Bir başka ifadeyle, geleneksel inkar, imha ve asimilasyon politikasını sürdürmek! Söz konusu plan çerçevesinde önümüzdeki süreçte bu ve buna benzer geziler sürecektir. Gül’ün Kürdistan gezisi sırasında verdiği “yılların ihmali giderilecek” ve “yeni bir sayfa açıyoruz” yönündeki mesajları, Kürt halkını devletle barıştırma çizgisini yansıttığı kadar devletin Kürdistan’da DTP yerine AKP’yi öne çıkartma çabasını da belli ediyor. Sermaye iktidarı açıkça AKP’nin Kürdistan’da din olgusunu kullanarak halkı yanına çekme çabasına yeşil ışık yakıyor. Burada ordunun “laiklik” söyleminin sahteliği bir kez daha açığa çıkıyor.

“Barış ve kardeşlik” için tek devlet, tek millet!

Kuşkusuz ki Kürdistan gezisine ilk kez Gül çıkmıyor. Daha önce buraya giden Turgut Özal, Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel, Tayyip Erdoğan gibi şahsiyetler, sadece Kürt sorununun varlığını kabul etmemiş, dahası “Kürt sorununun çözümü” için açıkça vaadlerde bulunmuşlardır. Kimisi sorun çözmek için “namus sözü” vermiş, kimisi “demokrasinin yolu”nun, kimisi “AB’ye giden yol”un Diyarbakır’dan geçtiğini söylemiştir. Ama, oradan ayrıldıktan sonra bütün söylediklerini unutmuşlardır. Fakat yine de bu boş sözler, kimilerince Kürt halkının bilincini bulandırmak için kullanılabilmiştir.

Gezi süresince Gül, Kürt halkının talepleri konusunda, “Kürt sorununun çözümü için elimden gelen gayreti göstereceğim” gibi laf bile etmemeye özen göstermiştir. “Kardeşlik” çağrılarını bile, “Eğer sizler devlete güvenirseniz, bugün karşılaştığınız birçok sorun çözülecektir” gibi ne olduğu belirsiz “sorunlar” ve bunların ne olduğu belirsiz “çözümlerini” bile “devlete güvenme” şartına bağlamıştır. Aslında Gül’ün olağanüstü bir biçimde gezisine ilkin Kürdistan’dan başlaması bile Kürt sorununun varlığının dolaylı bir kabulüdür. Fakat, burjuvazi adına ülkeyi yönetenlerin hepsinin ortak açmazı, kabul ettikleri sorunun varlığının adını bile telaffuz etme gücünden yoksun olmalarıdır. Bu da onların acizliğini göstermektedir.

Gül gezisinde temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp, döne şu sözleri tekrarladı: “Bizler birliğimizi, dirliğimizi, aramızdaki kardeşlik duygularını pekiştirdikçe her şey çok güzel olacak. Devletimizin bütün imkânları sizin hizmetinizdedir. Yeter ki hepimiz huzurlu, kardeşlik duyguları içinde birbirimizi sevelim, kucaklayalım. Devletimize, milletimize sahip çıkalım. O zaman göreceksiniz ki, yılların ihmali de en kısa sürede bitecek, hizmetler ayağınıza kadar gelecektir. Hep birlikte devletimizi, milletimizi yücelteceğiz.”

Burada yeni olan bir şey var mı? Kürt sorununa zerre kadar bir çözüm umudu çıkar mı bu sözlerden? Gül’e inanacak olursak, (adını koymadığı) sorun, “devletimizi ve milletimizi yücelterek” çözülecekmiş! Burada o meşhur “tek millet”ten bahsedildiği besbelli. Gül’ün dile getirdiği “Tek millet, tek devlet” anlayışı, kemalistinden şeriatçısına, sosyal demokratından, liberaline kadar, neredeyse 80 yılı aşkındır savunulagelmektedir. Tek devlet, tek millet söylemi, tamamıyla Kürt ulusunun inkârı temelinde üretilmiş ırkçı-şovenist resmi Türk tezinden ibarettir. Yenilik bunun neresinde? Devlet “vatandaş”a sahip çıkıyor da eksiklik, “vatandaş”ın devlete yeterince sahip çıkamamasıymış! Yani Gül’e göre, Kürt halkının “iyi niyeti” eksik!

AKP’nin Kürdistan operasyonu!

Öte yandan Kürdistan’a yapılan bu gezi ile Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinden önce ve seçildiği ilk günlerde ordu ve hükümet arasında yaşanan çatışma ve krizin, yerini bir işbirliği ve uyuma bıraktığı mesajı verilmek istenmektedir. Bu gezi, Dışişleri Bakanlığı döneminde, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Başkanlığı da yapan Gül’ün ve aynı zamanda AKP’nin Kürt sorunu konusunda Genelkurmay’ın politikalarını desteklediğini gösteren bir adım olarak anlaşılmalıdır. Hükümet programında Kürt sorununun bir “terör ve güvenlik sorunu” olarak yer alması, Başbakan Erdoğan’ın DTP’li milletvekilleri ve Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’le yaptığı polemikler, DTP’li yöneticiler üzerindeki baskıların yoğunlaştırılması gibi gelişmeler de bu yönde bir tutuma işaret etmektedir.

Açıktır ki, AKP’nin Kürdistan’daki güç ve etkisini artırması, Kürt halkının ulusal-demokratik taleplerine karşı saldırının daha güçlü ve çok yönlü olarak gündeme getirilmesine yol açmıştır. DTP’li milletvekillerinin bir yandan yargılama tehdidi ve öte yandan “Neden terör örgütü demiyorsunuz?” gibi söylemler üzerinden baskı altına alınarak hizaya getirilmek istenmesi, DTP’li belediyeler ile yöneticilerin hedef  haline getirilmesi, yaygınlaştırılan operasyonlar, geçici güvenlik bölgesi ilan edilen Siirt, Şırnak, Hakkari’de bu uygulamanın üç ay daha uzatılması vb. gelişmeler bu gerçeğin bir yansımasıdır.

Yapılmak istenen bellidir: Baskı ve zulüm politikaları ile Kürt hareketinin tecrit edilip etkisizleştirilmesi ve bu arada boşluğun AKP tarafından doldurulması. Gül’ün Kürdistan seferine çıkmasının ve Erdoğan’ın meydan okumalarının altında yatan gerçeklik budur. Son seçim başarıları da onların bu konuda en önemli dayanaklarıdır.

Kürt halkını inkar ve imha edenler “çözüm” olamaz!

Tüm bu yaşananlar da gösteriyor ki, sömürgeci sermaye düzeni, Kürt halkının en ufak talebini bile karşılayamaz. Elbette Kürt halkını ırkçı-şovenist saldırılara karşı koruyacak bir güç var: O da işçi sınıfı, onun devrimcileşecek bağımsız hareketi. Devrimci işçi sınıfı hareketi sınıfsız toplum mücadelesini sürdürürken her türden ulusal ayrımcılığa karşı da mücadele edecektir. Ancak bu güç, Kürt halkıyla birleşerek burjuvaziyi ve onun devletini durdurabilir.

Başta sınıf bilinçli işçiler ve komünistler olmak üzere, tüm ilerici-devrimci güçler, Kürt halkının tümüyle haklı ve meşru taleplerini içtenlikle ve kararlılıkla savunmalıdırlar. Bu taleplerin eksiksiz karşılanmasının yolu ise, ancak bir proleter devrimin önünü açacağı sosyalizmden geçmektedir.


Dinsel gericilik topluma sadaka kültürünü empoze ediyor...

Tayyip Erdoğan ve müritlerinin yaratmak istediği Türkiye!

Her yıl Ramazan ayının gelmesiyle yaşanan görüntüler yine medyada boy gösteriyor. Asya veya Afrika’nın Kızılhaç ya da Dünya Sağlık Örgütü yardımlarını kapışan yoksul insanları aratmayan görüntüler başta İstanbul olmak üzere ülkenin hemen her köşesinde yaşanıyor. Ancak bu yıl çadırlardan medyaya yansıyan sefalet görüntüleri başka türlü yaşanıyor.

Dinsel gericiliğin hükümetteki temsilcileri yıllardır uyguladıkları yıkım programlarıyla emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarının kalanlarını da gaspederek, yerine “sadaka kültürünü” adım adım yerleştirmeye çalıştılar. “Hak” olanı gaspeden, yerine “devlet yardımı” adı altında sadaka veren AKP hükümeti seçim galibiyetinin yarattığı güvenle kendi ideolojisine uyan bir yapılanma çabası içinde. Son günlerde yeni anayasa üzerinden yapılan tartışmalar bunun bir boyutuyken, diğer bir boyutu da iftar çadırlarında yaşananlar.

Tüketen ve tükenen toplum, sadaka ve beyin yıkama içiçe yaşanıyor!

Sadaka kültürü ve tüketim çılgınlığı Ramazan ayı ile birlikte üst boyutlara sıçradı. Ramazan ayı boyunca iftar öncesi marketler, kapalı çarşılar, halk pazarları insan selinden geçilmezken, tekeller de türlü kampanyalarla bu tüketim çılgınlığından pay kapma yarışına giriyor. Market tekellerinin Ramazan pastasından pay kapma yarışına bu yıl bankalar da kendi cephelerinden katıldılar. Market müşterilerinin Ramazan alışverişlerini kartlarına kaydırmak için ekstra para puandan taksit ötelemeye kadar birçok özendirme devreye sokuldu.

Bizzat Erdoğan’ın talimatlarıyla tüm parti teşkilatları Ramazan ayı öncesinden hummalı bir şekilde hazırlık yaptı. Çok geri kalmış toplumlarda rastlanabilen, alanlara 2-3 bin yoksulun, aşsızın, çaresizin, işsizin doluşabileceği büyüklükte iftar çadırları kuruldu. Başbakan’ın eşi AKP’li milletvekili eşlerini toplayarak, ellerine Ramazan ayı boyunca gecekonduda yaşayan fakir ailelere götürecekleri erzak listelerini verdi. Ramazan çadırına gelen binlerce yoksulun yanısıra milletvekili eşleri de gecekondulara giderek “iftarlık-sahurluk yardımlar” taşıyacaklar.

İftar çadırlarının önünde biriken binlerce kişi saatler öncesinden ite-kaka sıraya giriyor. Sıraya girenlerin görüntüsü kaderine razı olmuş kitleleri andırıyor. Yoksullar, çaresizler, kentlerin kenar mahallelerinden gelmiş işsiz-güçsüz çocuklu aileler, önlerine konulan yemeği mahcup ve göz göze gelmekten utanarak yiyerek iftarlarını açıyor. Çadırlarda haremlik-selamlık oturuluyor. Kurulan bütün çadırlarda birkaç masa VIP konuklarına ayrılmış. Orada oturma ayrıcalığına sahip VIP konuklarına papyonlu garsonlar hizmet ediyor!

Sultanahmet, Bağcılar, Üsküdar, Küçükçekmece gibi semtlerde dev çadırlarda yapılan iftarlar; her gün değişik ilahiyatçıların katıldığı dini sohbetler, konserler, tiyatrolar vb. etkinliklerle dolduruluyor. Gelenler adeta bir beyin yıkamadan geçiriliyor. Çadırların etrafında kurulan ve Osmanlı dönemini çağrıştıran mini çarşılar, bu tabloyu tamamlıyor. Sermaye medyası da sadaka kültürünü toplumsallaştırma işlevi görüyor. Geçmiş yıllarda bu görüntüleri “ilkellik, rezillik ve sefalet” olarak yansıtırken, şimdi neredeyse bütün medya öve öve bitiremiyor ve her gün ekranlarına taşıyor.

Bir dinci gazete “geçen yıl yaklaşık 30 milyon insanın iftar açtığı çadırlarda bu yıl bu sayının çok üzerine çıkılması planlanıyor” diye yazıyor. Tayyip Erdoğan ve Kadir Topbaş yaptıkları açıklamalarda her yıl daha fazla kişiye yemek dağıtmaktan iftihar ettiklerini söylüyorlar! Yoksullara, işsizlere refah yerine yemek dağıtarak “Allah razı olsun” dedirtme yöntemi ancak böylesi bir yüzsüzlükle savunulabilirdi. Yoksul, çaresiz insanları kendine muhtaç etme siyaseti!

Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan bir dünya için!

AKP bu güne kadar ne vaadettiyse onun tersi oldu. AKP hükümeti ile birlikte Türkiye’de en zengin dolar milyarderi 44 kişiye çıktı. En zengin 100 ailenin evine ayda en az 60 bin YTL girerken, iftar çadırlarında karnını doyuran kişi sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Yoksulluk sınırının altında yaşayan kişi sayısı ise 20 milyonu geçti. Seçimlerde gıda dağıtan, Ramazanda iftar yardımı adı altında sadaka kültürünü yaygınlaştıran AKP yerel seçimlere yatırım yapıyor.

Başta AKP olmak üzere düzen partilerinin bu ikiyüzlü politikalarını etkin bir şekilde teşhir etmeli, emekçilere anlatmalıyız. Ne verilen sadakalar, ne düzen partilerinin sahte vaadleri, ne de ücretli kölelik düzeni... Emekçiler, gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için, bunu gerçekleştirecek olan işçi-emekçi iktidarı için mücadeleyi yükseltmelidirler.