21 Eylül 2007 Sayı: 2007/37(37)

  Kızıl Bayrak'tan
   ABD-Türkiye ilişkilerinde “yeni dönem”...
  Anayasa tartışmaları ve liberal sol...
Gül’ün büyük Kürdistan seferi...
Küreselleşen dünya “küreselleşen yoksulluk” demektir...
Cezaevlerinde hak ihlalleri ve keyfi uygulamalar sürüyor…
Temelinde mülk olan adalet kardeşliğe düşman, katillere kalkandır!
  Kamu emekçileri hareketinin sorunları,
imkanlar ve devrimci müdahale ihtiyacı
  İttifak politikasını düşünmek - Haluk Gerger
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Novamed grevi 1. yılında...
  Haber-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Akcan’la TİS süreci üzerine konuştuk...
  DİSK/Emekli-Sen yöneticileriyle kapatma saldırısı üzerine konuştuk...
  Sabra-Şatila katliamının 25. yıldönümü...
  Fransa da saldırgan koroya katıldı!
  Ortadoğu’dan...
  Dünyadan...
  Kavganın sürdüğü her yerde Neruda ve şiiri yaşıyor!
  Ulucanlar katliamı ve direnişinin 8. yılında...
  Partinin düşünen önderleri ve savaşan
neferleri önünde saygıyla eğiliyoruz...
  2. Enternasyonal Gençlik Buluşması başarıyla gerçekleşti...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

İttifak politikasını düşünmek

Haluk Gerger

 

Politika, bir bakıma, ittifak inşası demek. Tek başına, anlamlı siyasal etkinlik içinde bulunmak, güç olmak, hatta iktidara gelmek ve onu sürdürmek, bütün sınıflar bakımından, başarılı ittifak politikaları oluşturmaksızın mümkün değil. Bu, sadece sömürücü azınlıklar bakımından değil, toplumda çoğunluk oluştursa da, en geniş tanımıyla işçi sınıfı açısından da böyle; tabii Sınıf’ın politik temsilcileri komünistler için de. Bir başka ifadeyle, bu da dayatılmış bir tarihsel zorunluluk.

Bu seçimde, ittifak sorunu, özellikle “bağımsız ortak aday” projesi çerçevesinde, çok tartışıldı. Konu, ister istemez, Devrimci Marksist Sol’un gündemine de girdi. 16 Haziran’da Köln İşçi-Gençlik Kültürevi’nin düzenlediği ve benim de konuşmacı olarak katıldığım bir toplantıda bu konuda hararetli tartışmalar yaptık. Toplantıda, bir arkadaşımız, özetle, “faşizme karşı Avrupa’nın komünist partilerinin önayak olduğu ‘birleşik cephe’lerin, faşizmin yenilmesine katkıda bulunmakla birlikte, bu partiler bakımından reformizme giden yolu da açtığı”na işaret ederek “ittifakların karakterinin ve sonuçlarının komünistlerce iyi değerlendirilemsi gerektiği”ni söyledi. Bu çok önemli saptamadan hareketle, sözkonusu hayati konudaki düşüncelerimi, basit tezler halinde düzenleyerek, sosyalist kamuoyuyla paylaşmak istiyorum. Kabul etmek gerekir ki, hayatın gerçekleri ve tarihin dersleri devrimcilere bu sorunla dengeli bir yaklaşımla yüzleşmeyi dayatıyor.

1. Önce, soldaki bir yanılgıya işaret etmek gerekiyor. Sözünü ettiğimiz ittifaklar, benzer görüşleri, çıkar ve amaçları büyük oranda paylaşanlar arasında değil de, esas olarak, değişik, hatta karşıt, sınıfsal konumlanışların farklılıkları üzerinden inşa edilen türden olanlar. Ayrıca, esas olarak, komünistlerin/işçi sınıfının öncü gücü olmadığı ittifak türlerini gözönünde bulunduruyoruz. Bu gibi durumlarda da devrimcilerin öncü unsur olabileceği gerçeğini ise, gözardı etmiyoruz. Burada esas olan, özdeşlerin, benzerlerin iş ve güç birliğini sağlama bilimi değil de, özünde sınıfsal temele oturmuş karşıtlıkların, belli hedefler üzerinden ortak eylemliliğe dönüştürülmesi yeteneği.

2. Genel olarak siyasetin kendisi gibi, ittifak ilişkileri de, son tahlilde, geçerli güçler dengesine göre belirleniyor. İttifakların bileşenleri, belirli bir gücü temsil ettikleri oranda “ittifak denklemi”nde yer bulabiliyorlar. Yani, bir ittifakın bileşeni olabilmek için, güç olmak gerekiyor. Bir başka biçimde söylersek, güç sahibi olmak, ittifak yapmamanın değil, tam aksine, ittifak kurmanın önkoşulu. Güç azaldıkça ittifak yeteneği azalıyor, güç arttıkça ittifak olanakları çoğalıyor. Güçsüzlük, genellikle, ittifakları reddetme, yalnızlığı seçme, tecriti yeğleme ya da kuyrukçuluk/savrulma sonucu doğururken, güçlü olmak, olgun ittifak kurma eğilimlerini yaratıyor. Egemen toplumsal/politik yapı içinde, özellikle görece yaygın meşruiyet kazanımı dolayımıyla, güç biriktirme bakımından başarılı ittifaklar ise, aşağıda değineceğimiz gibi, bazen, ideolojik ve örgütsel bağımsızlık bakımından ciddi güç yitimlerine yol açabiliyor. Güçsüz durumda ittifaka soyunmak ise, ciddiye alınmamaya, itibar kaybına neden oluyor.

3. İşçi sınıfı bakımından ittifak siyaseti, genel olarak, burjuva siyaset dünyasına, “burjuva demokrasisi”nin çürütücü labirentlerine dalmak anlamına gelmektedir. Yine de, genel kanının aksine, burjuva unsurlarla girişilecek ittifak ilişkileri, doğru kullanıldığında, “burjuva demokrasisi”nin ve reform arayışlarıyla demokrasi mücadelesinin, emekçilere nihai kurtuluş açısından yetersizliğini göstermek bakımından çok elverişlidir. Burjuva demokrasisi ve parlamentarizminin kurtuluş reçetesi olduğu yönündeki yanılsamasının çürütülmesinin, bu kör inancın emekçilerin bilincinden sökülüp atılması yolunda ve öteki bileşenlerin nesnel içtensizliğinin kanıtlanması bakımından bir araç olarak kullanılması koşuluyla, “ittifak siyaseti,” önemli olanaklar sunar. Komünistler için de, dolayısıyla, “halkın dostları”nı ortaya çıkartmak bakımından bir turnusol kağıdı işlevi de görür ittifak siyasetinin dinamikleri. Nihayet, “reformlar için de devrim talebi”nin stratejik önemi bu türden ilişkilerde kristalleşir.

4. İttifak siyaseti, olanaklar ve tehlikeler/riskler içeriyor. Çoğu kez, ittifak siyasetini reddetmek ya da bu konudaki niyetsizlik/yeteneksizlik, tecrit ve siyasetsizliğin kaynağı olmakta. Buna karşılık, ilerde değineceğimiz gibi, Köln’deki tartışmada sözünü ettiğim arkadaşımızın değindiği olumsuzluklar/bedeller de tarihsel gerçekler. İttifak siyasetinin bir ucunda “tecrit”, öteki ucundaysa, ideolojik yıkım, hatta ideolojik ve örgütsel likidasyon bulunuyor. "Taktik yönelişten stratejik yönelime ve yapısal zaafa dönüşmesi", sık rastlanılan bir tehlikesi ittifak siyasetlerinin. Burada riskler/olanaklar dengesinin kurulması, politika bilimi ve sanatı olarak ortaya çıkıyor.

Sol'daki teorisizm alışkanlığı, sekterlik ve dogmatizm, yaşamdan kopuk, siyaset dışı; buna karşılık "burjuva pragmatizmi" daha başarılı sonuçlar veriyor ama o da yabancılaştırıcı ve girdabında yitip erimeye varacak ölçüde burjuva yaşamla çok içiçe. Bu da "ideolojik zehirlenme", "bağımsız inisyatif kaybı", "teoriden kaçış", "dar pratikçilik", "ilkesizlik", "fırsatçılık" gibi sorunları beraberinde getiriyor.

İttifak politikasının gücü, "pragmatizmden, ilkesizlik ve fırsatçılık"tan mı gelir, "somut tahlil" ilkesinin gerçekçiliğinden mi sorusunun yanıtı belli olmalı ama doğru her zaman kolay yakalanmıyor.

İttifak sorunsalının asgari riski, marksist literatürdeki terminolijiyle söylersek, “kuyrukçuluk” olarak ortaya çıkıyor. Sınıf’ın ve partisinin, farklı sınıfsal çıkarların peşinde sürüklenmesi, kendi hedeflerinden sapması ve giderek daha ileri sapma, hata ve yıkımlara sürüklenmeye açık hale gelmesi, özellikle de yabancı düşüncelerin sınıf ve parti içinde yaygınlık kazanmasıyla savrulmaların altyapısının döşenmesi, “kuyrukçuluk” mikrobunun yarattığı sonuçlardır.  “Kuyrukçuluk,” kişiliksizleşmeyle gelişir, giderek, hakim değerlerin girdabına, hayat tarzına savrulmayla sonuçlanır. Önce “taktik adına ilkesizlik,” ardından da programatik değişiklikler sızar politik duruşa. Hakim güçlerin oltasına takıldıkça elde edilen “kazanımlar” ve kişisel/örgütsel “başarılar’,” “kolaylıklar,” “yenilenmenin, hayata uymanın” ideolojik altyapısını oluşturur, hareket içinde bu yönde ideolojik saldırı odakları harekete geçer. Direnenler, hem dışardan, hem içerden abluka altına alınırlar. “Sekterlik-gerilik-dogmatizm” suçlamaları her türden yaptırımla, en çok da ideolojik terörle, cezalandırılır. Dirençler kırılır, Düzen, gündelik yaşam dahil her düzlemde “kuyrukçular”ı himaye eder, ödüllendirmeye başlar. “İlericilik,” “demokratlık,” “solculuk” ikame kimlikler olur. Artık çürüme ve ideolojik tasfiye kaçınılmazdır. Örgütsel tasfiye son aşamadır.

5. Tarihsel deneyim, ittifak siyasetinin toplumsal tabanı genişletici, meşruiyeti, etkiyi arttırdığını; buna karşılık, ideolojik ve örgütsel zaaflara yol açtığını gösteriyor. Uzun vadede de, "kullanılma"nın olumsuz sonuçlarını yaratıyor, bir anlamda "evdeki bulgur"dan da olunabiliyor.

Avrupa Partilerinin örneği daha iyi biliniyor. Başka bölgelerden başka örnekler de var.

Ortadoğu’daki en çarpıcı örneklerden birini Suriye Komünist Partisi’nin Hafız Esad’ın BAAS diktatörlüğü ile yaptığı ittifak oluşturmaktadır. Hiç kuşkusuz, BAAS ve öteki ulusalcı güçlerle “Ulusal Cephe” içinde yer almak Komünist Partisi’ne pek çok olanak açmıştır. Parti, yığınlarla ilişki kurmada ve onların desteğini sağlamada, daha önceki “ulusal cephe” deneyimlerinde de büyük yararlar görmüştür. Esad Rejimi’nde de, parti üyeleri, basın-yayın kuruluşlarında, sendikalarda, bürokraside önemli görevler elde etmişler, nihayet sonunda, hükümete bakan olarak girebilmişler, yönetimde doğrudan yer almışlardır. Ne var ki, pek parlak görünen bu tabloda gizli pek çok da olumsuzluk mevcuttur. Komünist Parti, bu diktatörlükle işbirliği yapınca, herşeyden önce, onun halka karşı suçlarına da ortak olmuş, yığınlar nezdinde büyük itibar kaybına uğramıştır. Bütün bu yükün karşılığında, üstelik, Parti tam bir legalite dahi elde edememiştir. Parti’nin varlığı bizzat Esad’ın sözleriyle bir realite olarak tanınmış ama legalite tanınmamıştır. “Milli burjuvazi”yi ürkütememe pahasına, daha baştan, Parti “mülkiyet sorunu”nu gündem dışı tutmuştur. Giderek, “komünistlik,” devlet kapitalizmi çerçevesindeki kamulaştırmalara, ABD ve İsrail ile uzlaşmazlık alanlarının varlığına ve Suriye’nin Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler kurmasına indirgenmiştir. İşbirliğinin karşılığında, bırakın Parti’ye legalite tanınması, yığınların demokratik hakları dahi sağlanamamış, Parti’nin en ufak eleştirel kıpırdanışı dahi “ulusal cephe dostları”nca hunharca bastırılmıştır. Kısacası, Parti önce kuyrukçuluk batağına batmış, ardından büyük bir ideolojik yıkım yaşamış, nihayet, fiilen tasfiye olarak BAAS Diktatörlüğü’nün bir aracına, Sovyetler Birlği ile ilişkilerde bir piyona, giderek, rejimin suç ortağına dönüşmüştür.

İkinci örnek olarak, Amerikan Komünist Partisi’ni verebiliriz. 1930’lı yıllarda, elbette, Komintern’in de direktifleriyle ve yaklaşan faşizm tehlikesine karşı, Amerikan Partisi “cephe” siyasetini benimsemiştir. Bu yöneliş, Parti’nin önceki bütün söylem, değer ve davranış kalıplarını değiştirmiş, giderek, faşizme karşı “milli bütünlüğün sağlanması” uğruna komünizmin “Amerikalılaştırılması”na varmıştır. Parti Genel Sekreteri Earl Browder, “komünizm 20. yüzyıl Amerikanizmi” diyecek kadar ölçüyü kaçırabilmiştir. Bu süreç, Parti içinde eski bir hastalığın nüksetmesine neden olmuş, “Amerikan kapitalizminin evrensel kapitalizmden (olumlu) farklılıkları”nın teorisi yapılmaya başlanmıştır. Büyük Bunalım’da da Parti Demokrat Roosevelt’in kuyruğuna takılmıştır. Parti, zamanla, Roosevelt’e, hem faşizme karşı cephede ülkenin yer alması konusunda, hem Sovyetlerle dostluk kurulmasında, hem (aslında kapitalizmi kurtarmak için) ekonomiye devlet müdahaleciliğinde ve emekçilerin durumunun iyileştirilmesinde, hem de gericilerin iktidarını önlemede “tek umut” olarak sarılmıştır.

Bu siyaset sonucunda, Parti’nin üye sayısı (gençlik örgütüyle birlikte) yüzbine ulaşmış, parti yayınlarının tirajı yüzbinlerle ölçülmeye başlanmış, Parti’nin yer aldığı ve içinde milyonlarca insanın yer aldığı “cephe örgütlenmeleri”yle işçi sendikalarında komünistler büyük etkinlik elde etmişlerdir. Parti’nin aydınlar, yazarlar ve sanatçılar üzerindeki etkinliği de çok büyük oranlarda artmıştır. Parti, hükümet yetkililerinin Genel Sekreter Browder’a brifing verecek ölçüde resmi çervrelerde de güce ulaşmıştır.

Bu arada, kuyrukçuluk ve tasfiye de örgüte sızmaya başlamıştır. Parti, sadece Amerikan milli değer ve tarihi şahsiyetlerine karşı yeni bir tarih söylemi geliştirmekle kalmamış, “mili bütünlüğü” ve “Amerikan kapitalizminin güçlendirilemesi”ni de gündemine almıştır. Browder, Amerikan tekellerinin, büyük kapitalistlerinin emperyalist güdülerini yok saymaya, onlara ilerici roller atfetmeye, bütün bunları da savaş sonrası muhayyel Sovyet-Amerikan işbirliği ile izah etmeye başlamıştır. Parti, birçok bakımdan, ideolojide ve somut sorunlar karşısında, geri bir sosyal-demokrat partinin de gerisine düşmüş, önce faşizme karşı savaş makinasının çıkarları, sonra da barışçıl uluslararası ilişkiler, Amerikan ekonomisinin büyümesi ve “ulusu bölmemek” adına işçilerin grev yoluyla hak aramasına dahi karşı çıkmıştır. Sosyalizm, Parti’nin gündeminden bütünüyle çıkartılmakla kalmamış, sınıf mücadelesi de yersiz, hatta zararlı ilan edilebilmiştir. Bu ideolojik yıkım, sonunda, örgütsel tasfiye varmış ve 1944 yılında Komünist Parti, Komünist Politik Derneği'ne (Communist Political Association) dönüştürülmüştür. Buna açıkça karşı çıkanlar da Parti’den ihraç edilmişlerdir. Literatüre “Browderizm” olarak geçen bu likidasyon süreci, daha sonra, durdurulmuş, parti yeniden kurulmuş ve Earl Browder da Parti’den atılmıştır ama olan da olmuştur. Aynı dönemde, “dost” Demokrat Parti’den ve liberallerden, sendika bürokrasisinden kaynaklanan anti-komünist saldırı sonucu Parti yeraltına çekilmek zorunda kalmıştır. Browder da daha sonra Marksizm'den vazgeçtiğini açıklamıştır.

6. Bu düşünceler ışığında, bugünün bağlamında da, şunu söyleyebiliriz: Örgütsüz bireyler, iş yapmamayı, sadece keskin söylemle, "temiz" kalma"yı seçebilir, yaşamdan kopma pahasına buna katlanabilirler ama örgütler, Sınıf adına siyaset yapanlar, burjuva siyasetinin çamuruna hiç bulaşmama lüksüne sahip değillerdir. Görev, bunun savrulmaya, değersizleşmeye, çürümeye yol açmadan yapılabilmesidir. Sorun da, ittifak siyasetinin ve ilkelerinin ciddi biçimde tartışılıp oluşturulmasında yatmaktadır. Bugün, acil bir sorun olarak, emperyalizme karşı İslamcı direnişçilerle; iç bastırma, kırım ve (Güney Kürdistan’a) savaş operasyonlarına karşı Kürtlerle; faşizme, darbeye, diktatörlüğe karşı sol/demokrat liberallerle ve onların dayandıkları sınıfsal konumlanışlarla “ittifak sorunu” tartışılmaktadır. Bu konularda bir tavır alınması kaçınılmazdır. Kimlerle (hangi odaklarla) hangi amaçlar için, ne tür hedefleri gerçekleştirmek yolunda, hangi ödün ve bedeller karşılığınde, hangi ilkeler etrafında ittifaka girilebileceği ya da ittifaklardan belirli koşullar gerçekleşinceye dek uzak durmak, tartışılmaya değerdir, giderek, kaçınılmaz bir gerekliliktir.

Bu seçimlerde devrimci odaklara dört yol açıktı: 1. Boykot; 2. Kürt adaylara oy vermek; 3. Kendi güçleriyle bağımsız adaylarla seçime girmek; ve 4. bütün yalnızlığı ve güçsüzlüğüyle görece güçlü odaklarla ittifak peşinde koşmak. Açıktır ki, bu yollardan sonuncusu, kabul edilemeyecek ölçüde yanlıştı. Öteki tutumlar ise, yapıcı bir ortak tartışma konusu olmadılar ne yazık ki.

Bu konuda bir laboratuar işlevi gören seçimlerden çıkan derslerin başlıcasıysa, bana göre şudur: Ciddiyetsizlikle ittifaka kalkmak veya tecrite düşmek, ya da kuyrukçuluk, hepsinin temelinde güçsüzlük yatıyor önemli ölçüde. Bu durumda da güçlerin biraraya getirilmesi anlamındaki "devrimci eksen"i oluşturmak temel ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor. Gerçekçi ve anlamlı ittifak tartışmaları ve uygulamaları da ancak bu gerek yerine getirildikten sonra mümkün olabilecektir.

Umarım, acil sorunların, her türden sarsıcı gelişmelerin ve devasa tehditlerle görevlerin önümüzde durduğu bir dönemde, bu türden tartışmalar, aynı zamanda, en temel ihtiyacın, bir “devrimci eksen/odak” oluşturmanın yolunu da açacak sonuçlara vesile olur. Ben, devrimcilerin, “sol-sekter” ya da “liberal/reformist” ikilemine, iş ve güçbirliği kaçkınlığına, ortak tartışmayı reddetme dogmatizmine mahkum olmayacak olgunluğu göstereceğine inanıyorum. Bu konularda asıl görev ve sorumluluğun da, Sınıf adına, biz devrimci Marksistler adına siyaset yapan örgütlü yapılarımıza düştüğü kuşkusuzdur.

17 Eylül 2007