21 Eylül 2007 Sayı: 2007/37(37)

  Kızıl Bayrak'tan
   ABD-Türkiye ilişkilerinde “yeni dönem”...
  Anayasa tartışmaları ve liberal sol...
Gül’ün büyük Kürdistan seferi...
Küreselleşen dünya “küreselleşen yoksulluk” demektir...
Cezaevlerinde hak ihlalleri ve keyfi uygulamalar sürüyor…
Temelinde mülk olan adalet kardeşliğe düşman, katillere kalkandır!
  Kamu emekçileri hareketinin sorunları,
imkanlar ve devrimci müdahale ihtiyacı
  İttifak politikasını düşünmek - Haluk Gerger
  İşçi ve emekçi hareketinden...
  Novamed grevi 1. yılında...
  Haber-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Akcan’la TİS süreci üzerine konuştuk...
  DİSK/Emekli-Sen yöneticileriyle kapatma saldırısı üzerine konuştuk...
  Sabra-Şatila katliamının 25. yıldönümü...
  Fransa da saldırgan koroya katıldı!
  Ortadoğu’dan...
  Dünyadan...
  Kavganın sürdüğü her yerde Neruda ve şiiri yaşıyor!
  Ulucanlar katliamı ve direnişinin 8. yılında...
  Partinin düşünen önderleri ve savaşan
neferleri önünde saygıyla eğiliyoruz...
  2. Enternasyonal Gençlik Buluşması başarıyla gerçekleşti...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Çalışma süreleri uzuyor, sömürü ve yıkım büyüyor... 

"7 saatlik işgünü, 35 saatlik çalışma haftası!"


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yeni kurulan 60. hükümetin programını sunarken yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:

''Türkiye'ye, insanımızın hayat kalitesini etkileyen her alanda önemli mesafeler aldırdık, ekonomik kalkınma sürecinde kritik bir eşiğe getirdik. Türkiye artık kalkışa hazır hale gelmiştir. Bu programda öngördüğümüz dönem sonu hedefleriyle, Türkiye'yi bu kritik eşikten geçirmeyi başaracağımıza inanıyorum. Açıklayacağım program, istikrar zemininde ilerleyen ekonomik ve sosyal gelişme sürecimizde bir 'sıçrama dönemi' programıdır.”

Erdoğan, hükümet oldukları 4,5 yıllık dönemde insanların “hayat kalitesini etkileyen her alanda önemli mesafeler aldırdık”larını dile getiren başbakanın sözlerine bakılırsa, son 4 yıl boyunca bu ülkede yaşayan insanların “hayat kalitesi” yükselmişti. Bu ülkede bir avuç kan emici dışında insanların, işçi ve emekçi yığınlarının ne koşullarda yaşadığını bilmeyen biri Başbakan’ın bu sözlerini duyduğunda işsizlerin iş bulduğunu, açların doyduğunu, hastaların sağlık, çocukların eğitim hakkına kavuştuğunu, eşitsizlik ve adaletsizlik gibi sorunların her alanda üstesinden gelindiğini, sömürü ve baskının ortadan kalktığını, kısacası memleketin güllük gülistanlık bir hale geldiğini düşünebilir.

Bu ülkede yaşayıp da sayılan sorunları hergün etinde kemiğinde duyanlar bunun böyle olmadığını elbette biliyorlar. Fakat sadece bu da değil; bizzat devletin resmi kurumlarının yaptıkları araştırmalar da Başbakan’ın söylediklerinin tek kelimesinin dahi doğru olmadığını, kendisinin her zaman olduğu gibi yalan söylediğini ortaya koyuyor. Bu ülkede yaşayan, çalışıp üreten milyonlarca insanın yaşam kalitesinde son yıllarda en küçük bir iyileşme gerçekleşmediğini, tam tersine çalışma ve yaşam koşullarının giderek daha da kötüleşmekte olduğunu gösteriyor. Öyle ki Türkiye İstatistik Kurumu’nun yeni açıkladığı ve 2006 yılındaki durumu yansıtan işgücü istatistikleri, işçilerin “yaşam kalitesi”nin yükselip yükselmediği konusunda son derece çarpıcı bilgiler içeriyor.

Yakından bakalım. Bilindiği gibi bu ülkede haftalık yasal çalışma süresinin üst sınırı 48 saat. Acaba pratikte de öyle mi? TÜİK’in açıkladığı rakamlar bu sınırın sadece kağıt üzerinde olduğunu, çalışanların en az yarısının haftada 50 saatten fazla çalıştırıldığını gösteriyor. Bu oran, 15-24 yaş arası çalışanlarda yüzde 56'ya, 15-19 yaş arasında ise yüzde 60'a ulaşıyor. İşçilerin yüzde 13'ü ise haftada 72 saatten daha fazla çalışıyor.

Haftada 50 saatin üzerinde çalışanlar 2000 yılında toplam işçi sayısının yüzde 40’ını oluşturmaktaymış, 2006’da ise bu oran yüzde 50’nin üzerine çıkmış. Buradan da anlaşılacağı gibi, son 6 yıllık sürede, işçilerin çalışma süreleri önemli ölçüde uzamış. Uzun çalışma saatleri işçiler için tam bir ömür törpüsüne dönüşmüş. İşte Başbakan Erdoğan’ın mecliste kürsüye çıkıp “yaşam kalitesi”ni yükseltmekle övündüğü insanların durumu.

Özetleyecek olursak, TÜİK’in sözkonusu araştırması, ülkede işsizliğin azalmadığını, buna karşılık işçilerin haftalık çalışma sürelerinin her geçen gün artmakta olduğunu ortaya koymaktadır. Bu kadarı bile Başbakan Erdoğan’ın “insanların yaşam kalitesini arttırdık” sözünün bir yalandan ibaret olduğunu göstermeye yetmektedir.

Bu kadarı bile diyoruz, zira TÜİK’in açıkladığı rakamlar işçilerin çalışma ve yaşam koşullarıyla ilgili gerçeklerin sadece küçük bir kısmını yansıtmaktadır. Yani buzdağının görünen kısmıdır. Çünkü söz konusu araştırma sadece kayıt altında olanları, hiç değilse sigortalı çalışan işçileri kapsamaktadır. Oysa bu ülkede kayıt dışı çalışmanın çok yaygın olduğunu herkes bilmektedir. İşçilerin en az yarısı sigortasız ve her türlü haktan mahrum bir biçimde, kayıt dışı çalışmak zorunda bırakılmışlardır. 10 saatlik çalışma süreleri dahi onlar için kısa sayılmaktadır. Özellikle imalat sanayinde, metal ve tekstil gibi işkollarında kayıt dışı olarak istihdam edilen işçilerin önemli bir kısmı günde 14-16 saate varan sürelerde çalışmak durumundadır.

Neticede fazla çalışma sorunu bugün hem kayıt dışında hem de kayıt altında çalışan bütün işçilerin en temel sorunlarından biri haline gelmiştir. Çoğu fabrikada normal günlük çalışma 12 saat olarak kabul edilmektedir. Gene hemen bütün fabrikalarda 10-12 saatlik “normal” süreyi çalıştıktan sonra patron isterse fazla mesaiye kalmak işçiler için bir zorunluluk durumundadır. Yasalarda fazla mesainin işçinin rızasına bağlı olduğu yazılıdır. Fakat bu patronların umurunda değildir. Fazla mesaiye kalmaması bir işçinin kapının önüne konulması için yeterli bir bahanedir.

Çalışma sürelerinin giderek uzamasının gerisindeki temel neden, yedek sanayi ordusunun yani işsizliğin alabildiğine büyümüş olmasıdır. İşsizliğin artması, işyerlerinde kuralsızlığı beslemekte, bu sayede patronlar işsizlik sopasını kullanarak çalışma koşullarını kendi çıkarlarına göre belirleyebilmektedir. Fazla mesaiye kalmayı reddeden işçiler ise çoğu durumda ilk fırsatta kapının önüne konulmaktadır.

Çalışma sürelerinin uzamasının bir diğer önemli nedeni de işçilerin fazla mesaiye ek gelir kapısı olarak bakmasıdır. Özellikle son 8 yıldan bu yana, İMF-TÜSİAD programlarının uygulanması sayesinde ücretler alabildiğine aşağı çekilmiştir. Ekonomik ve sosyal haklar tırpanlanmıştır. Buna karşılık geçim koşulları her geçen gün ağırlaşmaktadır. Yoksulluk ve sefalete mahkum edilen, bir cendere içine sıkıştırılan işçiler biraz olsun nefes alabilmek için gece gündüz çalışmayı ve bu sayede gelirlerini arttırmayı bir çözüm olarak görmektedirler. İşyeri değiştiren bir işçinin, daha fazla kazanma umuduyla, mesaileri fazla olan işyerlerini tercih ettiği durumlara sık sık rastlanmaktadır. Elbette ki bu, geçmişte 8 saatlik işgünü için büyük mücadeleler vermiş, büyük bedeller ödemiş işçi sınıfı açısından hazin bir durumdur.

İster üç kuruş fazla kazanma umuduyla gönüllü olarak çalışılsın, isterse de patronun baskısı sonucu zorunlu… Uzun çalışma süreleri her iki durumda da işçinin yaşamından çok şey alıp götürmektedir. Bu şartlarda çalışan bir işçinin beden ve ruh sağlığı büyük bir tehdit altındadır. Her gün 12 saat, 14 saat çalışan bir insanın bedeninin bu ağır yüke dayanması mümkün değildir. Uyku düzeninin bozulması, iştahsızlık, yetersiz-düzensiz beslenme sonucu sağlığın bozulması bu işçiler arasında sık yaşanan bir durumdur.

Uzun çalışma sürelerinin işçiye faturası beden ve ruh sağlığının bozulması ile sınırlı da değildir. Bu şekilde çalışmak zorunda kalan işçiler sosyal yaşamlarında da çeşitli sorunlar yaşamakta, bu konuda ağır bedeller ödemek zorunda kalmaktadırlar. Çünkü 14 saat tezgah başında olan bir işçinin sosyal yaşamı neredeyse sıfıra inmektedir. Eşini, çocuklarını, arkadaşlarını günde ancak birkaç saat görebilen, fabrikadan eve sadece uyumak için giden bir işçinin sağlıklı bir sosyal yaşam kurması mümkün de değildir. Bu işçiler için gezmek, okumak, birileriyle sohbet etmek, bir şeyleri paylaşmak gibi şeyler birer hayalden ibarettir.

Sermayeye, daha az işçi ve daha düşük ücretle daha fazla kar imkanı veren uzun çalışma süreleri, işçi sınıfı açısından sınıf mücadelesini zayıflatan bir işlev de görmektedir. Sermaye bu boyutuyla da işin içinden kazançlı çıkmaktadır. Zira daha uzun çalışarak ücretini arttırmaya çalışan, içinde debelendiği yoksullukla bu yolla baş etmeye çalışan işçilerin mücadele bilinci zayıf kalmakta, hatta giderek körelmektedir. Uzun çalışma saatlerinin ve yanı sıra diğer ağır çalışma koşullarının altında bunalan işçi örgütlü mücadeleden uzak kalmakta, giderek içinde bulunduğu durumu bir kader olarak kabul etmeye başlamaktadır.

Bugün işçi sınıfının yüz yüze olduğu uzun çalışma saatleri sermayenin sistemli saldırı politikalarının, özellikle de esnekleştirmenin başlıca unsurlarından biri durumundadır. Dolayısıyla da tek tek işçilerin çabalarıyla bu saldırının önüne geçmek mümkün değildir. Bu saldırı ancak ve ancak işçi sınıfının örgütlü mücadelesiyle püskürtülebilir. Bugün geniş bir yelpazeye yayılan ve hepsi de aynı uğursuz amaca hizmet eden saldırılar karşısında örgütlü mücadeleyi yükseltmek, diğer talepler yanında uzun çalışma saatlerine karşı da sınıfın çıkarlarının ifadesi talepleri öne sürmek, bunların kazanılması için çaba harcamak öncü işçilerin güncel sorumlulukları durumundadır.

Elbette ki bugünkü koşullarda ücretini üç kuruş arttırabilmek uğruna gönüllü olarak fazla mesailere kalan işçilere “fazla mesaiye kalmayın, 8 saatten fazla çalışmayın” demek çok da gerçekçi değildir. Ancak bıkıp usanmadan bunun sermayenin bir oyunu olduğunu, düşük ücret sorununun üstesinden gelmenin yolunun bu olmadığını anlatmak, sermayenin gerçek niyetlerini her vesileyle teşhir etmek durumundayız.

7 saatlik işgünü, 35 saatlik çalışma haftası!
Herkese iş, tüm çalışanlara iş güvencesi!
İnsanca yaşamaya yeten vergiden muaf asgari ücret!