7 Eylül 2007 Sayı: 2007/35(35)

  Kızıl Bayrak'tan
   Kapsamlı saldırılar dönemi ve
düzenin açmazları
  2. AKP hükümeti ve demokrasi beklentileri…
Yeni hükümet programı...
Devlet ve düzen cephesinden
barış mesajları!
1 Eylül Dünya Barış günü eylemlerle kutlandı...
Dünya Bankası’ndan yüksek öğrenimde “reform” talebi!
  12 Eylül karanlığı bugünün mayasıdır!
  Türk-İş’in Bakü toplantısı....
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Seçimler ve yeni dönem / 4
  Yazılı medyanın işlevi ve güncel sorunları üzerine - U. Taner
  Mamak 4. Kültür Sanat Festivali üzerine...
  İşgalci İngiliz ordusu
Irak kentlerini terketti!
  Dünyadan kısa kısa...
  Ortadoğu’dan...
  Viktor Jara: “Biz kazanacağız!”
  Jose Maria Sison derhal serbest bırakılsın!
  Yeni döneme geleceği yaratacak olmanın umuduyla merhaba…
  Yılmaz Güney’i ölümünün 23. yılında saygıyla anıyoruz…
  Günlük Kızıl Bayrak sitesinin Ağustos ayı rakamları...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

12 Eylül faşist darbesinden manzaralar...

Bu acıları toplayın. Biriktirin. Ezberletin yeni nesillere.

Hepsi ve daha niceleri yaşandı. Süngüyle yazıldı tarihimize.

Bir daha unutulmasın, unutturulmasın diye…

Sabah komşu kadının getirdiği, gecekonduda baskının haberiydi. Dedi, “evde miydin, sana da geldiler mi?”

Geceyarısı, iki küçük bebesiyle yapayalnızmış evde Sakine. Giyinmeye bile koymamışlar. Kırmışlar kapıyı tekmelerle.

- Sakine bacının evi, içi çamur sıva-dışı sıvasız, tek odası, priket yapısıyla, ve ondülin kaplı damı ve bir erkeğin ancak başını eğerek girebileceği kapısıyla; nam-ı diğer gecekondu olan evi bizimkinin üst yanına düşerdi. Aramızda ev yoktur da, bir sokak dolanır giderdi.-

- Kırmışlar kapıyı bacım. Yatakları, giysileri, bir yoksul evinde ne bulunursa yani, yerlere atıp çiğnemişler.

Yarıgecede. Çamurlu çizmeleri faşizmin... Yalnız bir kadının kapısını kırıp, basarak her şeyin üzerine, kirli kara izini bırakıp...

Sabah Sakine bacı, sırtında bebesiyle, öfke dolu yüreği ve hamarat elleriyle, bir kilometre uzaktaki kuyudan taşıdığı suyu kullanıp, temizlemekteydi geceden kalan kirleri...

***

Deli diyorlardı ama kimseye bir zararı yoktu. Öyle, kendi halinde konuşup dolaşırdı. Üstü başı da düzgünceydi üstelik. Sordum, bir evi, ailesi, eşi, çocuğu varmış. Dolaşır dolaşır dönermiş evine. İşini gücünü de yaparmış.

Öyle birdenbire de gelmemiş bu hale. Yavaş yavaş gelişmiş hastalık. Artık buna hastalık demek ne kadar doğru olacaksa...

Bir gün evleri sarılmış. Kapı kırılmış, içerisi didik didik aranmış. Aradıkları büyük oğluymuş bunun. Sıkıştırmış, zorlamışlar yerini öğrenmek için. Sonra da 12 yaşındaki kardeşini alıp götürmüşler.

Nereye götürüldüğünü, nerede tutulduğunu, başına ne geldiğini asla öğrenememişler. Aylar geçtikçe umutlarını yitirmeye başlamış, her an ölüm haberini alma tedirginliğiyle bekler olmuşlar.

Sonra bir gün çocuk çıkıp gelmiş. Hem de sapasağlam…

Ancak hiç de göründüğü kadar sağlam olmadığı çok geçmeden ortaya çıkmış.

Biri yüksek sesle konuşsa ya da yoldan geçen bir araç korna çalsa, çocuk hemen bir kenara sinerek titremeye başlıyormuş. Zaten yüzünün rengi, gözlerinin ışıltısı da yokmuş artık eskisi gibi. Büyük oğuldan zaten bir daha haber alamamışlar. Küçüğü de böyle olunca...

Ana yüreği, dayanamamış işte...

***

Yan komşu bir boya fabrikasında işçiydi. Toplu sorgularını anlatırken, biraz kırgın ama daha çok neşeliydi. Yedikleri onca dayağa rağmen gülerek anlatıyordu başlarına geleni. Çünkü darbeci kuvvetlerin, ellerindeki tüm imkanlara rağmen çaresizliklerini görmüş, yaşamışlardı. Çünkü onları asla konuşturamamışlardı.

Fabrika işçilerini toplu sorguya götüren sürecin başında devrimcilerle kurulan ilişkiler yer alıyordu. Devamında ise, fabrikadan gizlice çıkarılan boyalar…

Genç ve acemi olmalarını bir mazeret kabul edip, üzülerek anlatıyordu işçi. Maalesef, boyayı kullanan gençler, boşalan kutuları tam da yazılama yaptıkları yerde bırakıp gitmişlerdi. Ve elbette kutunun üzerinde fabrikanın markası. Bu boyaları fabrika sahibi vermeyeceğine göre, suçlu işçilerdi darbecilerin gözünde. “Her tarafta satılıyor, almışlardır” ifadesi ikna etmiyordu onları. Nasıl ikna etsin ki. Fabrikadan bedava almak dururken niye para verip alacaklar. Bunu bilip bunu söylüyorlardı.

Boya işçisini en çok güldüren ise, kendilerini sorgulayan “başçavuş”un, “siz yazın biz silelim, badanacı mıyız biz ulan!” sözleriydi. Okuyan bir işçiydi O. Başçavuş Hitler’e de “badanacı” lakabı verildiğini okumuştu nasılsa bir yerlerden.

Ama en çok, arkadaşlarının ağzından tek söz çıkmamasına seviniyor, gururlanıyordu...



1 Mayıs Mahallesi’nde coşkulu festival!

5. Geleneksel 1 Mayıs Mahallesi Kuruluş Festivali 31 Ağustos-2 Eylül tarihleri arasından gerçekleşti.

Festival 31 Ağustos günü gerçekleştirilen “Ezilen uluslar ve ezilen dinler” başlıklı panelle başladı. Konuşmacı olarak Mihri Belli, Esra Çiftçi ve ABBF-D Kurulu Üyesi Musa Kazım Engin’in katıldığı panelde özellikle TTK Başkanı Halaçoğlu’nun yaptığı ırkçı açıklamalar üzerinde duruldu.

Festivalin ilk günü akşam programı ise Metin Aslan’ın yaptığı açılış konuşması ile başladı. Mahalle Muhtarı Cuma Kara bir konuşma yaparak mahalledeki kültür merkezi projesine destek istedi. Güzelleştirme Derneği Folklor Ekibi’nin sunduğu gösterinin ardından Grup Mayıs, Nilüfer Sarıtaş ve Ferhat Tunç sahne aldı. Ferhat Tunç, yaptığı konuşmada 1 Eylül’e ve kardeşliğe vurgu yaptı, çeşitli türkü ve marşlar söyledi. Hrant Dink’in öldürüldüğü gece Taksim’de söylenen “Yiğidim aslanım” türküsü kitle tarafından hep bir ağızdan söyledi.

Festivalin ikinci günü öğlen saatlerinde “Yıkımlar ve kentsel dönüşüm” başlıklı panel gerçekleştirildi. Panelin ardından Tiyatro Simurg “Havana” isimli oyununu sergiledi. Akşam programında ise ilk olarak sahneye PSAKD Ümraniye Şubesi Semah Ekibi çıktı. Ardından Pınar Sağ, Grup Munzur ve Erdal Bayrakoğlu, çeşitli kültürlerden halk ezgilerini 1 Mayıs Mahallesi halkı ile paylaştılar.

Festivalin son günü, “2 Eylül 1977’nin tarihsel nedenleri, yozlaşma ve yoksulluk” başlıklı bir panel düzenlendi. Panelin ardından geleneksel yürüyüşe geçildi. 1 Mayıs Mahallesi şehitlerinin resimlerinin olduğu ve “1 Mayıs şehitlerini unutmadık!” şiarlı pankart ile “30. yılında 2 Eylül ruhuyla yozlaşmaya karşı kültürüne sahip çık!” şiarlı pankartlarla şehitlerin katledildiği yer olan son durağa kadar yüründü. “2 Eylül şehitleri ölümsüzdür!”, “Yaşasın devrimci dayanışma!”, “Yaşasın halkların kardeşliği!”, “Halkımız saflara hesap sormaya!” sloganları atıldı. Son durağa gelindiğinde saygı duruşu yapıldı.

Burada yapılan açıklamada 1 Mayıs Mahallesi’ne yönelik saldırılarla emekçilere ve ezilen halklara yönelik saldırılar teşhir edildi. “30. yılında bize bırakılan mirasa mücadele ederek sahip çıkmış oluyoruz. Tarihi yapan kitlelerdir. Mücadeleyi yükselterek geleceğimize sahip çıkalım” denildi. Yaklaşık 550 kişinin katıldığı ve coşkulu bir atmosferde geçen eylemin ardından festival alanına geçildi.

Akşam programında ilk olarak İdil Kültür Merkezi Tiyatro Atölyesi’nin “Yozlaşma” adlı oyunu sergilendi. Kürtçe ve Lazca türkü ve marşlar söyleyen Hasan Sağlam’ın ardından Kürtçe türkülerle Osman Bingöl sahne aldı. Son olarak Ali Asker, yıllar süren sürgün hayatından sonra güzel insanlarla birlikte olmaktan çok mutlu olduğunu belirterek türkülerini söyledi.

Etkinlik programlarının yanı sıra devrimci kurum standlarının üç gün boyunca açıldığı festivale binlerce emekçi ve genç katıldı.

Kızıl Bayrak/Ümraniye


 

12 Eylül karanlığı bugünün mayasıdır!

‘Kontrgerillanın el kitabı’ türlü türlü yöntemlerle dolu olsa da iş uygulamaya gelince yöntemler genelde fazla çeşitlilik göstermez. Tabii bu az sayıda yöntemin avantajı, defalarca denenmiş ve bu sayede eksiklikleri giderilerek en iyi işler hale getirilmiş olmasıdır. Yüzyılımızın küresel kontrgerillası olan CIA’nın artısı da, dünyanın dört bir yanında gerçekleştirdiği karanlık tezgahların üst üste konması ile elde ettiği tecrübeden ibarettir. En basitinden işkence yöntemleri bile bizzat CIA tarafından geliştirilerek elenmiş ve en işe yarayanları dünyanın dört bir yanındaki işkenceci sürülerine öğretilmiştir.

Amerikan filmlerinde gördüğümüz işkence sahneleri ile DAL’da yaşananların bu kadar benzemesi bu nedenle hiç de raslantı değildir. Ya da ‘77 1 Mayıs’ında gerçekleştirilen katliamın bir benzerinin de El Salvador’da 25 Mart 1980’de Oscar Remero’nun 300 bin kişilik cenazesinde gerçekleştirilmesi ve tıpkı Kazancı Yokuşu’nda olduğu gibi, burada da üzerine belli noktalardan ateş açılan kitlenin oluşan izdihamda birbirini ezmesi, buna bir başka örnektir.

Demek istiyoruz ki kotrgerilla yöntemlerinin de bir CIA standartları vardır. Bu standartlar arasında en dikkat çekeni ise, sayısız kez revizyondan geçirilen faşist kanlı darbe gerçekleştirme yöntemidir... Tıpkı Arjantin’de, tıpkı Şili’de ya da Yunanistan’da olduğu gibi, Türkiye’de de faşist 12 Eylül darbesi aynı yöntemlerle tezgahlanmıştır.

12’ye beş kala...

12 Eylül öncesinin Türkiyesi geriye iki çelişkili resim bırakmıştır. Bunlardan bir tanesi önü 12 Mart askeri muhtırasıyla, devrimci önderlerin idamı ile, türlü baskı ve terörle kesilmeye çalışılmasına rağmen yükselişini sürdüren toplumsal muhalefetin resmidir. İkincisi ise dünya kapitalizminin neo-liberal dönüşüm sürecine adapte olmaya çalışan sermayedarların resmidir. Bu iki resimde göze çarpan kaba çelişki, gerek 12 Eylül’ün ön sürecinin ve gerekse 12 Eylül faşist askeri darbesinin gerekçesini oluşturur.

Tam da bu nedenle askeri darbe sonrası bir yandan toplumun siyasal hakları bir bütün olarak elinden alınırken, diğer yandan ekonomik-sosyal yaşamı felce uğratılmıştır. Bu dönem sözde referandumla oylanan Anayasa dahil çıkartılan tüm yasalar, bir yandan toplumsal baskı ve denetimin kurumsallaşmasını hedeflerken, öte yandan neo-liberal dönüşümlerin hayata geçirileceği mekanizmaları yaratmayı amaçlamıştır. 12 Eylül’ü sermaye düzeni açısından 13 Eylül’e taşıyan da bu yönelim ve dolaysız uzantısı olan 24 Ocak kararlarıdır.

24 Ocak kararları, ana hatlarıyla; devletin ekonomideki payını azaltmayı, tarım teşviklerini sınırlamayı, gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonların kaldırılmasını, dış ticaretin serbestleştirilerek yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesini ve ithal ikameci sistemin terkedilerek ihracata yönelik kalkınma planına geçilmesini hedefler. Bunlar neo-liberal politikaların temel taşlarıdır. Kararlar bunun yanısıra sosyal devlet kalıntısı tüm uygulamaların yokedilmesini amaçlamaktadır.

Bu haliyle 12 Eylül kötü bir ressamın beceriksiz fırça darbeleri ile özetlenemeyecek denli planlı bir operasyondur. Amerikancı generallerin toplum üzerinde yarattığı yıkım tek başına darbe bilançosunun, yani katliamların, işkencelerin aktarılması ile açıklanamaz. Topluma uygulanan nizami şiddet ile sermayenin yıllardır istediği dikensiz gül bahçesinin yaratılması amaçlanmış ve bu büyük ölçüde de başarılmıştır. Sermayenin temsilcileri darbe ile beraber gelişen süreci büyük bir memnuniyetle izlemiş, ama elbette bununla sınırlı kalmayarak darbe sonrası kurulmak istenen yeni toplum düzeninin mimarlığına soyunmuş, kendilerine verilen her türlü görevi can-ı gönülden yerine getirmişlerdir.

26 Ocak 1982 tarihli Cumhuriyet’te Rahmi Koç şunları söylüyordu: “12 Eylül harekâtından önce herşeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Yani herşey güç ve uzun zaman içinde gerçekleştiriliyor, herşeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altında fark, alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edilebiliyor. Ve üstelik askeri yönetim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor...”

Sermaye kodamanlarının bu en kodamanı bu sözleriyle darbenin gerçek mahiyetini ve amacını gözler önüne sererken, demokrasi diye sunulan parlamenter rejimin biçimsel işleyiş gereklerinin bile kendisini ne denli rahatsız ettiğini ortaya koymaktan çekinmemiştir. Dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin’in “Şimdiye kadar işçiler güldü, biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” sözleri ise sermayenin faşist darbeden duyduğu memnuniyeti dile getirmektedir. Kenan Evren ise “24 Ocak Kararları’na bağlı tedbirler, ancak böyle bir sıkı bir askeri rejim sayesinde meyvesini verdi” diyerek hizmetinde olduğu sömürücü asalaklarla adeta ağız birliği yapmıştır.

12’yi beş geçe...

12 Eylül’ün hemen ardından çıkartılan darbe Anayasası ile günümüz toplumunun ve elbette günümüzde derinleşen sosyal yıkım saldırılarının zemini yaratılmıştır. Toplumun örgütleri dağıtıldıktan sonra, devlet aygıtı tıpkı halkın tepesinde her an kullanılmaya hazır bir giyotin gibi yeniden örgütlenmiştir. Emniyet teşkilatından ordusuna, kontra çetelerinden adalet mekanizmalarına, basın denetleme kuruluşlarından üniversitelere kadar her türlü kurum sermaye düzeninin ihtiyaç duyduğu dönüşümlerin yolunu düzleyebilecek bir baskı ve kontrol mekanizması ile buluşturulmuştur. Diğer yandan bütün bu alanların sosyal yanları törpülenmiş, ortadan kaldırılmıştır. 12 Eylül’ün üzerinden 27 yıl geçti. Ama bugün hala sözkonusu kurumlar darbe ile kazandıkları konumlarını korumakta, sosyal-ekonomik hakların ise herşeye rağmen geride kalan son kırıntıları da yokedilmek istenmektedir.

Polis ve ordu, 12 Eylül sürecinde devletin baskı, zulüm, katliam ve işkenceci mekanizmaları olarak görev almış ve bu misyonu sonraki döneme de etkin biçimde taşımakla görevlendirilmişlerdir. Bu yüzden emniyet teşkilatının eğitim müfredatı değiştirilmiş, bu kurumda görev alacak kişilerin özel olarak ırkçı ve dinci olmaları esas alınmıştır. 12 Eylül’de yüzlerce katil çıkartmış olan ordu ve emniyet, 12 Eylül’den sonra da aynı misyonu istisnasız her dönemde, geçmişe oranla daha profesyonel biçimde sürdürebilmiştir. En son çıkartılan Polis Selahiyetleri Kanunu ile bu durumun sermaye düzeninin özel yönelimi olduğunu da bir kez daha göstermiştir.

Üniversitelerin başına YÖK getirilmiş, binlerce muhalif öğrenci ve öğretim üyesi üniversitelerden kapı dışarı edilmiştir. Aynı zamanda bu kurum eliyle üniversitelerin paralı hale getirilmesi sürecine hız kazandırılmıştır. Bugün YÖK, halen daha üniversiteli gençliğin gelecek mücadelesinin karşısına çıkan en büyük düşmanlardan biri olarak soruşturma silahını sıklıkla kullanmaktadır. Eğitimdeki dönüşüm ise paralı eğitim safhasını çoktan geride bırakmıştır. Artık eğitimin kamusal bir hak olmaktan çıktığı, yarı kamusal bir hak olarak, eğitim sektöründe hizmet alanın bedelini ödemesi ilkesinin hakim olması gerektiği açıklıkla ifade edilmektedir.

12 Eylül’ün hemen ardından ‘’Devlet, herkesin beden ve ruh sağlığı içinde yaşayabilmesi ve tıbbi bakım görmesini sağlamakla ödevlidir” maddesi Anayasa’dan çıkartılarak devletin sağlık hakkı kapsamındaki yükümlülükleri ortadan kaldırılmıştır. Gelinen yerde ise sağlık kurumları özelleştirilerek sağlık hakkı para ile alınır satılır bir metaya dönüştürülmek istenmektedir.

12 Eylül’ün hemen ardından yakılan, toplatılan, yasaklanan kitaplar ise günümüze basın alanındaki ağır sansürle taşınmıştır. Medyanın ciddi bir bölüğünü kendine bağlamış olan burjuvazi, geriya kalanını ise sıkı bir sansür ve denetimden geçirerek, halkın haber alma ve ifade özgürlüğünü engellemektedir.

Toplumsal bir proje olan 12 Eylül, bugün yaşamımızın her alanında etkisini sürdürmektedir. Arabesk kültürle içiçe geçmiş olan pop-star kültürü 12 Eylül’ün bir mirasıdır. Mesleksizleştirilen ve geleceksizleştirilen ancak bu sorunlara tepki veremeyen, tepki verdiğinde kafasında cop kırılan gençlik, yine 12 Eylül’ün mirasıdır. Hastane kuyruklarında ölen hastalar, bebeklerini hastaneye rehin bırakmakla karşı karşıya kalan emekçiler, 12 Eylül’ün mirasıdır. ABD ile kurulan kölelik ilişkisi, ordu muhtıraları, gözaltında kayıplar, işkenceler, katliamlar, bütün bunlar 12 Eylül’ün mirasıdır.

Şimdi kimse çıkıp 12 Eylül’ü geçmişten ders çıkarmak için hatırlanması gereken acı bir deneyim olarak iddia etmeye kalkışmasın. 12 Eylül’ün sonuçları Anayasa’yı sivilleştirerek ortadan kaldırılacak cinsten değildir. Çünkü 12 Eylül bir Anayasa’dan ibaret değildir. Bugün işçi ve emekçileri hedef alan bütün sosyal yıkım saldırılarının, bugün devrimci ve demokrat güçlere, işçi sınıfının hak arama mücadelesine yönelen devlet terörünün, toplumsal yaşamı saran yozlaşmanın mayası 12 Eylül’de atılmıştır. İşçi ve emekçiler kendi gelecekleri için bu karanlığın üzerine yürümek zorundadır.