7 Eylül 2007 Sayı: 2007/35(35)

  Kızıl Bayrak'tan
   Kapsamlı saldırılar dönemi ve
düzenin açmazları
  2. AKP hükümeti ve demokrasi beklentileri…
Yeni hükümet programı...
Devlet ve düzen cephesinden
barış mesajları!
1 Eylül Dünya Barış günü eylemlerle kutlandı...
Dünya Bankası’ndan yüksek öğrenimde “reform” talebi!
  12 Eylül karanlığı bugünün mayasıdır!
  Türk-İş’in Bakü toplantısı....
  İşçi-emekçi hareketinden...
  Seçimler ve yeni dönem / 4
  Yazılı medyanın işlevi ve güncel sorunları üzerine - U. Taner
  Mamak 4. Kültür Sanat Festivali üzerine...
  İşgalci İngiliz ordusu
Irak kentlerini terketti!
  Dünyadan kısa kısa...
  Ortadoğu’dan...
  Viktor Jara: “Biz kazanacağız!”
  Jose Maria Sison derhal serbest bırakılsın!
  Yeni döneme geleceği yaratacak olmanın umuduyla merhaba…
  Yılmaz Güney’i ölümünün 23. yılında saygıyla anıyoruz…
  Günlük Kızıl Bayrak sitesinin Ağustos ayı rakamları...
  Mücadele Postası.
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 

Kapsamlı saldırılar dönemi ve düzenin açmazları

Düzen cephesindeki iç düzenlemelerin yanısıra, işçi ve emekçileri bekleyen çetin günlerin tablosu da netleşmeye başladı. Aslında Cumhurbaşkanlığı seçiminin birkaç ay öne aldırdığı bu düzenlemelerden önce de sermayenin geleceğe ilişkin planları belliydi. Devrimci güçler cephesinden bununla ilgili yapılan değerlendirme ve teşhirlerde de, planın içerdiği öz isabetli olarak dile getiriliyordu.

Bu ülkede sermayenin geleceğe dönük planlarını isabetle tespit etmek fazla bir güçlük taşımıyor. Zira 7 yıldır İMF’nin politika ve talimatları çerçevesinde işçi ve emekçilere saldırı üstüne saldırı hedefiyle oluşturulmuş bir program uygulanıyor. Bu programın engelsizce uygulanabilmesi için bir yandan iktisadi, sosyal, siyasal, psikolojik tüm unsurlarıyla geçmişten devralınan toplumsal zeminden yararlanılıyor. Öte yandan da bu zemini her adımda besleyen sosyal-siyasal müdahaleler yapılıyor.

60. hükümetin açıklanan programı ve seçimlerin hemen ardından parça parça basına “sızdırılan” yeni anayasa taslağından yansıyanlar, yalnızca bunun bir teyidi sayılabilir. Fakat bu, işçi ve emekçilere durumu anlatabilmek açısından, programın ve anayasa taslağının önemini azaltmıyor. Program ve taslağın yansıyan içeriği, yeni hükümet döneminde, işçi ve emekçilere yönelik saldırıların şiddetlendirilmesi dışında hemen hiçbir değişikliğin olmadığını gösteriyor.

Ordu ile AKP şahsında ifade bulan sermaye içi kapışmanın düzen cephesinde yarattığı sorunlar bunu zerrece etkilemedi, etkilemeyecektir. Bu taraflaşma ne denli somut ve gerçek ise, sıra işçi sınıfı, emekçiler ve Kürt halkına yönelik saldırılara geldiğinde tarafların bir anda yekvücut oldukları da o denli gerçektir. AKP hükümetinin tüm süreci boyunca bunu defalarca gördük. Seçimler ve Cumhurbaşkanlığı ile ilgili gelişmelerin düzen cephesinde de işleri kızıştırdığı şu son aylarda, sermaye cephesinin bu sınıfsal tavrı gücünden hiçbir şey kaybetmedi. Son günlerde sınıf cephesinde yaşanan gelişmelere, Kürt sorununda yaşananlara, genel olarak polis devleti uygulamalarındaki pervasızlığa karşı sermaye cephesinden alınan tutumlar, tek merkezli denebilecek denli bir ve aynıdır.

Dolayısıyla yeni hükümet döneminde, daha doğru bir ifadeyle yeni saldırı döneminde, şiddetin dozunu belirleyecek başat etken, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele düzeyi olacaktır.

Bazı ufak tefek değişiklikler yapılmış olsa da, kurulan hükümet, yaklaşık 5 yıldır sermayeyi ihya eden bildik AKP hükümetinden başka bir şey değildir. Ekonomik, sosyal, siyasal alanda sunabildikleri hiçbir yenilik yoktur. Bu gerçeği, işçi sınıfı, emekçiler ve Kürt halkı arasında yeni düzenlemelere yönelik olumlu düşünce ve inançları yaymaya çalışan sermaye borazanları, belli başlı kalemşörler bile kabul etmek durumunda kalıyorlar.

Program yeni olmasa da saldırıların şiddeti yeni bir düzey kazanacaktır. Zira balon da olsa, “ekonomi düzde”, “istikrarla yola devam”, “güçlü, özgür ve müreffeh Türkiye” gibi söylemler üzerinden verilen oy desteği işçi ve emekçilerde doğallığıyla beklenti yaratmakta, fakat yeni dönemde beklentileri karşılamak bir yana, işçi ve emekçilere her açıdan daha beter bir yaşam dayatılmaktadır. Öncelikle, bugüne kadar yürütülen saldırıların devamı olarak sosyal yıkımın derinleştirilmesi ve özelleştirmelerin tamamlanması hedeflenmektedir. Emperyalist ve yerli tekellerin gözünü diktiği her değer (enerji kaynakları, orman, nehir vb. doğal zenginlikler vs.) “babalar gibi satma” pervasızlığıyla özelleştirilecektir. Eğitim, sağlık, belediye hizmetleri, sosyal güvenlik alanı daha büyük oranda tekellerin sömürüsüne açılacaktır. Seçim öncesi askıya alınan sosyal güvenlik yasaları, GSS gibi düzenlemelerin yeni yılla birlikte yürürlüğe konulması planlanmaktadır.

İşçi ücretleri, kamu harcamaları gibi alanlarda nasıl bir politikanın sürdürüleceği ise hükümetin henüz icraatının bu başlangıç döneminde, THY sözleşme süreci, kamu emekçilerine dayatılan düşük zamlar, bölgesel asgari ücret çalışmaları vb. üzerinden görülebilir. AKP hükümeti, bu saldırıları, vergi sistemindeki adaletsizliğin sürdürülmesi ve daha da büyütülmesiyle tamamlamayı hedeflemektedir.

Yeni dönemde AKP’nin ekonomik ve sosyal alanda gerçekleştirmeyi hedeflediği kapsamlı saldırılar, ancak faşist baskı ve terörle, iç ve dış siyasette daha saldırgan politikalarla hayata geçirilebilir. AKP, tıpkı Kemal Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nı asli sahibini unutturarak sahiplendiği gibi, Ecevit hükümetlerinin demokratikleşme diyerek siyasal alanda saldırganlaşma, reform diyerek terör devletini tahkim etme politikasını da kendi politikası bellemiştir. 2002 Kasım’ından itibaren, iç ve dış konjonktürün de yardımıyla, her iki alanda yerli ve yabancı efendilerinin takdirini kazanan bir performans da sergiledi. TCK, TMY, Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası gibi düzenlemeler, gösteri ve eylemlere dönük saldırganlık, F tiplerindeki uygulamalar, giderek artış gösteren işkence ve devlet terörü ne denli demokratikleşmeyse, bir türlü tamamı açıklanamayan yeni anayasa taslağı da, programda AB üyeliği hedefleri ile birlikte ifade edilen demokratikleşme de ancak o kadar demokrasi içeriyor.

Bu politika Kürt sorunu için de geçerlidir. AKP, bir yandan Kürt sorununda güya “statüko”culardan daha ılımlı görünürken, diğer yandan “tek bayrak, tek millet, tek ülke, tek devlet” lafını ağzından düşürmeyecek, DTP’liler üzerinden Kürt hareketinin tabanındaki dinamikleri terbiyeden geçirmeye çalışacak kadar sinsi ve ikiyüzlüdür. Programında da devletin geleneksel çözümsüzlük politikasına uygun olarak, bundan başka bir şey yer almıyor.

Öte yandan, ABD başta olmak üzere emperyalist odakların Türkiye’deki gelişmeleri yakından izlemeleri ve AKP’ye arka çıkmaları da boşuna değil. 80 yıla bedel bir dış borç yükünü 4,5 yılda yaratan, böylece faiz ödemeleri adına işçi ve emekçileri ağır bir sömürüye mahkum eden, bunu da kendi toplumuna başarılı bir icraat olarak yedirebilen (aldığı oyla bunu ispat da eden) bir uşaktır dikkatleri çeken. Fakat yalnızca bu kadar da değil. Tam da bu sayede emperyalizme daha teslimiyetçi bir uşaklık yapmaktan başka seçeneği kalmayan bir Türkiye’ye biçtikleri rolü (savaşlarda daha fazla piyonluk, “ılımlı İslam devleti” modeli olma vb.) oynama hevesi de emperyalist odakları daha ilgili davranmaya itiyor.

Yeni dönemde işçi ve emekçilere yönelik saldırıların kapsamını ifade eden bu genel çizgiler, aynı zamanda düzenin açmazlarının ipuçlarını da vermektedir. Sondan başlarsak; uluslararası konjonktür emperyalistler için bile yarını belirsiz bir kararsızlık halidir. Ekonominin bu denli borca bağlanması, ABD’den daha fazla, daha derinden etkilenmek anlamına geliyor. Ya da emperyalizmin borç içinde yüzen bağımlı bir uşağı olmak, her durumda faturayı en ağır kısmıyla ve ilk ödeyen olmak demektir. Ortadoğu’daki savaşın gidişatı ise, faturasını asker, mali yük vb. olarak daha fazla Türk devletinin karşısına çıkaracaktır.

Kürt sorunu da tüm ağırlığıyla gündemdeki yerini korumakla kalmayacak, uluslararası gelişmelerin etkisi ve içerde Kürt emekçilerinde yaratılan beklentilerin basıncıyla kendini daha fazla dayatacaktır. Kuşkusuz ufukta düzen içi çözüm yönünde en ufak bir ışık görünme olanağı yoktur. Bu ise Kürt sorununun çok daha başka bir kanaldan düzenin karşısına çıkma zemininin güçlenmesi demektir.

Bir diğer açmaz, AKP’nin 22 Temmuz öncesinde bir imkan olan “hem muhalif hem hükümet”, “hem işbaşında hem mağdur” pozisyonunu yitirmesi, hem de rejimin iç dengeleri ve siyasal yapısı açısından sorun yaratacak yeni bir pozisyon kazanmasıdır. Artık AKP’ye militanlık yapan işçi ve emekçiler bile beklentilerinin karşılanması için hiçbir engelin kalmadığını düşünmektedirler. Bu, ilk aşamada türban, imam hatipler vb. konularda laiklik-şeriatçılık taraflaşması yaratarak işçi ve emekçileri bugüne kadarki gibi yedeklemelerine yarasa da, ekonomik, sosyal ve siyasal alandaki beklentilerin karşılanmaması nedeniyle AKP’yi ve dolayısıyla düzeni sıkıştıracak bir durumdur. Bir başka deyişle, ortada yakın dönemin hayli kapsamlı saldırılarının gerilimini yatıştıracak manevralar olmadan, üstelik “muhalif hükümet” imkanı yitirilmişken, yeni saldırıları aynı pişkinlikle sürdürmek hızla yıpranma sürecine girmek demektir.

AKP’yi ve dolayısıyla düzeni yeni saldırı döneminde bekleyen daha birçok sorundan bahsedilebilir. Örneğin bir dönem için “demokratikleşme” yalanının AB süreciyle birlikte nasıl bir manipülasyon aracı olduğu hatırlanacaktır. Yeni dönemde ise bu türden iğne ucu kadar bile bir araç ya da olanak yoktur. Bununla birlikte, işçi ve emekçi kitleleri her adımda düzen içinde tutacak dalgakıranların iyice etkisizleştiği bir dönemde olduğumuz göz önüne alınırsa, düzenin, AKP eliyle işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelteceği kapsamlı saldırıların şiddetinden daha büyük karşı koyuşlarla sarsılması işten bile sayılmayacaktır.