30 Mart 2007 Sayı: 2007/12(12)

  Kızıl Bayrak'tan
   Kontrgerilla katliamının 30. yılında Taksim yasağı kırılmalıdır!..
  Sermaye devleti kendini tahkim ediyor
Düzen siyaseti keskin bir çatışmanın arifesinde!
Dink cinayetinde yeni ipuçları da devlete uzanıyor
Hüsnü Mübarek-Necdet Sezer buluşması...
 Newroz Türkiye’nin dört bir yanında coşkuyla kutlandı...
  Gençlik’ten Newroz kutlamaları...
  İşçi-emekçi hareketinden...
  “GATS ve AB Uyum Sürecinde Meslekler Nereye?” Sempozyumu 3. hazırlık toplantısı…
  “GATS ve AB Uyum Sürecinde Meslekler Nereye?” Sempozyumu ve İstanbul TMMOB yöneticilerinin tutumu üzerine kamuoyuna zorunlu bir açıklama…
  İddialı, etkili ve başarılı bir kampanya çalışması örneği...
  Gençlik hareketi...
  Birleşmiş Milletler savaş kundakçılarının güdümünde!
  Emperyalist güçler Filistin sorununa
çözüm mü arıyor?
  Sınıf hareketi...
  Devrimci yurtsever gençlik, durumu,
görev ve sorumlulukları / IV
  Bültenlerden...
  Mücadele postası
Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Hüsnü Mübarek-Necdet Sezer buluşması...

Amerikancı rejimler işbirliğini pekiştiriyor

Bir yanda Irak’ta devam eden Amerikan işgali, İsrail’in Filistin halkı üzerindeki kuşatması, Lübnan üzerinde tezgâhlanan kirli planlar, İran’a saldırı hazırlıkları... Öte yanda emperyalist-siyonist güçlerin bu küstah saldırganlığına karşı yükselen direniş... Bunların yanı sıra hedefi tartışmalı karşı duruşlar, kimler tarafından planlandığı, kimlere hizmet ettiği son derece tartışmalı/şüpheli eylemler. Tablo, Ortadoğu’nun halen tam bir sorunlar yumağı olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor.

Bölge halklarının “gün yüzü” görmelerini engelleyen süreçler zinciri salt dış müdahalelerle örülmüyor elbette. Çünkü bölge ülkelerindeki egemen sınıflar ve onların işbirlikçi rejimleri bu müdahalelerin yerel ayaklarıdır. Bu durumda emperyalis-siyonist güçlerin müdahale, kışkırtma ve saldırıları iç dayanakların katkısı, başka bir ifadeyle işbirlikçi devletlerin suç ortaklığı ile sürdürülmektedir. Bölgedeki egemen sınıf ve kastların halklara karşı bu kadar bariz bir ihanet çizgisi izlemeleri, işbirlikçiliğin de ötesine geçmiş, emperyalizmin bölgesel organik uzantıları derecesine düşmüş olmalarıyla açıklanabilir ancak.

Ortadoğu üzerinde hegemonya kurmaya çalışan, bu amacına ulaşmak için savaş makinesinin açtığı yoldan ilerleyen ABD emperyalizmi, özellikle Irak’ta ciddi açmazlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Irak bataklığına saplanmak ise, Atlas okyanusundan Afganistan’a kadar uzanan coğrafyayı yeniden dizayn etmeyi öngören büyük Ortadoğu/büyük İsrail projesini sekteye uğratıyor.

Efendinin bataklığa yuvarlanmasından kaygılanan bölgedeki uzantıları, çıkış yolu bulmak için seferber oluyor. Son günlerde peşpeşe toplantılar, konferanslar yapan, Filistin, Irak, Lübnan sorunlarına çözüm planları sunan işbirlikçi rejimler, bu hareketli dönemde kendi aralarındaki işbirliğini de pekiştiriyor.

İşte Mısır devlet başkanı Hüsnü Mübarek’in, cumhurbaşkanı Necdet Sezer’in resmi davetlisi olarak Türkiye’ye gelmesi, sözünü ettiğimiz hareketliliğin bir parçasıdır. İki ülke dışişleri bakanlarının bu ziyareti önceleyen bir ay içinde beş defa biraraya gelmiş olmaları, Ankara-Kahire arasındaki trafik yoğunluğu hakkında fikir vermektedir. Bu arada Mısır dışişleri bakanı Ahmet Ebul Geyt, Hüsnü Mübarek’e eşlik edenler arasındaydı.

Hüsnü Mübarek cumhurbaşkanı, genelkurmay başkanı, başbakan ve dışişleri bakanı ile görüşmelerde bulundu. Birebir görüşmelerin yanısıra heyetler arasında da görüşmeler yapıldı.

Mısırlı meslektaşıyla ortak basın toplantısı düzenleyen Necdet Sezer, toplantıda yaptığı konuşmada, Türkiye-Mısır ilişkilerini “stratejik” olarak nitelendirdi. İlişkilerin tüm yönlerini ele alacak bir resmi çerçeve oluşturulmasına karar verdiklerini açıklayan Sezer, Irak’ın toprak bütünlüğünün ve ulusal birliğinin korunması konusunda ortak kararlılık olduğunu da söyledi.

Ortadoğu’da giderek ağırlaşan sorunların bölge halkları arasında karamsarlığa yol açtığını savunan cumhurbaşkanı, bölgenin iki önemli ülkesi olan Türkiye ve Mısır’a önemli görevler düştüğünü, bu konuda danışmaların kesintisiz olarak sürdürülmesi konusunda anlaştıklarını kaydetti.

Necdet Sezer, Ortadoğu’da Türkiye-Mısır ikilisine düşen “önemli görevler”e değinmezken, Hüsnü Mübarek “görevleri” net bir şekilde tarif etti. İki ülkenin bölgesel, uluslararası ve ikili konularda işbirliği ve koordinasyon içinde olmalarının önemini vurgulayan Hüsnü Mübarek, ortak basın toplantısında şöyle konuştu: “Birleşmiş Milletler politikalarını destekliyoruz. Nükleer ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi, Ortadoğu’nun bunlardan arındırılması ve terörle mücadelenin desteklenmesinde hemfikiriz.”

Hüsnü Mübarek’in söylemi, ABD emperyalizminin bölge halklarını hedef alan saldırısının gerekçeleriyle uyum içindedir. “Nükleer ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi, Ortadoğu’nun bunlardan arındırılması ve terörle mücadelenin desteklenmesi” şeklindeki vurgu ise, emperyalist saldırganlık ve savaş politikasının temel gerekçelerindendir.

Bu çerçevede “önemli görevler”e yapılan vurguyu, Türkiye-Mısır ikilisinin, ABD’nin bölge politikalarına sundukları hizmeti, aynı anlama gelmek üzere ABD ile ortak işledikleri suçları daha da genişletmek/derinleştirmek gayretinin dışa vurumu olarak değerlendirmek gerek.

Mısır-Türkiye ilişkilerinin geliştirilmesi elbette iki ülke kapitalistlerinin çıkarlarını da gözetiyor. Nitekim görüşmelerde ticaret, sanayi, petrol, doğalgaz ve elektrik alanlarındaki gelişmelerle ilgili anlaşmalar da yapıldı. Daha önce yapılan serbest ticaret anlaşması üzerine pek çok kapitalistin işçileri kapı önüne koyup fabrikalarını Mısır’a taşıdıkları bilinmektedir. Özellikle tekstil sektöründe bu uygulamanın çok sayıda örneği vardır.

Ankara’daki işbirlikçilerin “Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması” söylemiyle gündeme getirdiği Kürt halkının kazanımlarını engelleme çabalarına, gerici Mısır rejiminden destek istediği, Hüsnü Mübarek’in de bu konuda destek sözü verdiği belirtildi. Resmi açıklamalara göre Mısır cumhurbaşkanı, ABD dışişleri bakanının da katılımıyla yapılması planlanan “Irak’a komşu ülkeler zirvesi”nin İstanbul’da gerçekleştirilmesi için de çaba harcayacak.

Gerici rejimler arasındaki ilişkilerin pekiştirilmesi, iki tarafın egemen sınıflarının çıkarlarını gözetmekle birlikte, tümüyle Washington’daki efendilerin bölge politikalarına endekslidir. Dolayısıyla bu temelde geliştirilen ilişkiler emperyalist/siyonist güçlerin yararına, iki ülke ve tüm bölge halklarının ise zararınadır.


 

1 Mayıs üzerine “riskli” bir yazı

Yüksel Akkaya

“Genellikle” olmasa bile “zaman zaman” hem akademik hem de sol cenah babında gelenek dışı düşünmeye çalışmam “yadırganmaktadır”. Bunun farkındayım. Ancak, gecekondu “meselesinde” olduğu gibi 1 Mayıs “meselesinde” de Türkiye soluna eleştirel bakmanın “gerekli” ve “zorunlu” olduğunu düşünüyorum. “Devrimci 1 Mayıs Platformu”nun deklarasyonu, ne yazık ki, beni hem emek tarihi hem de 1 Mayıs tarihi açısından bir kez daha “marjinal” olmaya zorluyor (Kızıl Bayrak gazetesine yazdığım yazılar genellikle arkadaşların talep ettiği konular üzerine idi. Bu hafta beni “serbest” bıraktılar! Ben de fırsattan istifade böyle bir yazı yazıyorum. Parantez içi bir parantez not, ciddiyet ve sorumluluk asık suratlı olmayı zorunlu kılmıyor, ama “muziplik” ölçüsünde bir “espiriye” hoşgörülü bakmayı “gerekli kılıyor, benim bu “muzip” ama “hoşgörü” talebi içeren düşüncelerimi de lütfen böyle kabul edin. Zira, dünyanın en muzip, en neşeli insanları mutlaka devrimcidir, değilse devrimci olmak zorundadır!)

“1 Mayıs nedir?” sorusunu sorduğumuzda alınacak yanıtlar az çok bellidir. Ne yazık ki “Devrimci 1 Mayıs Platformu” devrimci bir 1 Mayıs talebinde bulunmuyor, radikal bir 1 Mayıs talebi ile yetiniyor. Zira, deklarasyon Taksim’e odaklanmışken, tam da devrimci ruha en uygun düşen bir şeyi es geçiyor: 1 Mayıs’ı işçilerin, emekçilerin tatil günü olarak talep etmeyi hiç ama hiç gündemine almıyor! Olacak şey değil. Daha 1923 yılındaki İzmir İktisat Kongresi’nde 1 Mayıs’ın tatil olmasını isteyen işçilerden daha geriye düşmüş durumda “devrimci” platform! Zira, devrimciliği, daha radikal, daha anlamlı bir talep olan 1 Mayıs’ın tatil olması isteği yerine, kuşkusuz bir simge, bir zafer olarak, Taksim’e çıkmakla yetinmiştir. Taksim’e her yıl gidilip 1 Mayıs kutlansa emekçilerin, işçi sınıfının kazancı ne olacaktır? Sadece Taksim’de 1 Mayıs kutlamak! Ancak yüzyılı aşan 1 Mayıs tarihi, 1 Mayıs’ı devrimcilik açısından bu kadar dar alana sıkıştırmayacak kadar daha görkemlidir. Bu nedenle 1 Mayıs’ı devrimci kılmak isteyenler Taksim talebi dışında, daha devrimci talepler ile ortaya çıkmak zorundadır. Daha devrimci taleplerin ne olduğu ise, başlangıcından günümüze 1 Mayıs tarihine bakıldığında görülür.

Devrimci gelenek çerçevesinde ileriye taşıyacak bir eleştiri olarak kabul edilmek dileği ile abartarak bir devrimci 1 Mayıs isteyeceksek, yapacağımız en önemli şey, Taksim meydanına çıkmak değil, tersine hiçbir meydana çıkılmasa bile 1 Mayıs’ı mevcut iktidarlara sınıf mücadelesinin bir “bayram”, bir “tatil” günü olarak kabul ettirmektir, dünden kalan o görkemli olduğu kadar ihanet dolu 1 Mayıslar adına.

Ne yazık ki yüzyılı aşkın geleneği ve tarihine rağmen 1 Mayıs ülkemizde anlaşılmamış bulunmaktadır. Adeta bir saplantıya dönüşen Taksim’e çıkmak 1 Mayıs ruhunu ve özünü boşaltmaktadır. Öyle olduğu için “Devrimci 1 Mayıs Platformu” devrimci deklarasyonunda, 12 Eylül’ün karşı devrimine karşı yeniden 1 Mayıs’ı “tatil” olarak talep etmeyi unutmaktadır adeta. Ne yazık ki bu unutuş, Taksim’e çıkışı ne kadar radikal olarak talep ederse etsin, onları devrimci kılmaz. Taksim’e çıkalım talebi devrimci olmak için yeterli olacaksa ve devrimciliğin önemli kriterlerinden biri olarak kabul edilecekse, nice zamandır bu platformdaki arkadaşlara gönül vermiş bir yoldaşları olarak benim söyleyecek tek sözüm vardır: Ben devrimci değilim (ki, hayatım boyunca bu sıfatı kendime vermekten kaçındım, böyle bir yanım varsa onu başkaları söylemeli, takdir etmeli. Zira, devrimciyim demekle devrimci olunmuyor. Onu haketmek gerekiyor.)!

Peki, 1 Mayıs’ı tatil günü olarak talep etmek ve bu uğurda mücadele etmek devrimcilik için yeterli midir? Elbette ki hayır! Ancak, zaman ve mekana bağlı strateji ve taktikler açısından bakıldığında, bazen “an” çok geri bir talebi devrimci klabilir. Türkiye’deki bu “an” Taksim’e çıkmak isteğinden çok, 1 Mayıs’ı tatil olarak kabul ettirmeyi daha devrimci kılıyor, kuşkusuz bana göre. Zira, Taksim’e çıkmak da bir güvendir. Önemlidir. Ancak, daha kalıcı olan ve belirleyici olan güven açısından bir yasa olarak 1 Mayıs’ı tatil kabul ettirmektir.

Taksim’e çıkmak mı, 1 Mayıs’ı tatil olarak kabul ettirmek mi ikilemi değil buradaki devrimcilik sorgusu. Buradaki “sorgu” daha kalıcı bir talebin “deklarasyonun” içinde kendisine yer bulmaması. Zira, hem Taksim’e çıkmak hem de 1 Mayıs’ı talep etmek devrimci bir talep olabilir. Yoksa, tek başına Taksim’e çıkmak değil. Ne yazık ki, devrimci bir platformun bile 1 Mayıs’ı tatil olarak talep edemeyişi oldukça önemlidir. Bu nedenle üzerinde ciddiyetle durulması gerekir. Bizim de devrimcilik adına sormaya çalıştığımız, “radikal” bir şekilde dikkatleri çekmek istediğimiz mesele budur. Hele, 1934 yılında Nazi Almanyası, 1935 yılında da Türkiye Cumhuriyeti 1 Mayıs’ı bayram kabul etmişken! Eh, dünyada 1 Mayıs’ı bayram kabul etmiş ilk üç ülkeden biri iken 70 yıl önce, şimdi devrimcilik adına niye bu kadar geriye düşelim ki?

Haftaya 1 Mayıs tarihi üzerine yazacağımız yazı ile “devrimci” 1 Mayıs meselesine daha da açıklık kazandıracağımızı umuyorum. Şimdi yapılacak olan, Taksim’e çıkışı örgütlemek kadar 1 Mayıs’ın tatil olarak talebini de gündeme getirmektir. Zira, bu tatil talebi sermayenin daha fazla çalıştırma isteğine karşı, sembolik bir gün üzerinden daha anlamlı bir karşı koyuş olacaktır, ki 1 Mayıs’ın çıkış ruhuna da çok denk düşmektedir.