06 Ekim 2006 Sayı: 2006/39 (39)
  Kızıl Bayrak'tan
   Düzen ordusunun dizginleri ele almaya
yönelik çıkışları
  Türkiye'nin gerçek anayasası ya da
kontrgerilla devleti gerçeği!
  Egemenlerin utanç verici Amerikancılık
yarışı
  Erdoğan'ın ABD ziyaretinden yansıyanlar
  PKK'nin yeni ateşkes süreci ve ötesi
Üniversitelerde sertleşen süreç ve
büyüyen tepki
Kadın emeğinin istihdama katılımı
çalışmaları ve kapitalist düzen gerçeği
Yasaların dili ve
sendikaların tututumu/ Yüksel Akkaya
Darbe şakşakçıları vazife başında!
 Gelişen saldırıları göğüslemek için
Devrimci birleşik mücadelenin artan
önemi / Orta sayfa
  Ulucanlar anmalarından
  Emekli-Sen Kartal Şube Başkanı Emir
Babakuş'la 7 Ekim mitingi üzerine
konuştuk
  Ders din kültürü ve ahlak bilgisi... Konu
Kneipp kürü!
  Türkiye Sosyal Forumu
etkinliklerinden
  Genel-İş Sendikası işyeri temsilcisi Göker
Şahin ile sınıf hareketinin durumu ve İstanbul İşçi Kurultayı’nı konuştuk
  Gürcistan: NATO-Rusya çekişme arenası
  Ortadoğu'da savaş cephesini genişletme
tehditleri!
  Meksika'da öğretmenlerin grevi sürüyor
  Brezilyaída başkanlık seçimleri ikinci
tura kaldı.
  Sorgulanan Doğu
  ESP ile dayanışma eylemlerinden
  Mücadele Postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın


 

Düzen ordusunun dizginleri ele almaya yönelik çıkışları

83. kuruluş yıldönümünü geride bırakmaya günler kala burjuva sınıf cumhuriyeti, bir kez daha çözülmemiş temel ve tarihsel önemde sorunların, bu sorunlar temelinde gitgide şiddetlenen çatışmaların yolaçtığı yeni bir güncel siyasal bunalımın eşiğine gelip dayanmış bulunuyor. Ve bir kez daha bizzat kendi eliyle daha da tırmandırdığı bu bunalımı çözmek üzere ordu, tüm varlığıyla siyasal gündeme ağırlığını koymuş bulunuyor.

Ordunun 2 Ekim itibarıyla tüm cephelerden yürürlüğe koyduğu karşı saldırısını sonuç alıncaya kadar sürdüreceği kesindir. Eğer sözkonusu olan, mevcut bunalımı atlatmak ve sorunları geçici olarak bastırmaksa, karşısında güçlü ve etikli bir devrimci muhalefet odağının halihazırda olmaması nedeniyle bunu elbette başarabilir. Fakat, mevcut durumu atlatmanın, bir kez daha kaba kuvvetle bastırmanın ötesinde sorunları düzen sınırları içinde bile olsa asgari bir çözüme kavuşturmak sözkonusu edilecekse, bunu asla başaramayacaktır. Zira bunu başarması için herşeyden önce sermayenin geleneksel politikalarını ve geleneksel araçlarını (bu bağlamda orduyu) bir yana bırakması ya da en azından ikinci plana atması gerekmektedir. Oysa, tam da çözüm diye sarılınan politikanın özü ve esası, geleneksel gerici yaklaşım ve araçlarda olduğu gibi ısrardan ibarettir. Dolaysıyla ordu eliyle yürürlüğe konulan saldırılarda alınmak istenen sonuçlar, daha konjonktürel bir mahiyet taşımaktadır.

Bunlar özetle şöyle ifade edilebilir:

Birincisi; Recep Tayyip Erdoğan'ın Çankaya'ya çıkma hesaplarının boşa çıkarılması, bir dizi konuda geri adım attırılarak AKP'nin iyice zayıflatılması ve bir dahaki seçimlere yeni bir hükümet alternatifinin (bu alternatif bir süredir Kızılelma Koalisyonu olarak telafuz da ediliyor) hazırlanması. Bir anlamda ordu AKP'yi erken bir tarihte, henüz elindeki olanakları kullanmadan bir savaşa zorlamaktadır. Dolayısıyla cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlere kadar açtığı taarruz ateşini azaltmadan sürdürecek, gerekirse iplerin tümden kopmasını göze alacaktır. Bunun en son kanıtı, ABD'ye gitmeden önce Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ile görüşen ve “gerilimi tırmandırmayalım” diyen Erdoğan'ın bu önerisinin hiçbir biçimde dikkate alınmamasıdır, PKK konusunda ABD ile yürütülen görüşmelerde Erdoğan'ın elini zayıflatma pahasına kendisinin ve partisinin irticai tehdidin adresi olarak hedef gösterilmesidir.

İkincisi; Kürt sorunu konusunda tüm diğer muhatapların (AKP, bir yere kadar ABD, muhalefet güçleri ve AB) ve açılımların (PKK'nin silah bırakarak siyasallaştırılması, Kürt sorunu konusunda yeni bazı tavizler vermek anlamına gelecek hakların tanınması vb.) karşısında geleneksel gerici yaklaşımın (tek devlet, tek dil, tek bayrak, tek millet) dayatılması ve sürdürülmesidir. Bunun için gerekirse içerde kirli savaşın daha da tırmandırılmasıdır. Bu konuda ordunun ABD ile iplerin büsbütün kopmasına yol açacak bir sonuç dışındaki tüm diğer seçenekleri sonuna kadar zorlayacağı, PKK'nin ilan edilen ateşkese verdiği son yanıtta bir kez daha görülmektedir.

Ve üçüncüsü; gerek “bölücü terör” gerekse “irticai tehdit”e karşı mücadeleyi öne çıkararak konumunu sağlamlaştırması, tüm toplumsal muhalefete karşı sert önlemlerin alınmasıdır. Şimdiden ipleri eline almaya başladığı ortadadır. Öte taraftan bizzat AKP eliyle bir baskı rejimi uygulamak için gerekli olan yasal düzenlemeler zaten yapılmış bulunuyor. Yeni TMY orduya fazlasıyla bu olanağı tanıyor. Kastettiğimiz şey bu türden yeni bir yasal çerçeve değil, bizzat pratik uygulamadır; ki devrimci örgüt ve faaliyetlere dönük son saldırılarla bu yolda pratik adımları atmış da bulunuyor.

Ordu-AKP çatışması olarak yansıyan ve yansıtılan, gerekçesi “irtica ve bölücü tehdit”in artması olarak gösterilen sözkonusu bunalım, gerçekte ne yalnızca yansıtıldığı gibi klikler arasındaki egemenlik çatışmasıyla sınırlıdır ve ne de yenidir. Taşıdığı ağırlık ne olursa olsun bunlar, ne yalnızca Türkiye'ye özgü sorunlardır, ne de dünyanın herhangi bir yerinde burjuva iktidarı koşullarında kesin bir çözüme kavuşturulabilir. Denebilir ki, Türkiye'ye özgü olan, öncelikle bu sorunların başından itibaren bir rejim sorunu olarak, ortaya konulduğu gibi korunmaya çalışılmasıdır. Yani Kürt sorunu konusunda katı gerici yaklaşımın-inkarcılığın sürdürülmesi, bu konuda hiçbir esnemenin gösterilememesidir. Laiklik konusunda ise sermayenin yıllardır uyguladığı oportünist politikanın gelinen yerde daha fazla ayaklarına dolanmasıdır.

“Bölücü terör ve irtica tehdit” olarak kodlanan sorunlar, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren gündemde olan temelli sorunlardır.

Birincisinin, yani burjuva gericiliğinin resmi ifadesiyle “bölücülüğün” gerisinde, Kürt halkının zora dayalı olarak köleci ulusal boyunduruk altına alınması, böylece her türlü ulusal hak ve özgürlükten yoksun bırakılması, ve nihayet, bunun ne pahasına olursa olsun böyle sürdürülmek istenmesi vardır. Dolayısıyla “bölücülük” olarak kodlanan sorun, Kürt halkının ulasal köleliğe karşı özgürlük ve eşitlik istemleriyle mücadeleye atılmasından başka bir şey değildir. Sorun bu nesnel kaynağı ve muhtevasıyla tanınmadığı ve bu temel üzerinde bir çözüme kavuşturulmadığı sürece, “bölücülük” diye kodlanan sorun burjuva sınıf düzeninin ayaklarına dolanmaya devam edecektir. Sorunun karmaşık yapısı ve oluşturduğu bunaltıcı ağırlık, bugün kendini egemen sınıflar arası çatışmalar ve çatlaklar biçiminde de göstermesine yolaçmaktadır. Fakat bu hiçbir biçimde bu sorunun özü ve esası yönünden, Kürt halkı ile bütün bir burjuva gericiliği arasındaki bir çatışma konusu olduğu gerçeğini örtemez ve değiştiremez.

Askeri darbelerin gerekçelerinden biri olarak gösterilen “irtica tehlikesi” ya da laiklik için durum kuşkusuz mahiyeti bakımdan daha farklıdır. Burjuva cumhuriyetinin kuruluşu gerçek bir demokratik devrimin ürünü olmadığı için Ortaçağ ürünü yapı ve ilişkiler gücünü ve etkisini büyük ölçüde sürdürmüş; dahası burjuvazi, dinin kullanımında olduğu gibi, bu yapı, ilişki ve ideolojileri kendi iktidarını güçlendirmenin araçları olarak ayrıca beslemiş ve yaşatmıştır. Elbette burjuva cumhuriyet, hiç değilse kuruluşun ilk yıllarında, saltanatın ve hilafetin tasfiyesinin bir uzantısı olarak, güdük kalan bir dizi reformla dinin siyasal ve toplumsal yaşam içindeki ağırlığına belli ölçülerde sınırlama yoluna gitmiştir. Ama gürültülü tarihsel iddialarının aksine, uygulamaya koyduğu gerçek anlamda bir laiklik olmamış, dinle devlet işlerini her alanda ayırmak yerine dinin devlet denetimi altına alınması yoluna gidilmiştir. Bununla amaç, burjuvazinin çıkar ve ihtiyaçlarına uydurularak ehlileştirilmiş bir din aracılığıyla, işçi ve emekçi yığınları bu geleneksel ideolojik silahla denetim altına almak olmuştur.

Nitekim burjuvazi, özellikle 1950'lerden itibaren, bu geleneksel gerici silahı daha etkin bir biçimde kullanmaya başladı. Ve ‘60'lı yılların sosyal uyanışının ardından, dinsel gericilik bizzat burjuvazi tarafından her yolla güçlendirildi, örgütlendi ve ilerici toplumsal muhalefet karşı seferber edildi. Burjuvazi için din artık devrime karşı bir dalgakırandı ve bu konudaki akılları ona bizzat Amerikan emperyalizmi veriyordu. Gelişip büyüyen işçi sınıfı hareketi ve yükselen sınıf mücadelesi karşısında, dinin ve dinsel gericiliğin kullanılması burjuvazinin elinde artık resmi bir devlet politikası halini almıştı. ABD emperyalizminin komünizme karşı yeşil kuşak oluşturma projesi çerçevesinde dinsel gericiliğe verilen destek ayrıca güçlendirildi. İmam hatip okulları açıldı, tarikatlar ve cemaatler palazlandırıldı, ülkenin dört bir yanında Kur'an kursları açma yarışı başladı vb. Bunun devrimci hareketi ve toplumsal muhalefeti ezen 12 Eylül faşist darbesinin ardından muazzam boyutlar kazandığını biliyoruz.

Bugün de aynı politikalardan vazgeçilmiş değildir. Fakat geçmişten farklı olarak son 15 yıldır dinsel gericilik, hükümet olacak kadar palazlanmış, sahip olduğu oy tabanını genişletmiş ve belli sermaye kesimlerinin desteğiyle gücünü artırmış ve işte böylece rejim için bir sorun kaynağına dönüşmüştür. Din ve dinsel gericiliği kendi gelişimlerine dayanak yapan partiler, devletin denetiminden çıkmak ve dahası devlete egemen olmak yönelimi içine girmişlerdir. Bugün dinsel gericiliğin temsilcisi durumundaki bir parti hükümettedir. Bir dizi alanda hükümet olmanın olanaklarını taban ve taraftarlarının hizmetine sunmaktadır.

AKP şahsında hükümette olan bu partinin orduyu geri plana iterek, rejimin esneklik marjını genişletmeye çalışması ve gerek AB, gerekse ABD ile ilişkiler planında daha fazla öne çıkması ise bardağı taşıran son damlalardır. İşte, “irticai tehdidinin artması” olarak gösterilmeye çalışılan şeyin özü-esası da bundan ibarettir. Elbette bu kadarı bile yeni bir bunalımın boy vermesine, ordunun iktidar dümenini yeniden tam olarak eline almak üzere harekete geçmesine yetmektedir.

Tarihsel ve toplumsal kökleri olduğu gibi duran sorunların yol açtığı ve şiddetlendirdiği bunalım, iktidar iplerini elinde tutan egemen çevreler tarafından bir kez daha şu bildik cümlelerle tarif ediliyor: “Türkiye cumhuriyeti irticai ve bölücü tehdit ve tehlike altındadır. İç ve dış mihraklar, terörist odaklar Türkiye'yi bölüp parçalamak, cumhuriyetin kuruluş ilkelerinin içini boşaltmak istiyorlar”. İstisnasız olarak son dönemdeki bütün resmi açılışlarda (Harb Akademileri, üniversiteler, yargı kurumları, meclis) yapılan konuşmalar, verilen resmi beyanatlar burjuva rejimini kurtarmak için bölücülüğe ve irticaya karşı mücadele görevine yapılan vurgularla bitirildi. Tehlikede olan rejimin yegane bekçisi olan orduya methiyeler düzüldü/düzülüyor. Sermaye medyası ve onun satılık yazar takımının önemli bir çoğunluğu bir kez daha postal yalayıcılığı görevlerini ifa etmek üzere kalem oynatıyorlar vb.

Sonuç olarak, yönetime el koymak üzere orduya açıktan çağrı çıkarmak dışında, klasik askeri darbelerin ön günlerini hatırlatan bir mizansen ve bir siyasal atmosfer yaratılmış bulunuyor.* AKP'nin gerici bir takım hesaplarla attığı adımlar (kadrolaşma, kayırma, bazı sınırlı gerici uygulamalar vb.) elbette bu atmosferin oluşturulmasında önemli bir rol oynamaktadır. AKP'nin özellikle emniyet ve polis teşkilatında hatırı sayılır bir düzeyde kadrolaşması, buradaki imkanlarına yaslanarak orduyu yıpratan bir takım girişimlerde bulunması, elbette orduyu fazlasıyla rahatsız etmekte, harekete geçmeye zorlamaktadır. Fakat asıl gerekçe, abartılarak verilen bu bir takım sınırlı örnekler ve girişimler değildir. Bugünkü koşullarda AKP hükümetinden kaynaklanan bir irticai tehdit ve tehlikeden bahsedilemez. O attığı geri adımlar, döne döne aldığı korkakça tutumlarla, bu konuda sınırı aşmayacağını fazlasıyla göstermiş bulunmaktadır.

Öte taraftan “bölücü terör”ün yegane adresi olarak gösterilen PKK'nin ise gelinen yerde ne bağımsızlık gibi bir programı ve hedefi ne de savaşı daha fazla sürdürmek gibi bir niyeti sözkonusudur. Son 7 yıllık süreçte düzenle uzlaşma yolunda attığı geri adımlarla, bütünüyle düzen içi talepler üzerine inşa ettiği programla ve nihayet hiçbir koşul öne sürmeden 1 Ekim'de ilan edilen ateşkesle PKK, Kürt sorununun düzen içi bir çözümüne herzamankinden daha yakın ve hazır olduğunu göstermektedir.

Fakat tüm bu geri adımlara, düzen içi çözüm arayışlarına rağmen ordu, irticai tehdidin yanısıra bölücü terörün arttığını ileri sürerek, Kürt halkına karşı topyekûn bir savaş ilan etmektedir. PKK'ye koşulsuz biçimde teslim olmak dışında, hiçbir seçenek tanımamaktadır. Kürt halkının en küçük bir hak talebini panzerlerle ezeceğini ilan etmektedir. Pazarlık bir tarafa hiçbir esneme payı bırakmayan, sırf var olmak için bile PKK'yi ve Kürtler'i yeniden savaşa itecek bu katı tutumu nasıl açıklamak gerekir? Bazılarının iddia ettiği gibi tüm bunları, ABD'nin Kürt politikasına karşı katı ulusal politikada ısrar eden ordu içindeki bir kanadın dayatması ya da ABD'ye karşı Avrasya seçeneğinde ifadesini bulan bir dış politika değişikliğinin ürünü olarak görmek safsatadan öte bir anlam taşımaz.

Hızla gelişen olayların ardından patlak veren sözkonusu bunalımın Tayyip'in ABD ziyaretiyle adeta zincirlerinden boşanırcasına ortalığa serilmesi elbette bir rastlantı değil. Zira, mevcut bunalıma yol açan sorunlar, gelinen yerde ABD ve diğer emperyalist ülkelerin de taraf olduğu çok kapsamlı bir mahiyet kazanmış bulunmaktadır. Gelinen yerde sermaye iktidarı bu sorun konusunda tek söz sahibi olma konumunu da, şimdiye kadar gözü kapalı verilen emperyalist desteği de yitirmeye başladığının farkındadır. Denilebilir ki, sermaye iktidarı şimdi bu avantajlarını korumak üzere son bir hamle yapmaktadır. ABD'nin askeri taşeronluğu karşılığında Kürt sorunu konusunda emperyalist bir çözüm çerçevesinde mümkün olan en büyük kazanımı elde etmeye çalışmaktadır. Bunun anlamı, savaş taşeronluğu görevi karşılığında ABD'yi içerde kendisine en makul gelen bir çözüme ikna etmektir. Daha baştan geleneksel yaklaşımdan taviz verdiği koşullarda, pazarlık marjının azalacağını düşünen ordu işte bu yüzden bu konuyu Bush'la görüşmek üzere yola çıkan Erdoğan'a bırakmak istemedi. Bir anlamda asıl mutahabın kendisi olduğunu göstermiş oldu. Ve asıl pazarlığı Genelkurmay Başkanı Büyükanıt'ın yakında gerçekleştireceği ABD ziyaretine bıraktı. Asıl uşağın bu arada içerdeki konumunu daha da sağlamlaştırmış olarak efendisinin karşısına çıkmasının kendisi için olduğu kadar elbette efendisi için de apayrı bir önemi var. İçerde rüştünü geçmişten bugüne hep ispatlamış bir sadık uşağın bölgede rol üstlenmesi durumunda, efendi elbette AKP gibi daha tali plandaki piyonlarını gözden çıkarabilir.

(*) Orduya yeni bir karşı saldırıya geçmesi ve iktidar dizginlerini daha sıkı eline alması için yaratılan bu atmosfer elbette bir günde ve kendiliğinden de oluşmadı. PKK'nin 6 yıl sürdürdüğü ateşkesi bozduğu Haziran 2004 tarihinden itibaren bir dizi provokasyon, tehdit ve tertiple mevcut atmosfer, bizzat ordu tarafından yaratıldı. Bayrak provokasyonları, linç girişimleri ve Şemdinli bombalamalarının son halkası, 12 Eylül'de Dıyarbakır'daki bombalamalarla sürüyor. PKK'nin 1 Ekim'de ilan ettiği koşulsuz ve tek yanlı ateşkese rağmen, bu tür provokasyonların süreceği açıktır. Zira rejimin bekasını korumak üzere ordunun gitgide daha fazla ön plana çıkması için “bölücü terör” edebiyatı üzerine kurulu bir kirli propagandayı canlı tutacak icraatlara şiddetle ihtiyaç olacaktır.