2 Ağustos '03
Sayı: 30 (120)


  Kızıl Bayrak'tan
  İşbirlikçi sermaye iktidarı ABD'nin kirli savaş jandarmalığına soyunuyor
  İşbirlikçiler gençlerimizin kanını pazarlıyor!
  Sermaye devleti suç ortaklığına hazırlanıyor!
  AB uyum yasalarının gerçek yaşamda geçerliliği yok!
  Terör devletinin tahkimatı "ince" yöntemlerle sürüyor...
  Özelleştirilmesi planlanan KİT'ler en kârlı ve verimli sanayi kuruluşları...
  TEKEL işçileri özelleştirme saldırısına karşı mücadele ediyor...
  İşçi eylemlerinden...
  Deprem öldürmez devlet öldürür...
  Toplu görüşme değil toplusözleşme!..
  Avrupa Birliği daha fazla işsizlik, yoksulluk ve sefalet demektir...
  Birleşik Metal-İş genel kurulları ve metal işçilerinin görevleri/2
  Yeni bir soygun fonu: İşsizlik sigortası
  Irak direnişi emperyalist işgalcileri cephe gerisinde zorluyor
  "Yol haritası" aldatmacasıyla Filistin halkı teslim alınamayacak!
  Almanya'nın Kongo çıkartması...
  Latin Amerika: Amerikan emperyalizmi için büyüyen sorunlar
  Küba'ya boyun eğdiremiyorlar!
  Sağlık-İş Genel Başkanı'nın incileri ve sendika ağalarının gerçeği
  Faaliyetlerden...
  İşbirlikçi olmak istemedim
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Sağlık-İş Genel Başkanı’nın incileri ve
sendika ağalarının gerçeği

Sendikamız Sağlık-İş Genel Başkanı Mustafa Başoğlu bir takvim yaptırmış. Hani bildiğimiz üzere “Atatürk diyor ki”ler vardır ya, başkanın yaptığı da öyle bir şey. Başlık olarak koca harflerle “Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası” konulmuş. Altında biraz daha küçük harflerle “Genel Başkanı M. Başoğlu diyor ki” cümlesi var. Buyurun beraber bakalım ne diyormuş:

“TÜRK’E ve TÜRKİYE’YE
-Köle olmak değil, efendi olmak
-Baş eğmek değil, dik durmak
-Geri kalmak değil, önde olmak
-Yardım almak değil, yardım etmek
-Zayıf kalmak değil, güçlü olmak
-Yalvarmak değil, gururlu olmak
-Emir almak değil, sözü geçer olmak
-Borç almak değil, borç vermek YAKIŞIR”

Kuşkusuz ki hiçbir toplum farklı söylemez ve kendini önde görür. Kendini ayrıcalıklı sayar. Türk ve Türkiye ibareleriyle ırkçı mantığını vurgulaması bir yana, burada söz konusu edilen bizim ülkemiz ve bizleriz. Yani işçi, memur, esnaf, köylü vs. Beni ilgilendiren yönü, bu lafları edenin, yerine göre “vatansever” geçinen bir sendikacı olmasıdır. Okuduğunuzda ne kahraman bir sendikacı diyesiniz geliyor, öyle değil mi? Böyle olup olmadığını anlamak için herbir sözün pratikteki karşılığına bakmak lazım. Bakalım başkan icraattan bir haber verebilecek mi?

Köle olmak değil, efendi olmak... İyi de sorarlar adama, madem ki köle olmamak lazım, kölelik yasası çıkarken bir sendika başkanı olarak ne yaptınız? Hiçbir şey! En çok da sizin gibiler sayesinde köleye çevrildik. Efendi olmak lazım diyorsunuz ama yıllardır emperyalizmin ve yerli uşaklarının kölesi olduğumuz halde kılınızı kıpırdatmıyorsunuz.

Baş eğmek değil, dik durmak... Biz işçiler olarak dik duruyoruz ama aynı şey bu lafı eden kişi için geçerli değil. Zira o efendilerinin ve dilendiği kapıların sahipleri karşısında hep başı eğik geziyor. Şimdiye kadar tanık olmadık, herhangi bir süreçten başınızın dik çıktığına. Emperyalizme göbekten bağımlı bir ülkenin başı dik olacağı da şüpheli ama konuşuyor zavallı.

Geri kalmak değil, önde olmak... Ülke olarak ekonomik, sosyal, kültürel alanlarda yıllardır gerideyiz. Ama biz işçiler en azından mücadele ediyoruz. Ya sizin gibi sendikacılar? Ağalar sadece sermayeye hizmette öndeler!

Yardım almak değil, yardım etmek... Mademki yardım almaya karşısınız, soruyoruz: İMF ve ülkemizi satarak sadaka dilenen uşaklarına karşı neden mücadele etmiyorsunuz? Oturduğunuz yerde yazmakla bu işler olmaz sayın Başoğlu. “Türk Türk”, “Türkiye, Türkiye” diye diye kafa şişirip de “Türk işçisini köle, Türkiye’yi çiftlik” yapanlara gık diyemiyorsunuz. Dahası onlara kolaylık bile sağlıyorsunuz. Nerede kaldı “Türk”lük, “vatan severlik”? Sakın cüzdanınızda olmasın?

Zayıf kalmak değil, güçlü olmak... Sizde güç ne arar? Ya da siz ancak işçilere karşı güçlüsünüz. Güçlü olmak demek, eğilip bükülerek hak dilenmek olmasa gerek. İşçileri köle yapmakta kararlı olan bir düzenin bakanına çiçekler sunmak, önünde el pençe divan durmak güçlü olmak değil zayıflıktır, zavallılıktır.

Yalvarmak değil, gururlu olmak... Şimdi buna gülelim mi, ağlayalım mı? Yıllardır yalvarmak dışında yaptığınız ne var? Şu anki TİS görüşmelerinde hükümete yalvarıyorsunuz, beni işçilere karşı mahcup etmeyin, birkaç kırıntı verin onunla idare edelim diye. Gurur diyorsunuz ama bu ülkenin ABD postalları altında çiğnenmesine sesiniz çıkmadı. Nerede kaldı Türklük gururunuz?

Emir almak değil, sözü geçer olmak... Her gün “işçileri kandırın, oyalayın, bölün, sokağa çıkmasını engelleyin” diye bilmem kaç resmi emir alan kim? Patronların ve sermaye devletinin emir kulu olduğunuzu dünya alem biliyor. Acı ama gerçek bu değil mi? Ülke düzeyinde de durum pek parlak değil. En canlı örneği Pentagon’un Irak’ı ve Ortadoğu’yu ateşe vermek için Türkiye’ye verdiği emirlerdir. Başka da lafa gerek yok. Yerli emir kullarının sözü ise kuşku yok ki bir tek size geçiyor.

Borç almak değil, borç vermek... İyi de bu ülkeyi borç batağına saplayanların başta gelen destekçileri siz değil misiniz? Borç almak bu ülkenin ne tek seçeneği, ne de kaderidir. Borç batağında yüzmenin, İMF’nin, ABD’nin kapısında dilenmenin nedeni, hizmetinde olduğunuz asalakların talan düzenidir. Bunu durdurup tersine çevirmenin biricik yolu ise sermaye düzenine, kapitalizme ve emperyalizme savaş açmaktır. Bu da sizin işinize gelmediğine göre ve hatta bu çarkın dönmesini kolaylaştırmak için uğraştığınıza göre, boyunuzu aşan inciler dökmeyi bırakın artık.

İşçi arkadaşlar, biliyorum bir hayli eğlenceli bir durum ama onların işi bu. Bizim işimiz ise hem bu uşaklara, hem de bu kölelik düzenine karşı birleşerek mücadele etmektir. Bunu Türk’lük etiketiyle değil işçi ve üreten olma bilinciyle yapalım. İşçilerin uluslararası kardeşliğinin gereği olarak yapalım. Emeğin tek birleştirici ortak değer olduğunu unutmayarak yapalım. İşçiye yakışan budur.

Sağlık-İş üyesi bir işçi



Kapitalizmde ilaç sanayii ve insan sağlığı

Emperyalist-kapitalist sistemin tüm uygulamaları insanlık dışıdır. İnsanları aç bırakır, ilaçsız bırakır, savaşlarda katleder. Bazen coplatır, bazen işkencede infaz eder, bazen de ilaç deneylerinde kobay olarak kullanır. Özellikle büyük ilaç tekelleri bunu yaparlar. Kendilerinin geliştirdiği bir mikrobu kobaya aktarır, sonra da tedavisi için gerekli olan buluşu denemeye başlarlar. Bu uygulama yasadışı yapılır, ama bilmesi gereken güçler de bilirler.

Büyük bir pazar alanı yaratmak için kitlesel hastalığa yolaçan virüsleri yayıp sonra da ilacını buluverirler! Alın size koca bir pazar. AIDS ve SARS türü hastalıklar bunun ürünüdür. Bu, kapitalizmin kâr etmek için neler yapabileceğine sadece bir örnektir.

İlaç sanayii büyük tekellerin elinde. İlaç tekelleri uluslararası anlaşmalar yoluyla konumlarını güçlendirmiş bulunuyorlar. Hangi ülkede olursa olsun kurulan bir ilaç fabrikası doğrudan ya da dolaylı olarak bu tekellere bağlanmadan ayakta duramıyor. Patent hakkı gibi, ilacın orijinal molekülünün sahibi olmak gibi gerekçelerle bu işi sağlama bağlıyorlar. Temel kaygı, daha fazla kâr için daha büyük pazar payı.

İlaç tekelleri dünya genelinde amansız bir rekabet içindeler. Dünya ilaç pazarının %51’i ABD şirketlerinin elinde. Bunların sayısı sadece 10. Aynı zamanda ABD’nin en büyük 500 şirketi içinde ilk 15’te yer alıyorlar. Toplam gelirleri geriye kalan 410 şirketin gelirine eşit. Bu veri bile ilacın nasıl bir kâr alanı olduğunu gösteriyor.

Bu tekellerin çıkardığı ilacın daha iyisini yapan ve ucuza satan bir firma düşünün. Böyle olunca diğerinin pazarı daralacak. Tam bu noktada büyük ve güçlü olmanın avantajını kullanıyorlar. Bu ülkelere yönelik dayatmalar ve yalanlarla ucuz olan diğer ilacı yasaklattırıyorlar. Zararlı, yan etkileri fazla vb. gerekçeleri uydurmak oldukça kolay. Birçok ilaç bu yüzden toplatılmış ya da hiçbir zaman kullanıcıya ulaşamamıştır. Oysa kan emici emperyalist-kapitalist sistem, insanın yaşama hakkının kutsallığından dem vuruyor.

İşin hangi boyutlara vardığını anlamak için birkaç gün önce gündeme gelen olaya bakmak yeterlidir. Bir ABD şirketi bir ilaç geliştiriyor. Bu ilacı ABD’de binden fazla çocuk üzerinde deniyor. Durumun ortaya çıkması üzerine yeni kobaylar aranıyor. Bunun için ülkemiz seçiliyor ve 4 ay içinde binlerce çocuk üzerinde deneniyor. Kobay olan çocuklara ne olacağı meçhul. Ürünün tanıtımı reklamlarla öyle bir sunuluyor ki, insanın peynir-ekmek niyetine tüketesi geliyor.

Dikkat edilirse, devletin sağlık sektörü olan hastanelerde bu tekellerin ilaçları kullanılır. Bu tekellerin daimi bir müşterisi de devlettir. Bunlardan da anlaşılacağı gibi bu düzen, her yönüyle insan hayatıyla oynayan, hiçe sayan bir düzendir. Sağlık ve insan için yatırım yapmaz. Oysa parasız ve kaliteli sağlık hizmeti herkesin hakkıdır.

Bir sağlık çalışanı