2 Ağustos '03
Sayı: 30 (120)


  Kızıl Bayrak'tan
  İşbirlikçi sermaye iktidarı ABD'nin kirli savaş jandarmalığına soyunuyor
  İşbirlikçiler gençlerimizin kanını pazarlıyor!
  Sermaye devleti suç ortaklığına hazırlanıyor!
  AB uyum yasalarının gerçek yaşamda geçerliliği yok!
  Terör devletinin tahkimatı "ince" yöntemlerle sürüyor...
  Özelleştirilmesi planlanan KİT'ler en kârlı ve verimli sanayi kuruluşları...
  TEKEL işçileri özelleştirme saldırısına karşı mücadele ediyor...
  İşçi eylemlerinden...
  Deprem öldürmez devlet öldürür...
  Toplu görüşme değil toplusözleşme!..
  Avrupa Birliği daha fazla işsizlik, yoksulluk ve sefalet demektir...
  Birleşik Metal-İş genel kurulları ve metal işçilerinin görevleri/2
  Yeni bir soygun fonu: İşsizlik sigortası
  Irak direnişi emperyalist işgalcileri cephe gerisinde zorluyor
  "Yol haritası" aldatmacasıyla Filistin halkı teslim alınamayacak!
  Almanya'nın Kongo çıkartması...
  Latin Amerika: Amerikan emperyalizmi için büyüyen sorunlar
  Küba'ya boyun eğdiremiyorlar!
  Sağlık-İş Genel Başkanı'nın incileri ve sendika ağalarının gerçeği
  Faaliyetlerden...
  İşbirlikçi olmak istemedim
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
Avrupa Birliği daha fazla işsizlik, yoksulluk ve sefalet demektir...

Çözüm işçi sınıfının devrimci mücadelesi ve enternasyonal dayanışmasında!

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesiyle ülkeye demokrasi geleceği, refah düzeyinin yükseleceği, siyasetin “şeffaf ve temiz” olacağı, bir dizi olumlu gelişmenin yaşanacağı masalı bir süredir topluma anlatılıyor. Bu tartışmalar daha çok patron, hükümet ve ordu temsilcileri arasında yürütülüyor. Yanı sıra kimi sendika, oda, dernek vb. kurum ve kuruluşlar da tartışmalarda taraf olarak bir takım açıklamalar yapıyorlar.

“AB’ye girelim” tartışmasını yürütenler aynı sınıfa mensup olduğu için AB’ye uyum çerçevesinde yapılan düzenlemelerle ilgili tartışmalar da kendi aralarındaki bir takım pürüzler üzerinden sürüyor. Ama hiç biri AB’ye girmek konusunda bir tereddüt yaşamıyor. Sermaye cephesinin AB’ye girmeyi tüm toplumun yararınaymış gibi göstermesi ise tam bir aldatmaca. Bir sermaye partisi olarak AKP hükümeti patronların talep, emir ve çıkarları doğrultusunda yasal pürüzleri ortadan kaldıran bir kukla, ordu ise bu düzenin bekçiliğini yapan asıl koruyucu ve kollayıcı güçtür.

Sömürücü ve asalak patronlar sınıfı ile işçi ve emekçilerin ne ortak çıkarları ne de ortak bir çözümleri vardır. AB’ye girişle birlikte tüm toplumun refah düzeyinin yükseleceği, işsizliğin azalacağı, çalışma yaşamının düzeleceği, ülkeye demokrasi geleceği vb. söylemler AB gibi emperyalist bir oluşumun (Ya da birliğin) emekçiler tarafından sorunsuz kabul edilmesi için yapılan ciladır. Cila kazındığında altından azgın bir sömürü aygıtı ortaya çıkmaktadır.

AB ekonomik yaptırımlara dayalı
emperyalist bir oluşumdur

AB’nin amaçları temel olarak ticaret kuralları ve politikaları ile ilgilidir. AB Sözleşmesi 3. maddesine göre bunlar; gümrüklerin “yasaklanması”, “ortak bir ticaret politikasının” oluşturulması, “malların, insanların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı önündeki engellerin kaldırılması” ve “iç piyasada rekabetin engellenmediğinin garanti altına alınması”dır.

Örneğin AB’nin de desteklediği, hatta Türkiye’nin AB’ye aday olarak kabul edilmesinin şartı olarak gösterdiği “Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu” 5 Haziran’da yasalaştı. Yasayla yabancı sermayenin önündeki pürüzler kaldırıldı. Yasaya göre yabancı yatırımcılar yerli yatırımcılarla eşit uygulamaya tabi tutulacak. Doğrudan yabancı yatırımlar, kamu yararı gerektirmedikçe ve karşılıkları ödenmedikçe kamulaştırılamayacak. Yabancı yatırımcıların Türkiye’deki net kâr, temettü, satış, tasfiye ve tazminat bedelleri, lisans, yönetim ve benzeri anlaşmalar karşılığında ödenecek meblağlar ile dış kredi ana para ve faiz ödemeleri, banka veya özel finans kurumları aracılığıyla yurtdışına serbestçe transfer edilebilecek. Yasa yabancı personel istihdamını sağlamakta, uyuşmazlıklarda yabancı sermayeyi koruyucu hükümler girmektedir.

İMF’yle yapılan anlaşma hükümleri arasında yeralan birçok madde AB’ye uyum çerçevesinde Türkiye’ye dayatılan maddelerle aynı niteliktedir. Kamu hizmetlerinin özelleşmesi, kamunun tasfiyesi, işçi sınıfına kölelik koşulları dayatan yeni iş yasasında yapılan değişiklikler, özelleştirme saldırısı vb. birçok yaptırım bunlara birkaç örnek. AB’ye uyum için dayatılanlarla İMF anlaşmalarının dayattığı yaptırımlar arasındaki benzerliğin bir nedeni de AB ülkelerinin İMF içindeki oy oranıyla ilgili. İMF’ye üye 184 ülke arasında AB ülkelerinin İMF’deki oy oranlarının toplamı %26.85, ABD’nin oy oranı ise %17.10. Bu da demek oluyor ki, İMF’yle yapılan anlaşmalar sadece ABD değil AB emperyalizminin de çıkarıyla örtüşmektedir.

Sermayenin serbest dolaşımı, yabancı yatırım akışının kolaylaştırılması ve teşvik edilmesi AB’ye üyeliğin yaptırımlarından sadece birisidir. Avrupa sermayesinin Türkiye’de faaliyet yürüten şirketlerinin oranı ise yapılan yasal düzenlemelerin nedenini ortaya koymaktadır. Türkiye’de faaliyet yürüten AB ülkelerine ait şirketlerin toplam sayısı 2919’dur. Bu rakam Türkiye’deki toplam yabancı sermayeli şirketlerin yarısından fazlasının AB kökenli olduğunu göstermektedir. Türkiyedeki imalat ve hizmet sektöründeki yabancı sermayenin dörtte biri Avrupa şirketlerine aittir. AB’nin Türkiye’deki çalışma yaşamına ilişkin yapılmasını istediği bütün düzenlemeler, AB şirketlerinin Türkiye’deki faaliyetlerinden dolayı elde ettiği kârları ve kaynak transferini çoğaltmak amacı taşımaktadır. Avrupa sermayesini Türkiye’ye &edil;eken nedenlerin başında Türkiye’nin ucuz işgücü cenneti olması gelmektedir.

AB Avrupa işçi sınıfına eşitlik,
refah ve demokrasi getirmedi

Sermaye iktidarının argümanlarından biri de Türkiye’nin AB’ye girmesiyle işçilerin sağlıklı ve güvenli ortamlarda çalışacağı, yaşam standartlarının yükseleceği, Avrupa’da iş bulma imkanının artacağıdır. Türkiye işçi sınıfı, Avrupa ülkelerinde sosyal güvenlik sistemlerinin, teknolojinin, altyapı ve örgütlülük düzeyinin Türkiye’den daha iyi şartlarda olmasından dolayı bu yalana kolayca inanmaktadır. Şu bir gerçek ki, Avrupa işçi sınıfının yaşam düzeyi Türkiye’ye oranla daha iyidir. Ancak bunun altında yatan nedenlere kabaca bakıldığında, özünde sömürü ve kölelik düzeninin değişmediği görülecektir. Avrupa işçi sınıfının daha iyi şartlara kavuşmuş olması Avrupa ülkelerinde yaşanan kanlı sınıf mücadeleleri tarihinden ayrı düşünülemez. Diğer bir nedenise, Avrupa sermayesinin Türkiye gibi geri kalmış ülkelerin işçi sınıfı ve emekçilerini sömürmesi, sermayenin serbest dolaşımı sayesinde ağır çalışma koşullarına mahkum ettiği ucuz işgücü üzerinden kârlarını artırmasıdır. Türkiye’de bugün İMF vb. emperyalist kuruluşlarla birlikte işçi sınıfına kölelik koşullarını dayatan bütün yasaların altında AB’nin de imzası vardır.

Avrupa ülkelerinde “sosyal devlet” anlayışı Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra gerilemeye başlamıştır. Kapitalizmin yaşadığı bunalım artık gelişmiş ülkelerin ekonomilerini de derinden etkilemekte, Avrupa ülkelerinde sermaye kendi işçi sınıfı ve emekçilerinin kazanmış olduğu haklara göz dikmektedir.

AB’den demokrasi geleceği ise tam bir aldatmacadır. En son Fransa ve Almanya örneğinde olduğu gibi, sosyal haklarının gaspına karşı eyleme ve direnişe geçen emekçilere devlet azgınca saldırmış, günlerce çatışmalar yaşanmıştır. Tüm dünyada olduğu gibi Avrupa’da da hakkını arayanlara karşı gaz bombası, cop kullanılmış, gözaltı ve tutuklama terörü uygulanmıştır.

“İnsanın serbest dolaşımı” yalanı ise DTÖ, G-8 vb. emperyalist kuruluşların toplantıları öncesinde ayağa kalkan kitlelerin, toplantının yapılacağı ülkeye girişine yasak konması ile açığa çıkmıştır. Yine bu gösterilerde uygulanan devlet terörü ve katliamlar, AB’den beklenen “demokrasi”nin ne anlama geldiğini göstermektedir.

AB ülkelerinde işsizlik: Avrupa Sendikalar Konfederasyonu ile Avrupa Sendika Enstitüsü’nün Mart 2003’te yayınlanan raporu Avrupa’da çalışma yaşamının tablosunu ortaya koymaktadır.

2000-2001 yılları arasında %7.8’den %7.1’e gerileyen işsizlik oranı 2002’de artışa geçerek %7.6 olmuştur. AB’de işsizlik gençler arasında genel ortalamanın üzerindedir. 15-24 yaş arasındaki nüfusun %9.2’si işsizdir. Fransa, İspanya ve İtalya’da işsizlik oranlarının % 25-30’lara varan bölümünü genç işsizler oluşturmaktadır.
AB ülkelerinde gelir dağılımı: AB ülkelerinde nüfusun en yoksul olan %20’lik kesimi toplam gelirin %8’ini, en zengin %20’lik kesimi ise %40’ını almaktadır. Nüfusun %17’si yoksulluk sınırında yaşamaktadır. 1999-2002 yılları arasında ücretler ortalama yılda 2.5 ya da 3 oranında artmıştır. Bu gerçek ücretlerde belirgin bir gerileme anlamına gelmektedir. Özellikle Euro’ya geçişten sonra fiyatlarda büyük artışlar yaşanmıştır.
Avrupa ülkelerinde farklılık göstermesine rağmen asgari ücret ortalama 1000 Euro civarındadır. 13 Avrupa ülkesinde düşük ücretle çalışanların sayısı 16.5 milyondur. AB ülkelerinde aldıkları ücret yoksulluk sınırının altında olan emekçilerin toplam çalışanlar içindeki oranı ise %8’dir.

AB ülkelerinde cinsiyet ayrımcılığı: Kadın emekçiler, erkek emekçilerin aldığı ücretin %84’ünü almaktadır. 1995-‘98 yılları arasında geçici istihdamdan sonra işsiz kalma oranı kadınlar için %31, erkekler için %19’dur. (Tablo 1)

AB ülkelerinde iş kazaları: Sadece 1998 yılında 5476 iş kazası ölümle sonuçlanmıştır.

AB ülkelerinde sendikasızlaştırma: 1985-1995 yılı verilerine göre Fransa’da 1985’te %12.2 olan sendikalı işçi oranı 1995’te %8.6’ya düşmüştür. Almanya’da 1985’te %40.5 olan sendikalı işçi oranı 1995’te %35’e düşmüştür. İtalya’da 1985’te %40.2 olan sendikalı işçi oranı 1995’te %30.8’e düşmüştür. İngiltere’de 1985’te %49 olan sendikalı işçi oranı 1995’te %32.1’e düşmüştür.

AB ülkelerinde esnek çalışma koşulları: Başta TİSK ve TÜSİAD olmak üzere Türkiye’deki patron örgütlerinin “AB’ye girelim” tartışmasının gerisinde AB ülkelerinin birçoğunda esnek çalışma koşullarının yasal olarak düzenlenmesi yatmaktadır. Yeni iş yasası için “AB normlarına uygun” demeleri boşuna değildir. Emek-sermaye çelişkisinin söz konusu olduğu koşullarda kapitalist AB ülkeleri de azgın ve dizginsiz sömürü çarkını kendi işçi sınıfı ve emekçilerine dayatmaktadır.

AB ülkelerinde yaşanan tüm teknolojik gelişmeye rağmen işçi sınıfı ve emekçilerin çalışma süreleri, iş akitleri, haftalık tatil süresi ve çalışma saatleri vb. kuralsızdır, esnektir. Kimi AB ülkelerinde farklılık göstermekle beraber haftalık çalışma saati ortalaması 40’tır. (Tablo 2)

Yanı sıra çalışanların %56.8’i gece çalışmasından farklı derece etkilenmektedir. Avrupa’da yaşayan 4 işçiden biri pazar günleri, işçilerin %47’si de cumartesi günleri mesai yapmak zorunda bırakılmaktadır. (Tablo 3-4)




İşçiyi alınıp satılan bir meta haline getiren ödünç işçi uygulaması AB ülkelerinde halihazırda yasal olarak düzenlenmiş bulunuyor. Benzer bir uygulama kölelik yasası ile Türkiye işçi sınıfına da dayatıldı. Madde, TİSK’in Nisan ‘03 tarihli “İş Kanunu Tasarısı ve AB uygulamaları” başlıklı raporunda şu şekilde tanımlanıyor: “Türk çalışma hayatında ödünç iş ilişkisi, 1960’lı yıllardan başlayarak, sermaye yoğunlaşmasıyla sayıları gittikçe artan şirket toplulukları ve holdinglerle çok kullanılan bir yol haline gelmiş, hatta ödünç iş ilişkisini mesleki faaliyet olarak yürütüp gelir sağlamayı amaçlayan girişimcilerin sayılarında da artış olmuştur.”

Raporda AB ülkelerindeki uygulamalara dair ise şunlar söyleniyor: “Ödünç iş ilişkisi çeşitli hukuk sistemlerinde incelendiğinde, bu tür işçi istihdamının hemen her ülkede mevcut olduğu görülmektedir. Bu üçlü ilişkinin hukuki yapısında bir ülkeden diğerine az çok farklılıklar bulunmaktadır. Uygulanan tüm ülkelerde genel görüş başkasına işçi vermenin ya da diğer bir deyimle ödünç işçi istihdam edilmesinin gerek ulusal gerek uluslararası düzeyde firmaların rekabet şansını artırdığıdır.” (Tablo 5).

Görüldüğü gibi sermaye sınıfı ne iş güvenliğini, ne iş güvencesini, ne de işçi sağlığını düşünmektedir. Onların tek kaygısı patronların kârı ve işyeri güvenliğidir.

Yine aynı raporda patron örgütlerinin kıdem tazminatından duydukları rahatsızlık şu şekilde dile getirilmektedir: “Türk iş hukuku sistemi içinde yarım yüzyıldan fazla bir süreden beri gelişen kıdem tazminatı müessesesi kökeninde kıta Avrupası iş hukuku sistemlerinden esinlendiği halde, bugünkü yapısı içinde ve hukuki nitelikleri ile, ülkemizde diğer ülkelerdeki sistemlerden farklı bir özellik kazanmıştır. Kapsamının genişliği, birden çok amaca yönelmiş olması, işgücü maliyetini önemli ölçüde etkilemesi bakımından kıdem tazminatı iş hukuku sistemimizde kendine özgü bir sistem yaratmıştır.” Daha sonra AB ülkelerindeki bazı uygulamalar örnek gösterilmektedir (Tablo 6).

AB üyeliği daha fazla işsizlik, yoksulluk
ve sefalet demektir

Tabloların da gösterdiği gibi işsiz ve yoksul olarak yaşamaya mahkum edilen yine işçi sınıfı ve emekçiler olmaktadır. Avrupa ülkelerinde de çıkarlarının uzlaşması mümkün olmayan karşıt iki sınıf vardır. Orada da hükümetler sermaye için dikensiz gül bahçesi yaratırken, işçi sınıfı ve emekçiler için daha ağır sömürü koşulları ve kölelik getirecek yasal düzenlemeler yapmaktadırlar.

AB’ye uyum adı altında yapılan yasal düzenlemeler ülkedeki zenginlikleri yabancı sermayenin talan, sömürü ve yağmasına açarken, Türkiye işçi sınıfını daha ağır koşullarda yaşamaya mahkum edecek, işsizliği ve gelir düzeyindeki eşitsizlikleri artıracaktır.

Liberal politikalar eşliğinde eğitim, sağlık vb. kamu hizmetleri AB ülkelerinde de paralı hale getirilmekte, kamu harcamaları kısılmakta, özelleştirmeler yaşanmaktadır. Bir yandan kendi ülkelerinde bu saldırıları gerçekleştirirken diğer yandan AB’ye giriş şartları adı altında aday ülkelere yapılan dayatmalarla eğitim, sağlık, ulaşım, haberleşme vb. hizmetler “piyasa” mantığına göre yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’de olduğu gibi AB ülkelerinde de saldırıların yoğunluğu ve kapsamı sınıf mücadelesinin düzeyine göre artmakta ya da azalmaktadır.

AB’de sendikal hareketin durumu

Avrupa’da da işçi sınıfının mücadelesi sendika bürokratları eliyle denetim altında tutulmakta, sendikal ihanet derinleşmektedir. Sermayenin örgütsüzleştirme, yozlaştırma saldırısı AB ülkelerinde de yaşanmaktadır. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun (ETUC) sermayenin yeniden yapılanmasına uyum sağlaması, sermayenin küresel ya da bölgesel oluşumlarının gündemleri ile neredeyse aynı gündemli toplantı ve eğitim çalışmaları düzenlemesi bu saldırıların ne ölçüde başarıya ulaştığının bir kanıtıdır.

Avrupa’daki sendikal hareket bürokratik yapılanmasından dolayı saldırılara karşı bugüne kadar ciddi bir karşı duruş sergileyemedi. Son yıllarda bazı ülkelerde sürece ilişkin karşıtlıklar oluşturma çabasında olan sendika sayısı artmasına rağmen, bu karşıtlıklar genellikle ulusal ya da bölgesel çıkarları koruma temelinde olmaktadır. Bu nedenle sınıf mücadelesini temel alarak sürece müdahale edebilecek bir sendikal hareket henüz bulunmamaktadır.

ETUC’un Ekim ‘02’de Brüksel’de yapılan Yönetim Kurulu toplantısında alınan kararlar, sermayenin saldırılarını “uzlaşma ve diyalog” yoluyla çözme niyetinde olduğunu göstermektedir. Alınan bazı kararlar şunlardır: “Sosyal diyaloğu güçlendirmek için, ‘daimi Avrupa sosyal diyalog yapısı’ oluşturulmalıdır; sözleşmelerdeki temel referans olan ‘serbest rekabeti barındıran açık bir piyasa ekonomisi’, ‘sosyal piyasa ekonomisi’ olarak değiştirilmelidir; AB’nin misyonlarından biri uluslararası ekonomik kurumlarda dış temsili devralmasıdır. AB’nin kendi topluluğu ile ilgili ilkelerini DTÖ, DB ve IMF gibi uluslararası finans ve ticaret kurumlarında da sürdürmesi gerekir.”

Çözüm işçi sınıfının devrimci mücadelesi ve
enternasyonal dayanışmasında!

Türkiye’deki işçi ve emekçi sendikaları çeşitli argüman ve kaygılarla AB’ye giriş sürecine olumlu bakmakta, “emeğin Avrupa’sı” masalıyla işçi sınıfı ve emekçilerin bilincini bulandırmaktadırlar. İster Avrupalı isterse Türkiyeli olsun, işçi sınıfına ihanette ortaklaşmış bu satılmış güruhun “emeğin Avrupası”nı kurmak gibi niyeti bulunmuyor.

Türkiye işçi sınıfı bu hain çetenin laf ebeliğine kanmadan, her türden kapitalist-emperyalist kurum, kuruluş ve birliğe ve onların işbirlikçi iktidarlarına karşı mücadeleyi yükseltmek zorundadır. “Emeğin Avrupası” özlemi, sosyalist bir devrimle gerçekleşecek olan işçi-emekçi iktidarının kurulmasıyla olanaklıdır. İşçi sınıfı ve emekçilerin kendi ülkelerinde yükseltecekleri devrimci sınıf mücadelesi enternasyonal dayanışmanın da gelişmesini sağlayacaktır.