Irak savaşı 2. Dünya Savaşından bu yana emperyalist güçler arasındaki ilişkilerde gelinen yeni noktayı ilk kez olarak açık bir şekilde gözönüne serdi. ABDnin saldırgan politikasına onay vermeyen Schröder hükümeti, izlediği stratejiyle, artık dünyanın tek söz sahibinin ABD olmadığını ortaya koymaya çalışıyor.
Irak savaşı üzerinden iki ay geçmeden Alman emperyalizminin yayılmacı karakterini dışa vuran iki önemli karar alındı. Birincisi, vatan savunması ilkesi yeniden formüle edilerek yeni askeri konsept açıklandı. İkincisi ve daha da önemlisi, Almanyanın inisiyatifi ve Fransanın desteğiyle, Kongoya AB askeri yardım gönderilmesi -BM bayrağı altında!- kararlaştırıldı. 2. Dünya Savaşı sonrasında NATOnun askeri altyapısından bağımsız ilk operasyondu bu ve ABDye karşı Irak savaşı sonrasında diş göstermenin bir ilk fırsatı oldu.
Kongoda istikrarı sağlamak için askeri güç gönderme kararı, soğuk savaş sonrasında Alman emperyalizminin başını çektiği ABnin dünya düzeyinde bağımsız bir askeri güç olarak sahneye çıkmasının ilk işaretlerinden biri. Almanya başta olmak üzere bazı Avrupalı emperyalistler, ABDnin Irak konusunda takındığı tutumu içlerine sindiremediler. Daha sonra BM Irak politikası onaylansa da, bu güçler arasındaki rekabet derinleşti.
ABD emperyalizmi dünya ölçüsünde hegemonyasını pekiştirme politikasını diğer rakip güçlerin ses çıkarmaması sayesinde hayata geçirebildi. Fakat bu durumun uzun sürmeyeceği açıktı, nitekim öyle oldu.
Alman tekelci burjuvazisi kadar son on yılda dünya ölçüsünde hegemonyal etkinliğini artıran başka bir emperyalist güç yoktur. Doğu Blokunun çözülüşünü kendi etki alanlarını genişletme olanağına çevirdi. Dünyada artan kaos bölgeleri onun yayılmacı emellerine uygun bir ortam hazırladı. Balkanlar gibi bölgelerdeki istikrarsızlık, Almanyanın güç kazanmasına hız kazandırdı. Dış görünüşü ile sınırsız tek dünya hegemonyal gücü olarak algılanan ABD gerçekte stratejik bir gerileme içinde iken, Almanya ve AB şemsiyesi altındaki emperyalist tekeller ise yükseliş dönemini yaşıyor.
Zira emperyalist yayılmacılık ve hegemonya ekonomik üretkenlik, ekonomik temeli belli oranda istikrar, gelişme arzettiği oranda uzun sürede mümkündür. Yeni yapılan açıklamalara göre ABDnin 2003 yılı bütçe açığı 450 milyar dolardır. Afganistan ve Irak işgallerinin ABD bütçesine aylık maliyeti 4.8 milyar dolardır. 2. Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomisi içinde Gayri Safi Milli Gelirin %45i elinde tutan ABD, bugün gelinen yerde AB ile aynı orana yani %32 düzeyine inmiştir. Buna İngiltere dahil değildir.
Bu gerçeğin bilincinde olarak ABDye karşı tutumunu belirleyen Almanya, süper güçün yıpranmasını açıktan istercesine, Dışişleri Bakanı Fischerin ağzından NATOnun isteği de olsa Iraka barış için asker göndermeyeceğiz demiş; açıkça belayı aldınız, şimdi sonuçlarına katlanın demeye getirmiştir.
Bu gelişmeler öncesinde Pentagon 1992 sratejik konseptinde Almanyayı açıktan yeni global düşman olarak değerlendirmekten kaçınmıyordu. Almanya ve ABD arasında yaşanan tartışmaların gerisinde, bu güçler arasında dünyadaki egemenlik ve nüfuz alanlarının yeniden biçimlenmesi üzerine adı açıkça konmayan emperyalist rekabet ve çekişme yatmaktadır.
11 Eylül saldırısını kendi konumunu dünya düzleminde daha da güçlendirmenin bir fırsatı gören Almanya, ABDnin istemi olmadan, sınırsız dayanışma söylemiyle hemen askeri yardıma katkı yapmak istediğini duyurmuştu. Birleşik Almanya artık büyük oynamalı, dünya gücü olduğunu kabullenmeli söylemleri, bütün burjuva partilerinin programlarında açıktan yer almaya başladı.
Afganistanın yeniden yapılanmasında ev sahipliği yapmanın yanında, DaimlerBenz gibi Alman tekelci grupları ekonominin inşasında önemli sorumluluklar üstlendiler. Bilindiği gibi İSAF işgal güçleri büyük oranda Almanyanın yönetiminde bulunmaktadır.
Eski Yugoslavyanın bütün bölgelerinde binlerce askeri personeliyle Almanya, bugün Balkanlarda en önemli emperyalist güç durumunda. Bu gelişmelere paralel olarak, parlamento bütçe komisyonu, 21 Mayısta aldığı bir kararla, 8.3 milyar Euroya 60 savaş uçağı -ki bunlar askeri açıdan en üstün silah olarak görülmekte ve ABD askeri gücü karşısında önemli bir denge sağlamakta- satın alınmasını onayladı. 21 Haziranda Selanikte yapılan AB zirvesinde ele alınıp onaylanan AB anayasası taslağının en önemli maddeleri, askeri güç ve dış politika üzerinedir. Savaş tekellerinin artan etkinliği artık kamuoyuna doğrudan yansımaktadır.
Bu gelişmelere uygun olarak Almanya, yeni askeri konseptini parlamentoya sunarak onaylattı. Bu konsept, son on yılın bütün hükümetleri tarafından yapılan hazırlıklar ve çalışmalar sonucunda ortaya konmuştur. Tekellerin egemenliği ve yayılmacı karakteri, zorunlu olarak, dış politika ve askeri stratejinin yeniden yapılanmasını gerektirmektedir.
Peki bu yeni askeri konsept neyi içeriyor? Alınan ilk kararda ordunun modernleştirilmesi çerçevesinde şimdiye kadar anavatan savunmasını temel alan yapılanmanın (bazı askeri kompleksler) tasfiye edilerek yerine, Bush yönetimine benzer bir biçimde, caydırıcı savaş konseptine uygun bir sistemin oluşturulması öngörülmekte.
Caydırıcı savaş konsepti esasta, devlet organizasyonu dışı politik aktörlere ve teröristlere karşı istikrarı korumak için uygulanan militer önlemleri içermekte. Almanyanın birleşmesinden sonra gündeme gelen yeni askeri konsept, ilk kez 1992 yılında CDUlu savunma bakanı tarafından formüle edildi. Buna göre, Almanyanın güvenlik çıkarları, serbest dünya ticaretinin korunması, dünya pazarına ve hammaddelere yönelik sınırsız hakta ifadesini bulmaktaydı.
Bugünkü hükümetin konseptinde ise bu şöyle ifade ediliyor. Alman ekonomisi: Dış ticaret boyutu ve buna dayanan dışa bağımlılık, özellikle ulaşım yollarının hassasiyetini ortaya koymaktadır. Yani şimdiye kadar anayasanın 87. maddesi gereğince sadece savunma amaçlı kullanılması öngörülen Alman ordusu, bundan böyle, Almanyanın güvenlik ve diğer çıkarlarının gerektirdiği her yerde aktif görev yapabilecek. Örneğin bugün Afganistan, Bosna ve Kongoda olduğu gibi. Savunma Bakanı Struck bu konuda şöyle diyor: Bugün dünyada artık ulusal barış adaları yoktur. Savunma artık coğrafik olarak sınırlandırılmaz.
Alman Barış Kurumunun sözcüsü Jürgen Grässling, yeni kitabında bu yeni konsepti, 2. Dünya Savaşından sonra Almanyanın en saldırgan askeri programı olarak niteliyor. Alman ekonomisindeki olumsuz gelişmeler bir yana, Alman tekelci grupları dünya basınında palazlanan en saldırgan kesimi oluşturmaktadır. 11 Eylül sonrasında ve son olarak Irak savaşı arifesinde, emekçilere yönelik yeni kapsamlı ve yoğun saldırılar yürürlüğe konuldu.
Alman emperyalizminin, yeniden sahneye çıktığı ve güç dengelerini zorladığı bir dönemde, emperyalistler arası artan savaş tehlikesine dikkat çekmek ve emekçi sınıfları bu bilinçle eğitmek bugün daha da önemlidir.
Ekonomik kriz nedeniyle Alman burjuvazisi tüm diğer kapitalist ülkelerin burjuvazileri gibi krizin faturasını işçi ve emekçilere çıkarmak için bir dizi saldırı paketini gündeme getirdi. Bu saldırılar yakından incelendiğinde sistemin çarkının kapitalistlerin çıkarına işlediği gün gibi ortaya çıkıyor. Bir yandan yatırımlara teşvik adı altında kapitalistlere tanınan imtiyazlar, diğer taraftan global rekabet koşulları gerekçe gösterilerek işçilere ve emekçilere yönelik saldırılar bu sistemin temel işleyişinin bir sonucudur.
Alman sağlık sigortası sisteminde yapılan reform sonucu hastalar artık doktor ziyaretlerinde 15 Euroluk bir ücret ödemek zorundalar. Yapılan reforma göre artık diş protezleri sigortalar tarafından karşılanmayacak, hastalar bu temel ihtiyaçlarını kendileri karşılamak zorunda kalacaklar.
Bunlar bu saldırının bir ayağı iken, diğer ayağı daha da ilginç. Kapitalistler kendi kârlarını baltalayacak her girişimi başarıyla geriye püskürtüyorlar.
Bu girişimlerden biri, birçok çevre tarafından yıllardır talep edilen, pozitif liste adıyla anılan ilaç listesidir. Bu düşünceyi savunanlara göre, Alman piyasasında sayısı 40 bini bulan ilaç çeşidinden dolayı ilaç tercihinin zor olduğu, doktorların bu kadar ilaç hakkında bilgi sahibi olamayabilecekleridir. Öneriye göre piyasadaki bu ilaçlar arasında en etkili olanların listesi çıkarılacak ve bunların ücretleri sağlık sigortaları tarafından karşılanacak. Bu düşünceyi savunanlar İskandinav ülkeleri ve Büyük Britanya piyasalarında yalnız birkaç bin ilaç çeşidinin bulunduğunu, bunun da bu ülkelerin ihtiyaçlarını karşılamaya yettiğini ileri sürüyor. Doktorlar ilaç çeşitlerinin çokluğundan dolayı tanınmış tekellerin bilinen ilaçlarını yazıyorlar. BAYER Tehlikelerine Karşı Koordnasyon adlı oluşumdan Jan Pehrke bunu şöyle eleştiriyor: Gelecekte de en faydalı ilaç değil, en fazla reklamı yapılan ilaç yazılacaktır. BAYERin faydasız diyabet ilacı Glucobay gibi ilaçlar sigortalara yıllık yüz milyonlarca Euroluk yük olmaya devam edecekler. Jan Pehrkenin ifadesine göre, ilaç tekelleri pazarlama için araştırmanın iki katı para harcıyorlar.
90lı yılların başında eski sağlık bakanı CDUlu Horst Seehofer bir pozitif ilaç listesi çıkarma teşebbüsünde bulunmuş, fakat sonra listesini parçalanmış halde ilaç sanayi başkanı Hans Rüdiger Vogele doğum günü hediyesi olarak sunmuştu. Pozitif ilaç listesi düşüncesine karşı çıkanların başında Araştırmacı İlaç Üreticileri Birliği bulunuyor. Bu birliğin kurucuları BAYER, Hoechst ve BASF gibi tanınmış tekeller. Kurumun yöneticisi BAYER tekelinin eski hukukçusu Cornelia Yzer. Birlik bundan önceki pozitif ilaç listesi girişimlerini serbest rekabeti engellediği gerekçesiyle milyonluk davalar açarak engellemeyi başardı. Cornelia Yzer ilk pozitif ilaç listesi girişiminin engellenmesinden sonra sağlık bakanlığında görev aldı ve bugüne kadarki girişimleri engelleyebildi.
BAYER tekelinin diğer bir dostu da şimdiki süper bakan; eski Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti Başkanı SPDli Wolfgang Clement eyalet başkanlığı döneminde pozitif ilaç listesini federal konseyde engellemişti. SPD-Yeşiller koalisyon ortaklığı maddelerinden biri olan pozitif ilaç listesi böylelikle en azından koalisyonun SPD kanadı için gündemden çıkmıştı.
Geçmişte pozitif ilaç listesi için mücadele eden Berlin Hekimler Odası Başkanı Ellin Huber çabasından vazgeçişini gerekçelendirirken, İlaç tekellerinin ekonomik gücü karşısında pes ediyorum diyor.