03 Mayıs'03
Sayı: 17 (107)


  Kızıl Bayrak'tan
  İşçi sınıfı kazanılmadan 1 Mayıslar kazanılamaz!
  İstanbul'da 1 Mayıs...
  Ankara'da 1 Mayıs...
  Ankara'da 1 Mayıs'a yoğun gençlik katılımı...
  Türkiye'de 1 Mayıs...
  İzmir'de 1 Mayıs...
  1 Mayıs eylemlerinden...
  Irak halkının direnişi işgalcilerin planlarını bozacak!
  Irak'ta yeni bir Vietnam sendromu korkusu
  Kölelik yasası TBMM Genel Kurulu'na geliyor...
  Özelleştirme yağmasına karşı topyekûn mücadeleye!
  1 Mayıs dünya ölçüsünde yaygın ve kitlesel gösterilerle kutlandı
  Almanya'da 1 Mayıs...
  Dünyada 1 Mayıs...
  Depreme değil çürümüş düzene isyan!
  Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan...
  1 Mayıs çalışmalarından...
  1 Mayıs çalışmalarından...
  1 Mayıs çalışmalarından...
  İsviçre'de Ekim Gençliği kampı...
  Devrim davasının yenilmez neferi Hatice Yürekli'yi andık...
  İmparatorluğun şeytani dehası: Irak yeniden ayağa kalkacak mı?
  Bıji 1 Gulan!
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın

 
İmparatorluğun şeytani dehası:
Irak yeniden ayağa kalkacak mı?

Savaş, öncesinde ve başladığında, milyonlarca ABD yurttaşı tarafından protesto edildi, ancak ABD savaş makinası Irak’ı fethetmeye yöneldiğinde, hareket de düştü, protestocuların sayısı binlere indi ve çoğunlukla da kararlı militanlardan oluşur bir hale geldi. Savaş karşıtlarının yerini, araba antenlerinden ve evlerin ön cephelerinden sallandırılan yüz binlerce ABD bayrağı aldı. Kamuoyu yoklamaları nüfusun dörtte üçüne yakın bir kısmının Bush’un savaşını desteklemekte olduklarını gösteriyor.

Açıkça görülmektedir ki, hızlı askeri fetih ve ABD’nin Irak’ta giriştiği yıkım, Bush’a ve savaşa yönelik akıldışı, şovenist bir destek dalgası yarattı. Kaltak başarı tanrıçası -bu, “başarılı” bir soykırım bile olsa- Birleşik Devletler’de bir destekçiler güruhuna sahip. Bu da ABD’deki savaş karşıtı hareket ve popüler duyarlılıklar hakkında bir dizi tatsız ve zor soru yaratmaktadır. Savaş öncesi muhalefeti, yükselmekte olan “yeni bir moral güç” olarak yüceltmiş olan aydınların yanılmış oldukları açıktır. Savaş bir kez başladığında birçok savaş karşıtı çark edip savaşı destekledi. Daha kalabalık bir güruhsa, Irak yenilip, Irak toplumu yıkılıp, Iraklılar aşağılandığında dışarılara çıkıp bayrak salladılar. Savaş, bazı ilerici aydınların umut ettiği gibi muhalefeti yükseltmedi, askeri başarı protestoyu azalttı ve şovenis duyarlılıkları yükseltti. Üstelik Bush, Rumsfeld, Wolfowitz ve diğerleri yağmacıların ve örgütlü çetelerin tüm toplumu yağmalamalarına izin verdiklerinde, artık popüler öfkeden eser bile kalmamıştı - sadece az sayıda profesyonel arkeolog ve yaratıcı, insanlığın uğradığı bu kayıpları lanetlediler.

ABD barış hareketinin, özellikle de ordu Bağdat’ı işgal ederken ve fethederken ortaya çıkan bu çöküşü ve hatta savaşa onay vermesi nasıl açıklanabilir?

En önemli yegane öğe Irak tarafından yapılacak ölümcül bir “saldırı” korkusunun yerini Bağdat’ın ABD ordusu tarafından fethi ve işgalinin “güvenliği”nin almasıdır. Bir başka deyişle, birçok ABD’li savaş karşıtı, ahlaki ilkeler ya da dayanışma tarafından motive edilmemişti - savaşa karşı çıktılar, çünkü ABD toplumunun ya da askerlerinin olumsuz biçimde etkileneceğinden korkuyorlardı. Bir kez ABD’de ya da Irak’ta ciddi bir misilleme şansı olmadığı, ABD ordusunun tam denetimi sağladığı açıklık kazanınca (Bush işgalden önce Irak’ın etkin biçimde silahsızlandırılmış olduğunu biliyordu), bağlılıklarını pekiştirdiler ve savaş ağalarına destek verenlere katıldılar.

Medya, askeri başarıları ve işgali, ABD askeri ve sivil liderlerinin stratejik dehasının bir ürünü gibi sundu. Medya Iraklılara yönelik tüm teslim alma ve aşağılama girişimlerini, ABD askerlerine ve sivillerine yönelik “tehditi” azaltma girişimi olarak gösterdi. Iraklıların hiçbir kitle imha silahı saldırısında bulunmaması ve başlıca petrol kuyuları ve rejim saraylarına yönelik ABD işgali imgeleri medyada yer aldı ve ABD yurttaşlarının çoğu tarafından iyi ve hoş şeyler olarak kabullenildi. Birçok ABD yurttaşının psikosunda, tehlike eksikliği, bir şovenizm şöleni ve şeytani dehaların yüceltilmesi olarak karşılık buldu. Savaş yanlısı ideologlar ve onların destekçileri yeni savaşların önünü açarken daha da saldırganlaştılar. Şüpheliler ve eleştiriciler savunmaya geçtiler ve bazıları kitlesel yağma, ABD işgalini protesto eden Iraklıların öldürülmesi gouml;rüntüleriyle, hiçbiri Irak’ın dumanı tütmekte olan bir çöplüğe çevrilmesine en ufak bir ilgi bile göstermeyen komşularının ve iş arkadaşlarının azgın şovenist davranışları nedeniyle demoralize oldular. Eğer ABD yurttaşlarının genel kitlesi arasında bu yönde en ufak bir ilgi bile oluşmuş olsaydı ABD’li “kurtarıcıları” “selamlamakta” oldukları varsayılan “kitlelerin”, 5 milyonluk kentlerde yüzleri bile bulmadığını fark etmeleri de mümkün olacaktı.

Devrilen Saddam heykellerinin yerini dalgalanan ABD bayraklarının aldığını ve heykelleri yıkmakta olan bir avuç Iraklının arasında ABD askerlerinin de bulunduğunu görebileceklerdi. Musul, Bağdat, Necef, Nasırıye ve birçok diğer kentte, binlerce cesur Iraklı Saddam Hüseyin’den olduğu kadar ABD’den ve onun atanmış sürgün yardakçılarından da özgürlüklerini talep etmek için ABD silahlarının, tanklarının ve helikopterlerinin üzerine yürüdüler. Ama ABD yurttaşları gururla “fetihçi kahramanlar” (“bizim cesur askerlerimiz”)-eski zalimlerinden ve şimdiki savaş ağalarından özgürlük talep eden barışçı göstericilerin katilleri- üzerine atıp tutmayı sürdürdüler. ABD kamuoyunun çoğunluğu ABD’li bir generalin 23 milyon Iraklıyı yönetmesini tınmıyor. Gazeteler yeni askeri yönetici roluuml;ndeki General Franks’ın işgal kutlamalarını görmekten mutluluk duyuyorlar. ABD yurttaşlarının yüzde 80’e yakını Irak’ın fethedilmesi, yıkılması ve kültürel olarak tecavüze uğramasının değerli bir savaş olduğuna inanıyor. Savaşın meşrulaştırılmasına yönelik tüm resmi girişimlerin yalandan ibaret olduğunun açığa çıkmasına rağmen generalleri ve yönetimi “onurlu” bir savaş yürütükleri için kutluyorlar. Hiçbir kitle imha silahı bulunmadı; El Kaide ile hiçbir bağlantı kurulamadı; sivil nüfusu korumaya yönelik hiçbir girişim olmadı; hastaneler korunmadı. Tersine, ABD işgal kuvvetleri - binlerce yaralı ve öksüz çocuk, kadın, yaşlı ve asker acı içinde kıvranırken ve daha şanslı olanları iyileştirilebilir yaralarıyla hastane koridorlarındaki kan göllerinde can verirken- hastanelerin saldırıya uğramasıa ve ilaç ve ekipmandan yoksun bırakılmasına izin verdiler.

İyimser ilericilerin beklentilerinin tersine, ABD yurttaşlarının büyük çoğunluğu ABD destekli barbarların ve yağmacıların pençelerindeki Iraklıların acılarına karşı tamamen ilgisizdir. Sadece bazı kızgın sanatçılar protesto ettiler. Birçok kent ve kasabada, yurttaşlar “cesur silahlı erkek ve kadınlarımızı karşılamaya” hazırlanıyor, B-bombalarının, füzelerin ve misket bombalarının savaşı bu denli hızla, kesinlikle ve başarıyla... sadece 121 ABD askerinin ölmesi pahasına sona erdirmiş olmasından mutluluk duyuyor. “Suriye’yi getirin”, “İran’ı getirin”. Amerikan Lejyon’u ve Yabancı Savaşlar Gazileri’nin bira lokallerinde, ama aynı zamanda da büyük Yahudi örgütlerinin iyi ayarlanmış ama kışkırtıcı seslerinde, gerçek başkanları Ariel Şaron’un bu sözlerinin yankılandığını duyar gibi oluyorum.

Bu ne bir diktatöre karşı verilen bir “savaş”, ne de hatta Irak halkına yönelik basit, çirkin bir katliamdır, bu bir uygarlığın modern barbarlar tarafından planlı biçimde imhasıdır- evlere, fabrikalara, bürolara, su işleme tesislerine, kamu hizmetlerine doğrultulmuş yüksek teknolojili kitle imha silahlarıyla, 5000 yıllık bir uygarlık ve 30 yıllık bir modern laik Arap devletinin mirasını yok eden ilkel barbarlar ve paramiliter güçleri birleştiren modern barbarlar. Vandallar bir ulusun arşivlerini, kütüphanelerini ve araştırma kurumlarını yok etmek, İslam sanatının değer biçilemeyecek antik kalıntılarının ve mücevherlerinin en ünlü arkeolojik müzelerini soymak, üniversitelerini, okul kayıtlarını, hastanelerini, modern Irak yaşamının olduğu kadar Irak ulusal mirasının en önemli öğelerini detaylandıran belgeleri imha etmek üzere harekete geçtiler. Bu bir halkınkabul gören bir ulus olarak varolması için gereken her şeyin sistematik biçimde yok edilmesidir.

Vandallar tarafından yapılan yağmanın ABD hükümetinin planlı bir siyaseti olduğu şüphesizdir. Washington, savaştan önce, müzelere ve değerli tarihi arşivlere yönelik tehlike konusunda uyarılmıştı. Yine de Washington, Ocak ayında, antika satıcılarıyla, yağmalanan sanat eserlerinin satış ve ihraç kurallarını “özgürleştirmek” üzere görüşmeyi tercih etti. Perlstein ve diğer Amerikan sanat ticareti temsilcileri ABD’den Irak’ın, sanat eserleri ve antikalar konusundaki “korumacı” siyasetini ortadan kaldırmasını talep ettiler. İşgal başladığında ve Irak yurttaşları müzeleri, arşivleri ve hastaneleri korumak üzere ABD’li askerler ve yetkililerle kavgaya tutuştuklarında, dışarı sürüldüler. Yurttaşlar, evlerini ve işlerini vandallardan korumaya çalıştıkları bazı örneklerde, Saddam Hüseyin’in destekçileri olarak Deniz Piyadelerine ikayet edilip öldürüldüler. Dünyanın en büyük savaş suçlusu Rumsfeld her zamanki sinik ve günahkar şakacı üslubuyla vandalları cesaretlendirdi. “Savaştan sonra her zaman yağma olur.” Ve ekledi, “yapabileceğimiz bir şey yoktu...özgürlük kötü şeyler yapma özgürlüğü demektir.”

200 binlik ABD silahlı kuvvetleri büyük kentleri işgal etti, petrol kuyularını korumaya aldı, başkanlık saraylarını zaptetti, şehir merkezlerindeki büyük caddeleri denetim altına aldı -her yerde helikopterler, makinalı tüfekler, tanklar- dünyanın en güçlü ordusu gözlerinin önündeki yüzlerce hafif silahlı suçluyu ve yağmacıyı durduramadı, öyle mi?

Bunun basit bir görmezlikten gelme olduğuna inanmak için insanın fena halde salak olması gerekir. ABD’de süper marketlere yönelik isyan ve yağmalar olduğunda, Ulusal Rezervlere “öldürmek üzere ateş etme” izni verilir... ve onlar da çoğunlukla Siyahları ve İspanyolları öldürürler, ama insanlık mirasını yağmalayan vandalları asla.

Yağma ABD imparatorluğunun mantığını takip etmektedir. Önce yaptırımlar, ülkenin yoksullaştırılması ve yeni kuşağın sağlığıyla oynanması; sonra ekonominin ve altyapının temellerini yok eden savaş; onu paramiliter gruplar tarafından bir uygarlığın tarihsel hafızası, sembolleri ve izlerinin silinmesini amaçlayan yağma izler; ve son olarak da ülkenin bir şeyhler, mollalar, kötü ünlü sürgün kaçkınlar, kabile tiranları ve yerel gangsterler kümesi arasında - ABD generalleri ve ABD deniz piyadelerinin yönetimi altında ve yabancı yöneticiye yaranma gayretindeki sadık polislerin ve yerel görevlilerin koruması altında- paylaşılması. ABD’nin vandalları ve hırsızları kullanma biçimi Lübnan’daki İsrail işgali ve Sabra ve Şatila’daki Filistin sürgünlerinin yağmalanması ve katledilmesi için Maronit milislerinin kullanılması örneğni tekrarlamaktadır. Hastanelerin, okulların, sağlık ve eğitim bakanlıklarının, toprak mülkiyet kayıtlarının ve kültür merkezlerinin yıkımı Cenin, Ramallah ve Nablus’u hatırlatmaktadır - bu şimdi ulusal çapta tekrarlanmaktadır. Emperyal barbarlar “nihai çözüm”ü tamamlamak - gururlu bir tarihi ulusu, bağımlı ve zalim vasalların parçalanmış ilkel beylikleri kümesine indirgememek- için yerel vandalları kullanıyorar.

Güçten sarhoş olan, kitlesel kamuoyu desteğiyle şımaran, Ariel Şaron ve onun Bush yönetimindeki Siyonist yandaşları tarafından kışkırtılan emperyal barbarlar, Irak’ı işgal ve imha etmek için kullanılan aynı formülü yeniden işlemden geçirerek, acilen Suriye ve İran’a yönelik yeni fetihlere hazırlanıyorlar. Emperyal savaşların itici gücü artık petrol değil, İsrail’in bölgesel çıkarları. Yüksek düzey bir CİA analisti bunu ABD Ulusal Kamuoyu Radyosunda çok açıkça dile getirdi... “Irak’tan sonra, ABD’li siyasetçiler İsrail’in bölgenin sorgulanamaz süper gücü olmasını garanti altına almak üzere Suriye ve İran’da rejim değişikliği ya da düzenlemesi peşinde olacaklardır.”

ABD imparatorluğunun “şeytani dehası” ülkeyi hasta etmiştir- hastalık küçük bir yaradan kangrene dönüştü. ABD’nin fetih savaşlarını asker kaybetmeksizin başarıyla sürdürebileceği inancı şimdi Kuzey Amerikalıların genel kitlesi arasında geçerli akçe olmuştur. İmparatorluğun yüksek teknolojili barbarları tasmalarını kopardılar. “Neden yağma ve yıkım?” diye soran hoşnutsuz eleştiricilere, Rumsfeld, “Neden olmasın?” diye yanıt veriyor. “Biz kazandık- Onlar kaybetti.” Rumsfeld, Şaron, generaller ve Washington’daki İsrail yardakçıları Irak halkını sonsuza kadar yenmediler. Yardakçı vasallar, kukla “başbakanlar”, imparatorluk atamalı bakanlar çoktan şüphe çekmeye ya da açıkça reddedilmeye başlandılar. ABD işgal güçleri sokaklardaki tüm “yabancılar”dan ürküyor - çünkü onlar asla savaşmadan fethetmiş olan tek ordu... (her şeyi bombalar onlar için halletti.) Onları bütünüyle reddeden on binlerce Iraklı karşısında paniğe kapılıyor, ateş açıyor, öldürüyorlar ama sivil baskı yükseliyor. Sloganları, “Ne Saddam, ne ABD”, demokrasi ve gelişme için gereken programın tamamı olmayabilir... ama bu bir başlangıç. Irak halkı bir kez daha küllerinden yeniden doğuyor, bu 5000 yıllık bir uygarlık fetih ve ulusal kurtuluşun öyküsü.

James PETRAS
29.04.2003
Çev. Sendika.org



İki fantezi, bir semptom

Ekonomik kriz, savaş, salgın hastalık... Kurulu düzen lime lime... Öyle bir hızla dağılıyor ki, acilen devreye giren fanteziler bile ancak birkaç hafta dayanıyor. Geçen haftalarda devreye giren iki fantezi de bu kaderden kaçamadı: 1) ABD, Irak’taki hızlı ve kesin zaferinden sonra dünya ekonomisini peşine takıp, içinde bulunduğu krizden çıkarıyor. 2) ABD Irak’ta hızla ve kesin bir zafer kazanarak imparatorluk tahtına oturmaya layık olduğunu kanıtladı. Fantezileri hızla dağıtan çürümenin, SARS gibi, kendine özgün semptomları da var.

Zafer heyecanı nerede?

ABD’nin Irak “zaferinin” ardından, piyasalarda beklenen toparlanma gerçekleşemedi, cılız bir canlılık, sonra da sarkma. Dolar da yeniden gerileme trendine oturmuş görünüyor. Çünkü ABD ekonomisinin, dolayısıyla (bu ekonomi halen dünya ekonomisinin büyüme hızının yüzde 60’ını sağladığına göre) dünya ekonomisinin karşı karşıya olduğu sorunlar çok ciddi. Daha önce birçok kez tartıştık.. onun için bu konuda, bir alıntı yapmakla yetineceğim: “Aşırı kredi ortamından, ipotek finansman köpüğünden (gayrimenkul piyasaları -E.Y), istikrarsız türev işlemleri dünyasından, başıboş spekülasyon ortamının gittikçe artan istikrar bozucu etkilerinden geri dönülemez bir noktaya geldik. Bu korkutucu mali spazmlar aslında aşırı derece hasta bir sistemin semptomları. Bir gün bu spazmlardan biri, yaşamsal bir kalp krizine dönuuml;şecek. Karşımızda, aslında işlemeyen bir parasal sistemden ve ne pahasına olursa olsun bunu korumaya kararlı bir merkez bankasından oluşan tarihsel koşullar var” (Prudentbear, aktaran Auerback, 22/04).

Geçen hafta açıklanan veriler de bu tespitleri destekler yöndeydi. ABD ekonomisinin büyüme hızı, 2003’ün ilk dört aylık döneminde, yüzde 1.6’yla beklenen yüzde 2.4’ün çok altında kaldı. Ekonomistler, işsizliğin azalması için en az yüzde 3’lük bir büyümenin gerekli olduğunu söylüyorlar (Bloomberg 25/04). Büyümenin bileşenleri tüketicinin daha az tükettiğini, girişimcinin de daha az yatırım yaptığını gösteriyordu. Diğer taraftan, ABD’de tüketicinin daha fazla tüketmesi, yatırımcının daha fazla yatırım yapması da çözüm değil. Morgan Stanley’in baş ekonomisti Roach’ın birçok kez vurguladığı gibi, daha fazla tüketim dış ticaret açığını körüklüyor ve daha fazla yatırım da aşırı üretim/yatırım (kapasite fazlası) sorununu ağırlaştrıyor. Klasik bir yapısal kriz durumu!

Bu aşırı üretim/yatırım krizinin aşılabilmesi için ABD’nin daralmaya devam etmesi, dünya ekonomisini de ABD dışında bir merkezin peşinden çekmeye başlaması gerekiyor. Ne ki geçen hafta yayımlanan OECD verileri Avrupa’nın şimdilik bu işlevi yerine getirmeye aday olmadığını gösterdi. Yüksek işsizlik, zayıf iç tüketim ve yatırım ortamı ve EURO’nun güçlenmeye devam etmesi EURO bölgesinin hala durgunluktan çıkamadığını, Siemens Genel Müdürü Heninrich von Pierer’in deyimiyle “kapsamlı bir iyileşmenin işaretlerinin henüz hissedilemediğini” gösteriyor. Wall Street Journal’ın bildirdiğine göre önde gelen Avrupa şirketlerinin, 2003, birinci dönemi bilançoları da düş kırıklığı yarattı (25/04). OECD’nin Japonya’ya ilişkin beklentileri de kötümser. Geride, Latin Amerika’nın hala IMF pençesinde kvrandığını düşünürsek Asya ve Çin kalıyor. Bunlar ise Irak savaşının yan etkileriyle ve SARS’la (akut, ciddi solunum hastalığı)... sarsıldılar. World Bank (Dünya Bankası) Doğu Asya’da büyümenin geçen yıla göre bu yıl en az 1 puan düşerek yüzde 5 dolayında kalacağını söylüyor. Morgan Stanley’den bölge analisti Andy Xie’ye göre Çin de SARS’ın etkisini şiddetle hissetmeye bşladı; sert bir duraklama olasılığı giderek artıyor (25/04). Bu ortamda, bir analistin işaret ettiği gibi piyasalar “savaşı da sevmiyor.. zaferi de”. Büyük toparlanma fantezisi de sönüp gidiyor...

Büyük zafer fantezisi de...

ABD’nin büyük Irak zaferi de bir fantezi: Savaşması beklenen taraflardan biri, henüz tam olarak anlaşılamayan bir nedenden dolayı savaşmamaya karar verdi ve anahtar teslim etti. Gittikçe artan veriler ABD’nin, Bağdat’ı rakipsiz askeri gücüne dayanarak değil, Irak üst yönetimiyle yaptığı bir anlaşma sonucunda ele geçirdiğini gösteriyor. ABD’nin arananlar listesine, Irak Enformasyon Bakanı Said Essahaf’ın, Dışişleri Bakanı Naci Sabri’nin, Cumhuriyet Muhafızları komutanı Mahir Sufyan’ın alınmamış olması da çok ilginç. Rusya’nın Irak elçisi de Moskova’ya döner dönmez NTV’ye “Iraklı generallerin ABD ile gizli bir anlaşma yaptığından emin olduğunu” söylemedi mi? (Asia Times 24/03)

Sonuç: ABD bir başka yerde, örneğin Suriye’de veya İran’da, tekrarlanması olanaksız, bir hileyle Bağdat’ı ele geçirdi, bir imparatora layık bir biçimde ordusunu, büyük bir savaştan zaferle çıkararak.. savaş gücünü kanıtlayarak değil. ABD’nin Bağdat’ta düzeni sağlamaktaki yetersizliği, yağmalar ve yangınlar da iktidarsızlığının bir başka göstergesi. İmparatorun bu iktidarsızlığını hemen algılayan Irak halkı da, işgale karşı hızla bir kitlesel direniş geliştirmeye başladı. Bölgeyi sarsacak, herkesi dize getirecek büyük zafer fantezisi beklenenden çok daha hızla dağıldı.

Ve bir semptom

SARS paniği dünyayı sarsıyor, ekonomik krizi derinleştiriyor, medya Irak’ı bırakıp hızla ona odaklanıyor, sokaklarda maskeyle geziliyor, uçaklarda maske dağıtılıyor, insanlar otellere hapsediliyor. Ancak verilere bakınca bu paniği anlamak zor: Geçen altı ayda yaklasık 5 bin SARS olayı görüldü, yaklaşık 270 kişi SARS’tan öldü: Ölüm oranı yüzde 3-5 arasında. Halbuki, dünyada, her yıl nezleden, yalnızca ABD’de 36 bin kişi olmak üzere 250 bin-500 bin kişi ölüyor. Malarya, çoğu Afrika’da olmak üzere, her yıl 3 milyon can alıyor. Tüberkülozdan ölenlerin sayisı da yıllık 2 milyonu geçiyor. HIV’nin 2002 bilançosunda, 610 bin’i çocuk olmak üzere 3 milyon ölüm var (Satya Sagar, ZN ET, 25/04). Özetle, SARS tabii ki önemli bir hastalık, ama Vietnam gibi yoksul ülkede bile, ciddi bir çabayla, hemen denetm altına alınabildiğine göre, önlenemez bir felaket değil.

Öyleyse bu panik neden? Neden olmasın? Bu “küreselleşen” (siz küresel kriz diye okuyun) dünyada, her gün hangi, ekonomik siyasi, sağlık felaketi, hangi bilinmedik delikten çıkıp bizi nereden vuracak endişesiyle yaşamıyor muyuz? İşimizi, sağlığımızı, hatta canımızı korumaya devam edebilecek miyiz? Biri selam vermek için omuzumuza dokunsa içimiz hop etmiyor mu? Tüm bunlar bizi saran toplumsal, ekonomik, kültürel dünyanın artık bizi saramadığını göstermiyor mu? SARS paniği bunun semptomlarından en yenisi değil mi?

Ergin Yıldızoğlu
(Cumhuriyet, 28 Nisan 2003)