1 Mart günü 50 bin civarında savaş karşıtı Ankarada toplanarak ABDnin kirli savaşına hayır dedi. Miting Türkiye genelinde gerçekleştirilen ilk merkezi eylem olma niteliği taşıması bakımından önemliydi. Eylemi önemli kılan diğer bir nokta ise, 1 Mart günü ABD askerlerinin ve askeri donanımlarının Türkiyeye yerleşmesine ve dışarıya asker gönderilmesine olanak sağlayan tezkerenin mecliste aynı gün görüşülüyor olmasıydı. Oldukça önemli ve hassas koşullarda gerçekleştirilen eylem, Türkiyedeki savaş karşıtı muhalefetin niteliğine paralel bir atmosferde gerçekleşti.
Sendikalardan legal reformist partilere, değişik çevrelerden derneklere, meslek odalarından aydın ve sanatçılara kadar geniş bir yelpaze savaş karşıtı oluşumların çatısı altında bulunuyor. Bu kadar geniş bir yelpazeyi içinde barındıran savaş karşıtı muhalefetin ortak paydasını Savaşa hayır! şiarı oluşturuyor. ABD emperyalizminin tüm Ortadoğuya yerleşme hedefi açıkken Irakta savaşa hayır! çerçevesinin aşılamaması, savaş karşıtı eylemliliklerin hedef ve taleplerini darlaştırma riski taşıyor. ABDnin emperyalist kaygılarla haksız ve kirli bir savaşa hazırlandığı bugünlerde emperyalist saldırganlığa ve anti-emperyalist mücadeleye yeterince vurgu yapmamak, savaş karşıtı tutumu insani nedenlere bağlamak bu platformun bir diğer temel eksikliğini oluşturuyor. Bu eksiklikler 1 Mart eylem alanına da yansıyan bir tablo ortaya çıkardı. Buna eylemi düzenleyenve eyleme katılan kurumların ilk elden toparlayabildiği kitleyi alana taşımış olmasını eklediğimizde, 50 bin civarı bir rakama rağmen, katılımın zayıf geçtiği söylenebilir.
Geniş bileşenli platformların bir sonucu olarak değerlendirilebilecek bu durum tek tek bileşenlerin tutumunda da kendini göstermektedir. Eylemi sendikalar cephesinden değerlendirdiğimizde, söz konusu eksikliklerin giderilmesi öncü işçi ve emekçilere önemli görevler yüklemektedir. Bu eksiklikler savaş karşıtı eylemliliklerin yaygınlaşması ve kitleselleşmesinin önünde temel bir zaaf alanı olarak durmaktadır. Sendikalar cephesinden, savaşın dışarda emperyalizme kölece bağımlılığı derinleştireceği, içerde ise temel hak ve özgürlüklerin gaspına eşlik eden azgın bir devlet terörüne yolaçacağı yeterince bilince çıkmış değil. Sınıfa yönelik saldırıların bu dönemde yoğunlaşması ve hız kazanması bir tesadüf değildir. Sendikaların savaş ve saldırılar konusunda işyerlerinde, bölgelerde, şubelerde bu yönlü bir tabançalışması yürütmemesi, savaşın emperyalist niteliğini geniş kitleler nezdinde teşhir etmemesi ve anti-emperyalist mücadeleyi öne çıkarmaması, işbirlikçi sermaye sınıfını değil de onun kuklası hükümeti hedef alması sayılabilecek eksiklikler arasındadır. Eylemin düzenleyicilerinden biri olan DİSKin, tabanını işyerlerinde bırakarak oldukça az bir katılım sağlaması söz konusu zayıflıkların nicelik olarak alana yansımaıdır. Benzer durum Türk-İş için de geçerlidir. Görece daha fazla kitleyi alana taşıyan Türk-İşin de tabana yönelik bir çalışma yapmamış olduğu alanda kendini gösteriyordu.
Eylemde DİSK kortejinde açılan Savaş değil barış istiyoruz! pankartında formüle edilen barış talebi savaşın ve saldırıların sınıfsal niteliği hakkında yeterince bilinç açıklığına sahip olunmadığını gösteriyor. Savaşa hayır, barış hemen şimdi! şeklinde formüle edilen şiar da aynı zayıflığın göstergesi. Oysa işçi sınıfı ve emekçiler, kapitalizmde barışın ne anlama geldiğini devletin direniş ve grevlerine yönelik teröründen, düşük ücretlerden, uzun çalışma saatlerinden, özelleştirme ve örgütsüzleştirme saldırılarından, işsizlikten, açlıktan vb. yeterince biliyorlar. Sermaye düzeninin çarkına çomak sokmayan, iktidarını tehdit etmeyen her türden ortam sermaye sınıfının arzuladığı bir barış ortamıdır. Savaşın olduğu gibi barışın da sınıfsal bir niteliği vardır. İktiar hangi sınıfın elindeyse demokrasi de, savaş da, barış da o sınıfın çıkarına hizmet eder. Sendika kortejlerinden yükselen muğlak bir barış talebi bu sınıfsal ayrımın üzerini örtmektedir.
Ağzını açan hemen her kesimin halkın %90ının bu savaşa karşı olduğunu dillendirdiği bir ortamda, Türk-İş ve DİSKin 2500 civarında bir kitleyi alana taşımasının gerisinde aynı zamanda sendikal ihanet şebekesinin yıllardır sermayenin koltuk değnekliğini yapması olgusu vardır.
Merkezi düzeyde işçi sendikalarının yaşadığı bu zaafa rağmen sınıfın, öncüleri şahsında da olsa alanda yükselttiği Katil ABD, katil emperyalizm!, Yaşasın sosyalizm!, İşçilerin birliği sermayeyi yenecek! sloganı, Ne biz ne de çocuklarımız Amerikanın askeri, İMFnin kölesi olmayacağız!, Emperyalist savaşa karşı sınıf mücadelesini yükselt! pankartı, Emperyalist savaşa hayır!, Kahrolsun ABD emperyalizmi!, Kölelik yasası değil yeni haklar istiyoruz!, Kıdem tazminatını kaldıran, kiralık işçi düzenini getiren, sendikal örgütlülüğü işlevsizleştiren yeni iş yasasına hayır! dövizleri, anti-emperyalist tutuma ve savaşla saldırıları birleştirebilen bir bilinç açıklığına sahip olunduğunu göstermektedir. Sayıca azlığıa rağmen işçilerin eylemdeki coşkusu, kararlılığı ve disiplini, genç işçilerin eylemde belli bir ağırlık oluşturması dikkat çeken bir diğer noktadır.
KESK cephesinden durum biraz daha farklı yaşandı. Eyleme katılan 10 bin kamu emekçisinin yarısını Eğitim-Sen oluşturdu. Kamu emekçilerinin işçi sınıfına oranla daha fazla politikleşmiş kitlesi ve aydın kimliği katılıma da yansıdı. Bu tablo KESKin, işçi sendikalarına oranla daha fazla taban çalışması yaptığı anlamına gelmiyor. Bunu 12 yıllık fiili-mücadele hattının bir kazanımı ve sonucu olarak değerlendirmek gerekiyor. Sahte yasa sonrası mücadeleye ve özgücüne güvensizleşen kamu emekçilerinin coşkusuz ve düzensiz kortejleri hareketin yaşadığı zaafa işaret etmektedir. Fakat buna rağmen katılımdaki kitlesellik kamu emekçilerinin mücadeledeki kararlılığına bir gösterge sayılmalıdır.
Şubeler düzeyinde KESKin sürecine ilişkin yaşanan iç tartışmalar eylem öncesinde kendini göstermiştir. Eğitim-Sen, merkezden bağımsız olarak İstanbul Eğitim-Sen şubeleri imzası ile Yaşasın halkların kardeşliği! şiarının bulunduğu kokart bastırmıştır. Yine KESK İstanbul şubelerini içine alan savaş karşıtı bir gazete ilanı merkezin karşı görüşüne rağmen verilmiştir. Benzer bir durum araçların tutulmasında da yaşanmıştır, sendika genel merkezleri tutulan araçların maddi yükünü karşılamak istememiştir vb. Ön duyuru ve çalışmasının yetersizliğine rağmen anti-emperyalist şiarlarla eyleme katılan 10 bin emekçi savaşa ve emperyalizme karşı net bir tutum sergilemiştir.
Hükümetin savaş bütçesi hazırladığı şu günlerde eğitim ve sağlık emekçilerinin Savaşa değil eğitime/sağlığa bütçe!, yine cepheye gönderilmesi yönünde hazırlıkları yapılan sağlık emekçilerinin Savaşta yedek ordu olmak istemiyoruz ana pankartı arkasında yürümeleri, enerji ve maden sektöründe çalışan emekçilerin Savaşa değil yatırıma bütçe! şiarını yükseltmeleri, kimi sendikalarda Emperyalist savaşa hayır! şiarının bulunduğu pankart ve dövizlerin taşınması hükümete ve emperyalizme karşı duyulan tepkinin bir yansıması olmuştur.
Aynı gün tezkerenin mecliste görüşüleceği önceden bilinmesine rağmen eylem, tepkilerin barışçıl yolla dile getirilmesi bakışının ifadesi olarak bir ileri noktaya taşınamadı. Tezkere geri çekilene kadar alanda kalınması önerisi ise, ağırlıklı olarak kamu sendikaları ve şubeleri arasında kabul görmesine rağmen, öneri merkezileştirilemediği için bir karşılık bulamadı.
Ülke boydan boya fiili olarak ABD emperyalizminin işgali altındayken, yeri geldiğinde milliyetçilik adına mangalda kül bırakmayan sarı ve kontra sendikalar ise temsili düzeyde dahi eyleme katılmadı.
1 Mart eylemi sonrasında öncü işçi ve emekçilerin önünde savaş karşıtı eylemlerin hedefini netleştirmek, sürekliliğini sağlamak ve anti-emperyalist mücadele ile birleştirmek görevi durmaktadır. Eylemlerin yaygınlaşması, kitleselleşmesi ve amacına ulaşması bu görevin yerine hangi düzeyde yerine getirildiğine bağlı olacaktır.