Bu, gecikmiş bir yazı. Gecikmenin sayısız nedeni vardı, ama bunları sıralamanın bir anlamı olduğunu sanmıyorum. Cemal için yazmadan, Cemali anmadan geçmenin her şeyden önce devrimci sorumluluğumuzla ve Cemal ile paylaşılan anılarla bağdaşmayacağını düşünüyorum. Cemal arkadaşı anmak, onun devrimci ve insan yanlarına vurgu yapmak ve bu vesile ile kimi eleştirel değerlendirmelerde bulunmak Cemal Keser arkadaşa saygının ve anılarına bağlılığın bir gereğidir.
Gazetelerde okudum. Dostlardan ve arkadaşlarımdan öğrendim. Cemalin bir çatışmada şehit düşüşünü. Dursun Önderin haberini ise daha önce almıştım.
Yaban ellerde devrimci dostların acı haberini almak, insana daha bir ağır geliyor. Yaban eller o zaman daha bir çekilmez hale geliyor. Ancak acılar, daha derinlemesine düşünmeye ve sorumluluklar üzerinde derinleşmeye yöneltiyor.
Bir devrimcinin kendisini ideallerine adaması, bunun için yaşaması ve ölmesi her türlü değerlendirmenin üstündedir.
Fakat bu, somut olarak bağlanan çizginin tartışma dışı ve üstü olduğu anlamına gelmez. Tersine, her kayıp, hem o somut olay üzerinde düşünmeyi, hem de genel gidiş üzerinde eleştirel durmayı zorunlu kılmaktadır. Hele bu kayıplar süreklileşen ve giderek kanıksanan bir çizgi halini almışsa bu, artık kaçınılmaz bir zorunluluk olmaktadır.
Başarısızlığı, sonuçsuzluğu kanıtlanan bir stratejik ve taktik çizgiyi Şehitler söylemiyle tartışma gündeminden kaçırmak, aslında, şehitlere yapılmış en büyük bir haksızlıktır. Şehitler görevlerini yaptılar, sorumluluklarının en büyüğünü gerçekleştirdiler. Ama çizginin gerçek yürütücüleri, ondan sorumlu olanlar ne yapıyor? İşte sorulması gereken ve üzerinde durulması gereken soru budur!
En soylu amaçlar uğruna da olsa ölüm, derin bir acıya, hüzne yol açar...
Yaşam ile ölüm arasındaki sınırların birbirine karıştığı bizim topraklarda ölümler de kanıksandı, yaşamını yitiren her insan bir rakama indirgendi. Bu, yaşam düşüncesinde bir çoraklaşma, duygularda nasırlaşma anlamına da geliyordu. Bunu özel savaş ve onun medyası yaptı, izlediği politikayla bunu neredeyse bir kültüre dönüştürdü...
Devrimciler, ölümü değil, yaşamı yüceltirler. Onların sevdası ve davası güzel bir yaşam içindir; güzel yaşam için yaşamlarını ortaya koyar, parmak ısırtan özverilere bunun için katlanırlar. Onlar, yaşamı uğruna ölecek kadar çok severler çünkü!..
Bunlar genel doğrular ve sık sık da tekrarlanır. Bizim amacımız bilinenleri tekrarlamak değil, amacımız, bizim bilerek ve bilmeyerek anılan kültüre ne kadar katkı sunduğumuz sorusuna birazcık da olsa dikkatleri çekebilmektir! Amacımız, propaganda dilimiz bir yana, izlediğimiz politikalarla buna ne kadar çanak tuttuğumuz sorusu üzerinde biraz düşünmeye yöneltebilmektir. Devrimcilerin anısı bunu gerektiriyor. Yoksa şehitler arkasında tekrarlanagelen övgüleri bir kez daha sıralamak devrimci tutarlı bir yaklaşım değildir.
Cemal Keser arkadaşı Çanakkale zindanında tanıdım. Uzun ve derin sohbetlerimiz, paylaşımlarımız oldu. Tahliye edildiği günü hatırlıyorum, devrim ve yaşama dair verdiği sözleri, devrim şehitlerine ilişkin duygularını çok iyi hatırlıyorum. İlk göze çarpan özelliği sıcak, cana yakın, samimi ve dostça yaklaşımlarıydı. Gerçek dava adamları dar grup yaklaşımları ve kültürünün dışında bir yaşam ve ilişkiler pratiği içinde olurlar. Cemal de böyle biriydi. İlişkilerimiz, farklı partilere mensup insanların soğuk, diplomatik aynı anlama gelmek üzere maskeli ilişkileri değil, grup farklarını ve küçük hesapları aşan bir nitelikte ve düzeydeydi. Bu samimi, sıcak ve açık ilişki düzeyinden dolayı Cemal arkadaşla tartışmadığımız, paylaşmadığımız hemen hemen bir şey yok gibiydi. Kuşkusuz herbirimizin ba&currn;lı olduğu partiler ve onların çizgileri vardı, bunlar, son tahlilde hepimizi bağlıyordu. Ama her şeye rağmen dışarıda yakalanması zor bir ilişki düzeyi ve biçimini yakalamıştık. Bu, hepimize de çok şey kazandırmış ve öğretmişti. O, benden yaklaşık 2 yıl önce dışarıya çıktı. Ben de çıktıktan sonra ikimiz buluşacak ve birlikte bir çok şey yapacaktık. Bu yönlü hayallerimizi gerçekleştrmeye az bir zaman kala Cemal yeniden yakalandı ve sonrasında zindan direnişlerinin zorlu bir aşamasında etkin bir yer aldı. Cemalin yakalanmış olması beni çok üzmüştü. Cemal, bir dava adamıydı, elbette onun gereklerini yapacak, ilkeli bir yaşamın sürdürücüsü olacaktı. O nedenle en zorlu ve özverili alanlarda mücadele etmek için en öne atılmasında şaşılacak bir şey yoktu. O, görev ve dava adamıydı çünkü. Özllikle devrimcilikten kaçışın genel bir eğilim haline gelmeye başladığı bir dönemde Onun zor olana koşması, onun devrimci kimliğinin bir gereğiydi...
Cemal ve onun gibi onlarca devrimcinin şehit düşmesi, kuşkusuz, üzerinde düşünülmesi ve değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bu, onların anılarına saygının, onurla taşıdıkları devrim bayrağını gerçek anlamda daha yükseklerde dalgalandırmanın da bir gereğidir.
Elbette, bırakalım iktidar olmanın, en sıradan demokratik hakkı kazanmanın bile devrimci güç ve zordan geçtiği doğrusu, yaşam tarafından kanıtlanmıştır, bugün de bu basit ve yalın gerçek günlük olarak doğrulanıyor. Devrimci güç ve zorun kaçınılmazlığını teorik olarak anlatmak amacında değiliz. Bizim açımızdan bu gerçekliği tartışmanın bir anlamı yok. Sorun bu değil. Sorun bu yöntemin nasıl, ne zaman ve hangi biçimlerde kullanıldığı, kullanılacağıdır. Bu soruların somut olarak yanıtlanması ciddiyet ve büyük bir sorumluluk gerektirir. Başka bir deyişle ayaklanma ile, devrimci zor ile oynanmaz esasını bir kez daha hatırlatmak isteriz!
Bu kısa hatırlatmalardan sonra somut konumuza gelebiliriz. TKP-ML TİKKO, yıllardır Halk Savaşı, gerilla savaşı verdiğini söyler, bunun bir sonucu olarak özellikle Dersimde yıllardır gerilla gruplarını konumlandırır. Bu, bir yönüyle Halk Savaşı Stratejisinin bir gereği olarak değerlendirebilir. Daha öncesini bir yana bırakalım, 1980lerin ortalarından bu yana silahlı birimleri bilinen alanlarda bulunuyor. İnişli çıkışlı süreçlerine rağmen 20 yılı aşkın bir süredir bu durumları devam etmektedir. 1999 sonlarında Öcalanın İmralı teslimiyeti sonucunda PKK gerillaları ideolojik, politik ve stratejik olarak silahsızlandırıldı. Bu, aynı zamanda 1984ten sonra kurulmaya başlayan dengenin de çöküşü anlamına geliyordu. 1999a kadar kurulan denge TKP-ML TİKKOya da belli bir hareket olanağı, savaşmak için elverişli koşullar yaratıyordu. Son dörtyıl içinde ise anılan gruplar kendi olanaklarıyla baş başa kaldılar, aleyhlerine dönen koşullarda ayakta durmaya çalıştılar. Bu süreç bir çok boyutuyla tartışılabilir. Ancak bu kısa yazıda bunu yapma olanağımız yok. Sözü şuna getirmeye çalışıyoruz:
Tüm iddialarına ve pratiğine rağmen TKP-ML ve o kökenli partiler gerçekten gerilla savaşı mı veriyorlar?
Peki büyümeyen, kendini aşmayan, hep pasif savunma konumunda kalan, yıllarca bunu sürdüren bir gerilla savaşı olabilir mi? Bunun bir örneği var mı? Maonun gerilla ve halk savaşı teorisinde bunun yeri var mı?
Peki neden büyüme olmuyor? Uygulandığı söylenen gerilla, neden hiçbir politik etki ve sonuç yaratmıyor?
Bu, iç sorunlarla, şunun veya bunun engellemesiyle açıklanabilir mi?
Unutulmasın ki yaşanan tekrar, hiçbir sonuç yaratmadığı gibi, ciddi kayıplara da neden oluyor?
Peki bu kayıpların sorumlusu kim?
Eğer bir yöntemin zamanlaması yanlışsa, yürütülüş tarzı bir tekrardan öte bir anlama gelmiyorsa, bunu tekrarlamak, tekrarda ısrar etmek ve bunun sonucunda büyük kayıplar vermek kanıksanan bir olgu haline gelmişse bunun sorumlusu kim? Bunun hesabını kim verecek?
Elbette, kendini aşmayan, hep tekrarlayan ve gelinen noktada varlığı ile yokluğu arasında bir fark kalmayan grupların sorunu salt yöntem ve strateji sorunu değildir. Daha kapsamlı nedenler var. Ama öncelikle, gerçekte gerilla savaşı ile hiçbir ilişkisi olmayan yenilgili bir duruşu başka türlü gösterme ve bunda ısrar etme anlayışının vehametine vurgu yapmak istiyoruz.
Devrimcilerin acısı bu soruların sorulmasını ve sorumluca tartışılmasını gerektiriyor!
Cemal Keser ve diğer şehitlerimizin anısı önünde saygıyla eğilirken, ona bağlı olduğunu söyleyen sorumlu parti ve devrimcilerin yukarıdaki bir bakıma giriş niteliğinde olan sorularımız üzerinde düşünmelerini ve tartışmalarını diliyorum...