Burjuvazinin masalları ve gerçekler...
Semiren burjuvazi, tüketilen insanlık!
Burjuva propagandasının yakın zamandaki en temel argümanlarının başında ekonomideki düzelme ve iyileşme geliyor. Öyle ki, burjuva propaganda aygıtları ile sermaye ve hükümet sözcülerinin dilinden krize karşı zafer teraneleri düşmüyor. Ekonomi artık kriz döneminin karanlık tablosunu aşarak başarı örneklerini çoğaltmış, sanayi üretimi coşmuş, kapasite kullanım oranları sıçramalı gelişmeler kaydetmiş, enflasyon düşme trendine girmiş, işsizlikte de azalma yaşanmaya başlamış, vb...
Ekonomiye dair burjuva cepheden söylenenler sadece krize karşı zafer sarhoşluğu derekesine varan bu histeriyle de sınırlı değil. Yanı sıra, çizilen tablo ile tezat oluşturacak ve ekonominin sırat köprüsünde olduğunu hatırlatacak biçimde aman ha! ile başlayan uyarılar da yapılıyor. Aman ha popülist politikalardan kaçınılsın, İMFnin yapısal uyum programları gecikmeksizin yerine getirilsin, ücret artışları hedef enflasyonu geçmesin vb...
İşçiler, emekçiler ve yoksul halk kitleleri, yani toplumun ezici bölümü için ise gerçek tamamıyla farklı. Toplumun bu ağırlıklı bölümünün düşüncesi, durumunun her geçen gün daha da kötüleştiği ve geleceği dair umutlarını yitirdiği biçimindedir. İşsizlik, açlık, sefalet ve insanlık dışı yaşama koşulları milyonlar için bugünü olduğu kadar geçmiş ve geleceği de resmediyor.
Demek ki, ortada iki ayrı gerçek var. Bir tarafta toplumun tüm kaynaklarını ellerinde tutan ve geleceğe umutla bakan bir avuç kapitalist, diğer tarafta ise karanlıktan ötesini göremeyecek hale düşürülmüş milyonlar. Bir taraf krizden geleceğe umutlar taşıyarak çıktığı halde, diğer taraf mevcut tüm umutlarını da yitirmiş bulunuyor. Tazelenen umutların ve çizilen pembe tabloların ne pahasına olduğu ise gün gibi açık. Kapitalist asalakların mutlulukları, milyonların açlığı, sefaleti ve umutlarının kırımı üzerine inşa edildi. Krizin ağır faturası acımasız biçimde onlara çıkarıldı.
Bu, Türkiye tarihinin son otuz yılının değişmeyen tablosudur. Darbeyle ya da darbesiz bir avuç burjuva asalak için ülke halkının büyük çoğunluğu inim inim inletiliyor. Sadece son 30 yılda ülkede onlarca ağır kriz yaşandı. Milyonlarca insan her kriz sonrasında yaşamından bir parça daha yitirirken, burjuva asalaklar keyif çatıp ülkenin refah ve müreffeh bir saadete doğru yol aldığını söylediler.
Milyonlarca emekçi için saadet hep aşılması gereken, ama bir türlü ardı sonu gelmeyen dağın ardındaydı. Bugün de yine aynı adamlar varlık içinde semirirken, emekçilere aynı dağın ardındaki mutluluğu gösteriyorlar. Mutluluk tablolarının aman ha!larla birleştirilmesi başka neyi anlatıyor ki! Burjuvalar, mutluluk tablolarının bozulmaması için milyonların boğazındaki elin çekilmemesini buyuruyorlar. Popülist politikalardan kaçınılsın, enflasyon üzerinde zam verilmesin, İMF programları geciktirilmeksizin uygulansın biçimindeki buyrukların bundan başka bir anlamı olabilir mi?
Rakamların diliyle artan işsizlik ya da
kapitalizmin sosyal felaketi!
Burjuva propagandası, toplumsal gerçeği böylesine çarpıtıp tek yanlı olarak geveleyip dursun, bizzat devletin resmi istatistik kurumunun rakamları bile onu yalanlamaya yetiyor. DİEnin açıkladığı işsizlik raporunda yer alan rakamlar her ne kadar gerçeği tam olarak yansıtmasa da, bu propagandayı yere çalmak için çarpıcı bir tablo sunuyor.
DİE rakamlarına göre, resmi istihdam 22 milyon 422 bin iken işsiz sayısı 2 milyon 328 bin, işsizlik oranı ise yüzde 9.4. Bu rakamların gerçek sayının oldukça gerisinde olduğu açık. Resmi olmayan araştırmalarda bu oranın yüzde 15leri bulduğu dile getirilmektedir. Ancak DİEnin açıkladığı oran dahi oldukça yüksektir. Bunun için bu oranın toplumsal anlamını ortaya koymak gereklidir. İşgücüne katılma oranı bunun için açıklayıcı bir veridir.
İşgücüne katılma oranı, yaşlılık ve öğrencilik gibi nedenlerle işgücü sınıfına sokulmayanlar dışında kalanların toplam nüfusa oranıdır. İşgücü sınıfına sokulmayanların, çalışanların bakım ve geçim sorumluluğu altında olduğunu ve öğrenci gençliğin de potansiyel işgücü olduğunu hatırlatalım. DİEye göre işgücüne katılma oranı yüzde 50.5tir. Yani nüfusun yüzde 49.5i işgücü sınıfının dışında bırakılmaktadır.
Buradan hareketle şu sonuçlara varmak mümkündür.
Birincisi, kalabalık aile yapısına ve genç bir nüfusa sahip olan ülkemizde aileden sadece bir kişinin çalışıyor olması durumu oldukça yaygındır. Bu durum dikkate alındığında, sefaletin toplumsal planda ne denli geniş bir alana yayıldığını görmek mümkündür. Bu, toplumun yüzde 70-80 civarında bir bölümünün sefaletin kuyusuna itilmiş olduğunu göstermektedir.
İkincisi ise, potansiyel işgücü sayılan ve işsizlik oranı hesaplanmasında dikkate alınmayan öğrencilerin potansiyel işsiz oldukları gerçeğidir. Nitekim DİE rakamlarına göre eğitimli gençlerde işsizlik oranı ülke genelinde 31.8, kentlerde yüzde 34.2ye ulaşmış durumdadır. Kriz öncesinde bu oran yüzde 25.6 civarındaydı. Demek ki krizden en fazla etkilenen kesimlerin başında eğitimli gençler geliyor. Bu hesaplamaya göre her üç eğitimli gençten biri işsizdir.
Bu tabloya kadın ve çocukların durumunu da eklediğimizde ülkede yaşanan sefaletin ve sömürünün düzeyi ortaya çıkmaktadır. İşgücüne dahil olmayanların yüzde 51.8ini ev kadınları oluşturuyor. İstihdam edilen kadınların % 62.9u tarım sektöründe çalışmakta ve tarım sektöründeki kadınların % 82.8ini ise ücretsiz aile işçileri oluşturmaktadır. Sanayide ucuz iş gücü olarak çalıştırılan kadınların çalışma koşulları ise bilinmektedir. Kadınlar oldukça düşük ücretlerle çalıştırılmakta ve krizde işlerini ilk kaybedenler olmaktadırlar.
Çocuk işçi sayısında ise geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 22.3 azalma görülmektedir. Bunun krize bağlı bir azalma olduğuna kuşku yok. Krizle birlikte işlerini ilk kaybedenler kadınlar ve çocuklar oldular. Bununla birlikte çocuk işçiliğin büyük bölümünün kayıt dışı olduğu da bilinmektedir. Dolayısıyla buradaki rakam yanıltıcıdır. Çocuk işçi sömürüsü oldukça yaygın ve olağandır.
Bu rakamlar Türkiyedeki işsizliğin boyutlarını ortaya koymaktadır. İşsizlik toplumun geniş kesimlerini içerisine almış bir sosyal felaket görünümündedir. Ancak bu felaket yine görüldüğü üzere kapitalizmin yarattığı bir felakettir ve kapitalistlerin krizin faturasını işçilere ödetmesine bağlı olarak korkunç boyutlar almıştır.
İşsizlik işten atmalarla büyüyor!
Kapitalizmin bu korkunç felaketi sadece işsiz milyonları değil çalışmakta olanları da, hem sürekli olarak potansiyel işsiz durumuna sokarak, hem de ücretleri azaltıcı bir tehdit unsuru olarak kullanılmasıyla derinden etkilemektedir. DİE rakamlarına göre toplam işsizlerin yüzde 17.1ini işten atılanlar oluşturuyor. Diğer bir deyişle, her 6 işsizden biri krizde veya başka bir zamanda işten çıkarılmış ve hala iş bulamamış. Bu rakamların hem çok daha yüksektir, hem de yeni iş yasasıyla yasal bir dayanağa kavuşan esnek çalıştırma keyfiyeti nedeniyle sirkülasyon halinde ve hıza değişmektedir.
İşten atılanlar sadece özel sektörle de sınırlı değildir. Kamuda özelleştirmeler, zorunlu emeklilik vb. nedenlerle çalışan sayısı sürekli daraltılmaktadır. DİE rakamlarına göre, 2003 yılı III. Döneminde, kamu sektöründe istihdam edilenlerin sayısı geçen yılın aynı dönemine göre % 3.5 azalmıştır. Bu azalma gelecekte de devam edecektir. İMFye verilen sözler çerçevesinde yapılan yeni düzenlemeye göre, kamu kesiminde işçi sayısını azaltmak için fazla tazminat ödemesi uygulamaya sokulmaktadır. Bu uygulamadan yararlanmak için işçiler, 15 gün içerisinde başvurarak işten ayrılmaları durumunda, fazla tazminat ödemesi alacaklar.
Çalışma süreleri aşırı, sefalet azami!
Şimdi de ücretler üzerinden işçilerin içerisine düşürüldüğü sefalet tablosuna bakalım. Böylece burjuva propagandasının ekonomik parlamasının diğer bir boyutunu ortaya koyalım.
Türk-İş Araştırma Merkezinin Ekim ayı verilerine dayanarak yaptığı araştırmaya göre; yoksulluk sınırı 1 milyar 382 milyon 788 bin, zorunlu gıda harcamalarını içeren açlık sınırı ise 454 milyon 933 bin liradır. Bu rakamların karşısına DİEnin ücretlerin durumuna ilişkin verdiği rakamları koyduğumuzda durum ancak bir ölçüde ortaya çıkmaktadır. DİEye göre kamu işyerlerinde kişi başına aylık ortalama brüt kazanç 1 milyar 444.6 milyon, özel sektörde ise 771.8 milyon lira. Bu rakamların brüt (ücretlerden en az yüzde 15 civarında kesinti yapılmaktadır) olduğunu bir kez daha hatırlatalım. Demek ki, DİEnin gerçeği sadece oldukça sınırlı biçimde ve yüzeysel ifade eden rakamları dahi ücretlilerin tamamına yakınının yoksulluk sınırının altında yaşama savaşı verdiğini kanıtlamaktadır.
DİEnin rakamlarındaki sınırları kaldırdığımızda durum daha iyi görülecektir. DİEnin rakamlarında ücretler ortalama bir hesaplamaya dayalıdır. Kamuda ücretler 2 milyar ile (yüksek ücret alanlar enerji ve maden gibi işyerlerinde çalışan küçük bir kesimdir) taşeron vb. çalıştırmayla birlikte asgari ücret arasında değişmektedir. Yine özel sektörde asgari ücretle çalıştırma yaygın olduğu gibi, kayıt altına alınmayan ve asgari ücretin çok altında çalıştırılan onbinlerce işçi hesaplamada dikkate alınmamıştır. Yine de özel sektörde çalışan işçilerin ücret durumları için asgari ücret (net 225 milyon) baz alındığında, durumun ne denli korkunç olduğu görülebilir: Açlık sınırı asgari ücretin iki katıdır! Yapılan hesaplamaya göre asgari ücretle çalışanların sayısı 5.5 milyon civrındadır. Aileleriyle hesaplandığında 22 milyon insan açlık sınırının çok çok altında yaşamaktadırlar.
Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygünün konuya dair açıklamasında kullandığı tabirle, 4 kişilik bir aile asgari ücretle ancak 1 ay boyunca 3 öğünde de 2şer simit yiyerek geçinebilir.
Geçmeden belirtelim ki, Sinan Aygün bahse konu açıklamasını ATOnun yardım kampanyası vesilesiyle yapıyor. İşsizlik sorununa değinip sorunun çözümünün iş yaratmaktan geçtiğini belirterek lafı sermayeye yapılacak teşviklere bağlıyor. Diğer taraftan tekelci sermayenin örgütlerinden TİSKin başkanı Refik Baydur da aynı günlerde Sinan Aygünü tamamlayıcı bir başka açıklama yaptı. Baydur, yeni asgari ücret belirlemesi için toplanan Komisyona asgari ücretin enflasyon oranının üzerinde arttırılmamasını buyurdu. Böylelikle Baydur, ekonomik parlamanın geleceğini ve işçiye düşen payı da ortaya koymuş oldu: Sefalete ve açlığa muhkumiyet!
İşçiler bu denli düşük ücretlerle çalıştırılırken, çalışma saatleri de oldukça yüksek durumda. Son iş kanunu ile çalışma saatleri fazla mesai ücreti ödemeksizin 11 saate kadar yükseltilebiliyor. Fiili ve genelleşmiş uygulama ise 16 saat, bazı durumlarda ise 24 saate varan çalışma süreleridir. Bir başka istatistiki bilgiye göre, Türkiyede işçilerin çalışma süresi Avrupa ülkeleriyle karşılaştırıldığında büyük bir fark görülmektedir. Buna göre, Bir Türkiyeli işçi yılda, bir Fransızdan 593 saat, Almandan 488 saat, Norveçliden 451 saat, İtalyandan 436 saat, Belçikalıdan 432 saat, İspanyoldan 411 saat, İrlandalıdan 375 saat daha fazla çalışıyor.
Milyonların yaşama hakkı da yok!
Milyonlarca insan sadece kölece çalıştırılmıyor, sadece sefil ve aç da değil, bunu tamamlayacak biçimde her türlü sosyal güvenlik hakkından da yoksun bırakılmış durumda. Tablonun bir parçasını da bu oluşturuyor. DİE rakamlarına göre; istihdam edilenlerin, Türkiye genelinde % 54.4ü (12 milyon 189 bin), kentsel yerlerde % 33.7si, kırsal yerlerde ise % 76.4ü herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmadan çalışmaktadır. Yani milyonlarca insan sağlık hizmeti gibi, çalışamaz hale geldiğinde geçinmek gibi tüm temel haklardan yoksun. Buna şu ya da bu sosyal güvenlik kurumuna kayıtlı olmalarına karşın mezarda emeklilik yasası ve kamu hizmetlerinin paralı hale getirilmesiyle bu kurumların işlemez hale getirilmesiyle doğacak sonuçları eklediğimizde, tablonun gerçek boyutları tüm vahşetiyle ortaya çıkmaktadır.
Açıktır ki, kapitalizm işçi sınıfı ve ezilen milyonlara sefaleti ve açlığı bir yana bırakalım, yaşam hakkı tanımamakta, diri halde mezara koymaktadır.
Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş,
ya sosyalizm!
Sonuç olarak bir kez daha yenileyelim ki, ekonomiye dair çizilen pembe tablolar bu ülkedeki iki ayrı sınıfın iki ayrı dünyasından burjuvazinin payınadır. Milyonlarca işçi, emekçi ve yoksul için ise ortada duran koyu bir sefalet ve köleliktir. Burjuvazi ve iktidarı toplumu dilencileştirmekte, çürütmektedir. Sermayenin bu düzeninde milyonlara biçilen yaşam, sürünerek ve burjuvaların yardım çadırları önünde dilenerek yaşamaktır.
Açık ki, burjuvazi tarafından çizilen gelecek de bundan farklı değildir. Olması da eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü bu düzen, yaşamın çıplak gerçeklerinin de gösterdiği gibi, milyonlarca işçi, emekçi ve yoksul insanın sırtında kuruludur. Bu düzende kapitalist kârlar herşey, insan ise hiçbir şeydir. Mevcut tablo daha fazla söze de gerek bırakmamaktadır. Bu tablo kapitalizmin tablosudur. Kapitalizmin insanlığa vereceği hiçbir şey yoktur, o sadece insanlığı tüketerek yaşayabiliyor.
Tablonun milyonlar lehine değiştirilmesi ise sadece ve sadece, geleceğini eline almış işçi sınıfının önderliğinde, sosyalizm bayrağı altında birleşen ezilen yığınların devrimci-örgütlü mücadelesiyle mümkündür.
Bu vesileyle bir kez daha vurgulayalım: Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm! İnsanlığın önündeki yegane ikilem budur.
|