6 Aralık'03
Sayı: 2003 (10)


  Kızıl Bayrak'tan
  Genel "terör" edebiyatı ve temel ayrım noktaları
  Hak ve özgürlüklerimiz için mücadeleyi yükseltelim!
  Semiren burjuvazi, tüketilen insanlık!
  Terör örgütleri ve terör devletleri!
  İnsanca yaşamaya yeterli, vergiden muaf asgari ücret!
  Esenyurt İKE'ye keyfi jandarma baskını
  Kamuda tasfiye saldırısı ve KESK
  Genel kurulların aynasında sendikal hareket
  Direniş emperyalist zorbaları Irak'tan söküp atacaktır!
  İşgal güçlerine moral operasyonu!
  Sınıftan...
  Sermayenin saldırılarına karşı Almanya'da gençliğin mücadelesi büyüyor!
  KADEK'in feshi ve KONGRA-GEL oluşumu...
  Gürcistan: Kitle tepkisi düzenin potasına akıtıldı
  Emperyalist-siyonist zorbalar barışın önünde engeldir!
  AB: Militarizme bir adım daha
  Avrupa'da üniversiteli gençlik sokaklara iniyor!
  Bültenlerden...
  Partimiz 25. kuruluş yıldönümünde de yaşıyor, yaşayacak!..
  Kadın: Kapitalizmde köle!
  Cemal Keser'in anısına...
  Kısa polis tarihi
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Hak ve özgürlüklerimiz için
mücadeleyi yükseltelim!

İstanbul’daki patlamaların ardından en çok tartışılan konulardan biri de medya oldu. Denilebilir ki, “kim patlattı, nasıl patlattı”nın ardından ikinci sıradaki tartışma konusu, medyanın durumu ve oynadığı rol üzerineydi. Saldırgan açıklaması ve sansür kararıyla bu tartışmayı İstanbul Emniyet Müdürü açmış olsa da, bir ihtiyaca yanıt vermiş olmalı ki herkes bir ucundan tutarak dallandırıp budaklandırdı.

Hatırlanacağı gibi, Emniyet Müdürü ikinci patlamaların birinde ölen bir polisin cenaze töreninde; “basın yazmasaydı suçluları yakalamış olacaktık, bu cenaze de olmayacaktı” gibi tuhaflığı ölçüsünde gülünç bir iddia ile saldırıya geçmiş, aynı törendeki konuşması ile Başbakan da ona destek vermişti. Böylesine abartılı bir saldırıyı medya da benzer düzeyde bir tepkiyle karşıladı. O derece ki, Basın Konseyi Başkanı Ekşi, Emniyet Müdürü’nü “haddini bilme”ye davet edecek kadar “ileri” gidebildi!..

Bir yandan bu karşılıklı atışmalar sürerken, diğer yandan, ilk elden yayın yasağı kondu. Bu arada, bu yasağın da yetmeyeceği düşünülmüş olmalı ki, medyanın köşe taşları, medya kuruluşlarının yöneticileri vb., oto-sansürü işletmek üzere harekete geçtiler. Önce Basın Konseyi Başkanı’nın Emniyet’le basına kapalı toplantısı gerçekleşti. Ardından aynı başkan belli başlı gazetelerin yönetici ve yazarlarıyla toplantı yaptı. Çok geçmedi, ikinci bir toplantı daha yapıldı. Bunca gürültü patırtının ardından yapılan bu toplatılardan çıkan sonuç ne oldu dersiniz? Bir parçası olduğu düzene ve devlete hizmet için sermaye medyasının yapabileceklerinin ve yapması gerekenlerin saptanması. Bu, resmi açıklamalarda, “teröre karşı mücadelede medyaya düşen görevlerin belirlenmesi” olarak kayıtlara geçirildi.

Gerçekten de, bu toplantılarla medya düzene karşı görev ve sorumlulukları açısından üstüne düşeni hakkıyla yerine getirmiş, hatta, o “çok sert” tepki verdiği sansürü oto-sansüre çevirmek suretiyle hizmette sınır tanımayacağını da kanıtlamıştır. Medyanın Emniyet’le girdiği tartışma da bu arada tatlıya bağlanmıştır. Bu durumda Emniyet Müdürü’ne de “büyüklük” gösterip özür dilemek düşerdi. Basında “geri adım attı” başlığıyla haber konusu edilen tavır bunun ifadesi oldu.

Düzenin Emniyet’i ile düzenin medyası arasındaki kavga tatlıya bağlanırken, bu arada kimse halkın haber alma özgürlüğü konusunda tek kelime etme ihtiyacı duymadı. Düzenin sahipleri, “hak ve özgürlük” sözleriyle “halk” sözünü bir arada duymaktan asla hazetmediği için, konu, medyanın haber yapma hakkı veya bu hakkın kısıtlanması çerçevesine hapsedildi.

Kitlelerin bilinci “terör” demagojisiyle bulandırılırken toplumsal muhalefet de düzene yedeklenmek istenmektedir. Bunu, diğer temel demokratik hak ve özgürlüklerin gaspı izleyecektir. Medya şahinlerinin “barış”a iknası da, büyük ihtimalle bu temelde sağlanmış olmalıdır. Onlara, bağırıp çığırmalarının bir anlamı olmadığı, sansürün asıl olarak kitlelerin bilgilenme hakkına konulduğu ve bunun neden zorunlu olduğu anlatılmış, “kontr-terör” silsilesindeki görev ve sorumlulukları hatırlatılmış olmalıdır.

Ne yapmak, durumdan nasıl yararlanmak istediklerine dair en açık işaret bizzat başbakandan geldi. T. Erdoğan’ın konuya ilişkin tüm açıklama ve konuşmaları iki maddede yoğunlaşıyor. Birincisi, 11 Eylül ertesi Amerika’yı anmasıdır. Bu elbette “durumdan vazife çıkarmak” anlamına geliyor, “biz de bunu yapacağız” demek istiyor. İkincisi (ki bu daha tali bir konudur), terörün İslam’la anılmasına tepki göstermesidir.

Nasıl ki efendi ABD 11 Eylül’ün ardından öncelikle ülkede en temel demokratik haklarını gaspına yöneldi, ardından önce Afganistan sonra da Irak’a saldırdıysa, uşak da efendisinin yolunu tutacak, öncelikle içerde hak ve özgürlük gaspına girişmek isteyecektir.

Düzenin durumdan çıkardığı en temel vazife ise, Ortadoğu’da Amerikan maşalığına “daha bir kararlılıkla” devamdır. 11 Eylül’e atıf sadece içte uygulamaya konulan yasaklar değildir. “Teröre karşı uluslararası mücadele”nin önemi, “Amerika’nın haklılığı”, “Türkiye’nin destek vermekteki zayıflıkları” vb. üzerine söylenenlerin bir tek anlamı olabilir; Türkiye bundan böyle Amerikan jandarmalığında daha atak, daha kararlı davranacaktır.

Durumdan vazife çıkarma yetisi sadece bu kanlı düzenin sahiplerine ve uşaklarına özgü değildir kuşkusuz. Onlar nasıl durumu kendi leyhlerine kullanmak için var güçleriyle uğraşıyorlarsa, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin de bu çabaları boşa çıkarma yönünde gayret göstermesi gerekiyor. Kuşkusuz ikisi çok farklıdır. Düzenin yaptığı, pek çok masum sivilin hayatına malolan bir felaketten kârlı çıkma kirli hesabı iken, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin yapması gereken düzenin bu kirli hesabını bozmaktır. Yaşanan acılara yenilerinin eklenmemesi, onlarla hesaplanan ölümlerin Ortadoğu seferleriyle binlerle hesaplanır hale getirilmemesi tümüyle buna bağlıdır. Tarihte zorun rolü konusunda son derece açık bir görüşe sahip olan proleter sosyalizmi, “her türlü savaşa/her türlü şiddete” eğil, ama terörün her türlüsüne karşıdır. Bu bilinçle işçi sınıfı, faili ya da tetikçisi kim olursa olsun İstanbul’daki bombalamalara olduğu kadar, bunu bahane ederek estirilmek istenen devlet terörüne ve emperyalist kirli savaşa da karşı çıkar. Proleter sosyalizminin programlaştırdığı bu bilincin, henüz sınıf kitlelerinde bir önsezinin etkisiyle açığa çıkan bir eğilim düzeyind bulunduğu açıktır. Bu nedenledir ki, düzenin organizasyonuyla gerçekleştirilen anketlerde bile “savaşa hayır” eğilimi ağır bastığı halde, aynı ağırlık kendini mücadele alanlarında bir türlü hissettirememiştir.

Şimdi; savaş ve saldırı, hak gaspları ve devlet terörü konularında tablonun daha da ağırlaşacağı ilan edilmişken, sınıf ve emekçi kitlelerinin bu eğilimini bilinçli bir tutuma dönüştürmek, içte yasaklara ve devlet terörüne, dışta savaşa ve saldırganlığa karşı militan bir mücadele kanalına akıtmak gerekiyor.



6 Kasım eylemine katılan öğrenciler üzerinde
terör estiriliyor...

Baskılar bizi yıldıramaz!

3 Aralık sabahı Ankara polisi 6 Kasım eylemlerine katılan öğrencilerin evlerine baskınlar düzenleyerek 7 kişiyi gözaltına aldı. Polisin sabah 6:00’da başlattığı operasyon savcılık tarafından hazırlanan 58 kişilik listede adresleri bilinen 25 kişiye düzenlendi. Haklarında ev arama kararları da çıkarılan 58 öğrenciden gözaltına alınmayanlar şu anda aranıyor.

6 Kasım günü Kızılay’da militan bir eylem gerçekleştirilmiş, kolluk güçlerinin eylemci öğrencilere karşı saldırgan tutumu herkes tarafından eleştirilmişti. Ancak sermaye iktidarı haftalardır estirilen “terör” demagojisini de kullanarak yine devrimci, komünist öğrenciler üzerinde tam bir terör uygulamaya başladı.

Bunun bir başka göstergesi de, 7 Ekim’de yine öğrenci grupları tarafından Kızılay’da gerçekleştirilmek istenen ve polisle girilen çatışmayla sonuçlanan tezkere karşıtı eylem hakkında başlatılan soruşturma. Ankara savcılığı tarafından başlatılan soruşturmada 10 öğrencinin ifadesi isteniyor. Suçlama ise aynı, “gösteri ve yürüyüş kanununa muhalefet”, “kamu malına zarar”, “memura mukavemet”.

Her iki eylem de kitlelerin gözünde meşru ve haklıdır. Gücünü de buradan almaktadır. Dolayısıyla devletin bu tür saldırıları sonuçsuz kalmaya mahkumdur.

6 Kasım’la ilgili operasyonlar sırasında gözaltına alınanlardan üçü Ekim Gençliği okurudur. Yoldaşlarımızın ve okurlarımızın evlerine kapıları kırarak giren polis hıncını alamamış evleri altüst etmiştir. Saatlerce evlerin bulunduğu sokakları ablukaya alan polis, yoldaşlarımızı döverek ve yerlerde sürükleyerek gözaltına almıştır. Yine ev arama kararına dayanarak, bazı eşyalara keyfi gerekçelerle el koymuştur. Gözaltına alınanlar daha sonra çıkarıldıkları savcılıktan tutuklama talebiyle mahkemeye çıkarılmış, Asliye Ceza Mahkemesi’nde 5 kişi tutuklanmıştır. İçerisinde üç okurumuz (Cesur Türk, Oktay Türk, Barış Karaguş) ve Ankara Gençlik Derneği’nden iki öğrencinin yer aldığı tutuklular akşam saatlerinde Ulucanlar Cezaevi’ne gönderilmişlerdir.

Sermaye iktidarının tahammülsüzlüğünü ve “teröre karşı mücadeleden” ne anladıklarını ortaya koyan bu saldırılara karşı bir kez daha ilan ediyoruz; bizleri yıldıramazsınız! Tutuklama ve soruşturmalar ancak kokuşmuş düzeninize olan öfkemizi biler.

Tutuklananlar serbest bırakılsın!
Yaşasın 6 Kasım eylemimiz!

Ekim Gençliği/Ankara