6 Aralık'03
Sayı: 2003 (10)


  Kızıl Bayrak'tan
  Genel "terör" edebiyatı ve temel ayrım noktaları
  Hak ve özgürlüklerimiz için mücadeleyi yükseltelim!
  Semiren burjuvazi, tüketilen insanlık!
  Terör örgütleri ve terör devletleri!
  İnsanca yaşamaya yeterli, vergiden muaf asgari ücret!
  Esenyurt İKE'ye keyfi jandarma baskını
  Kamuda tasfiye saldırısı ve KESK
  Genel kurulların aynasında sendikal hareket
  Direniş emperyalist zorbaları Irak'tan söküp atacaktır!
  İşgal güçlerine moral operasyonu!
  Sınıftan...
  Sermayenin saldırılarına karşı Almanya'da gençliğin mücadelesi büyüyor!
  KADEK'in feshi ve KONGRA-GEL oluşumu...
  Gürcistan: Kitle tepkisi düzenin potasına akıtıldı
  Emperyalist-siyonist zorbalar barışın önünde engeldir!
  AB: Militarizme bir adım daha
  Avrupa'da üniversiteli gençlik sokaklara iniyor!
  Bültenlerden...
  Partimiz 25. kuruluş yıldönümünde de yaşıyor, yaşayacak!..
  Kadın: Kapitalizmde köle!
  Cemal Keser'in anısına...
  Kısa polis tarihi
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
KADEK’in feshi ve KONGRA-GEL oluşumu...

Hangi gelişmelerin ürünü ve
hangi ihtiyaçların karşılığı?

H. Fırat

(22 Kasım’da verilmiş bir konferansın
kayıtlarıdır...)

Kürt hareketi cephesinden üzerinde durulması gereken bazı yeni gelişmelerle yüzyüzeyiz. KADEK’in feshi ve aynı fesih kongresinde KONGRA-GEL’in kurulması, bu gelişmelerin esasını oluşturmaktadır. Bu çok beklenmedik bir gelişme de değil aslında. Abdullah Öcalan bunu daha iki ay öncesinden tüm açıklığı ile kamuoyuna ilan etmiş durumdaydı. 24 Eylül 2003 tarihli “Çözüm Bildirgesi” şunları bildiriyordu:

“PKK’nin demokratik dönüşümü gerçekleştirmesini sağlamaya çalıştım. PKK’nin demokratik dönüşümü KADEK’le oldu. Yeni açılımlarla KADEK, ayrılıkçılığa ve şiddete düşmeden demokratik çözüme uyum sağladı. KADEK zaten yakında yapılacak kongre ile ortadan kalkacak, demokratik dönüşüm süreci daha da hızlanacaktır. Atina savunmamda da belirttiğim gibi önümüzdeki süreç Kürdistan Halk Kongresi’yle gelişecek. Yeni demokratik vizyon, KHK olacaktır.”

İşler tamı tamına Öcalan’ın bu açıklaması doğrultusunda ve onun daha “Atina savunması”nda belirlediği çerçevede gelişti.

Beklentilere uygun kontrollü değişim

Bilindiği gibi önce PKK’dan KADEK’e geçilmiş ve bu, İmralı’da ortaya konulmuş yeni yönelim ve çizginin örgütsel gereği sayılmıştı. İmralı’da sözümona yeni bir “demokratik uygarlık” projesi ortaya konulmuştu. Bu projenin gerektirdiği yeni örgüt biçimi artık KADEK’ti, PKK’nın isim ve güya yapı olarak geride bırakılması böyle sunuluyordu. PKK eski dönemin ihtiyaçlarına yanıt veren bir örgütsel biçimdi, işlevini yeride getirdi ve artık geride kalması gerekiyordu, bu yapıldı, deniliyordu. KADEK’e geçilerek PKK adının devrimci dönemden getirdiği “yükler”den kurtulmak isteniyordu. Yanı sıra başka bazı taktik hesaplar da vardı bu isim değişikliğinin gerisinde.

Köklü bir politik yön ve platform değişimi, bununla bağlantılı köklü bir kimlik değişimi söz konusuydu. PKK adı gerçekten artık bir yüktü, bu yükten kurtulmaları da gerekiyordu. Bu yeni politik çizgiye laf olsun diye geçmiş değillerdi, bu yeni çizgiyi benimsemiş, giderek sindirmişlerdi. Şimdilerde bazı kıdemli PKK kadrolarının ifadesiyle, “4 yıldır tartışmış”, artık “ikna olmuş” ve yeni çizgiyi yürekten benimsemişlerdi. Yeni bir örgütsel biçim, PKK’nın adının getirdiği anılardan ve etkilerden kurtulmak onlar için bir ihtiyaçtı, bu çerçevede KADEK’e geçtiler.

Şimdi ise, yine kendi açıklamalarına göre, KADEK’e geçmişlerdi ama işin aslında KADEK de PKK’dan çok farklı olmamış, özünde onun bir uzantısı olarak kalmıştı; bu nedenle artık ihtiyaca yanıt veremez hale gelmişti ve feshedilmesi, tümüyle yeni bir yapılanmaya gidilmesi gerekiyordu. Bir isim değişikliğine değil, tümüyle yeni bir örgütsel yapılanmaya ihtiyaçları vardı.

Böylece KADEK feshedilmiş, yerine yepyeni bir örgüt kurulmuş oldu. Bu iki işin aynı yerde aynı kongre tarafından ve biribirini izleyen oturumlarda yapılmış olması, birinin feshi ile ötekinin kuruluşunun aynı yerde ilan edilmiş olması, tabii ki biraz fazla tuhaf ve biçimsiz görünüyor. Bu tümüyle, herşeyiyle yeni bir örgüt iddiasını biraz gölgeliyor. Ama yine de, olup bitende temel önemde bir yenilik olduğunu da kabul etmek gerekir.

Bu yenilik biçimden çok özdedir, ama öncelikle biçim planındaki bazı yeniliklerden söz etmek gerekir. Görülebildiği kadarıyla, PKK’nın o alışılmış örgüt yapısı bir ölçüde terkedilerek, yıllardır PKK liderliğindeki siyasal mücadele içerisinde yer almakla birlikte belki doğrudan PKK örgütlenmesi içerisinde yer almamış, dar anlamda PKK kültürüyle yetişmemiş bir takım insanlara (bunlar daha çok Kürt burjuva politikacılarıdır) alan açan yeni bir örgütsel düzenleniş söz konusudur.

Gene de ipler elde tutulmaya, kontrol ve inisiyatif kaybedilmemeye çalışılıyor. Örneğin bu kaygı çerçevesinde, Öcalan adıyla sıkı sıkıya bir bağlantı kurulmaya özen gösteriliyor. Öcalan’ın kurumsal başkan ilan edilmesi ve KONGRA-GEL’in ideolojisinin Öcalan tarafından belirleneceğinin bir tüzük maddesi haline getirilmesi (Özgür Gündem bu özel hükümleri, “Öcalan için özel kararlar” başlığı ile sunuyor, 21 Kasım 2003), bu arada kardeş Öcalan’ın yeni partinin başkan yardımcılarından biri seçilmesi ve daha şimdiden yeni parti adına sahnede en çok konuşanlardan biri olarak belirmesi, hep bunun ifadesi. Tabii, Abdullah Öcalan için özel tüzük maddesi haline getirildiği söylenen hükümler, Ortadoğu’nun mistik geleneklerinden sıyrılma ve yeni “demokratik-ekolojik” uygarlık öneminin partisi olma iddialarının yanında pek hoş duruyor. Bu bildiğimiz o kişiyi putlaştıran, Öcalan’a parti kongresi ve Merkez Komitesi üzerinde bile özel ve dokunulmaz bir yer ve konum tanıyan kötü PKK uygulamasının aynen devamından başka bir şey değildir. Öylesine ki, Öcalan’dan kurumsal “Önderlik” olarak sözetmek, yeni partide yeni resmi genel başkanı da kapsayacak bir yükümlülük olarak duruyor hala Yeni uygarlık projesi ve partisi iddiası daha buradan dökülüyor, ama şimdilik sorunumuz bu değil.

Bu gerçekten bir yeni düzenleniştir, ama kontrollü, dizginleri elde tutma kaygısına dayalı bir yeni düzenleniş. Buna rağmen merkezkaç kuvvetlerin önünü açar mı, bilemiyoruz. Bu çok önemli de değil aslında. Önemli olan bu yeni düzenlemenin ne ifade ettiği, bu ihtiyacın nereden doğduğudur. PKK’dan KADEK’e geçişi anladık. İmralı’da PKK’nin bilinen programı ve çizgisi tümden terkedilmiş, yerine tümüyle yeni şeyler konulmuştu. Bu durumda eski çizginin biçimsel ve manevi yükünden kurtulmak için parti ismi değişikliği bir ihtiyaçtı. Ama nedense, bu kadarı yeterli olmadı, daha iki yılını bile doldurmadan KADEK feshedildi, şimdi tümden yeni parti adı altında üçüncü bir isme geçildi.
Bu ihtiyaç nereden doğuyor? Önemli olan, üzerinde durulması gereken soru ve sorun budur.

TC ile olmayınca bu kez ABD ile...

Temelde olay şudur: PKK kendi özgücüne, demek oluyor ki halk hareketine dayanarak siyaset sahnesinde güç olabilmiş bir partiydi. Başlangıçta radikal ulusal hedefleri vardı. Buna kendince belli bir devrimci içerik de kazandırıyordu. Kendini böyle bulmuş bir partiydi ve buradan sonuca gidebileceğine inanıyordu. Buradan sonuca gidemediği gibi, sonuçta bir yenilgiye de uğradı. Bunun utanç verici bir yenilgi olduğunu, yani teslimiyet şeklinde gerçekleştiğini biliyoruz. Yenilgisini bizzat kendi eliyle ve en kötü bir biçimde ilan ettiği andan itibaren PKK, artık Kürt halkının kendi özgücüne dayanarak sonuca gitme inancını taşıyan ve bu çerçevede davranan bir hareket olmaktan çıktı. Kürt halkı üzerindeki etkisini elbetteki korudu, hala da koruyor ve buna özel bir önem veriyor. Bu etkiyi hala da bir imkan olarak kullanıyor. Fakat soruun çözümünü artık düzenle uzlaşarak veya sistemin efendilerine bel bağlayarak, düzen ve sistem içi kanallarda arıyor.

Bu yeni çerçevede, önce Türk devleti ile bir uzlaşma arayışına yöneldi. Tek taraflı sayısız adıma, kimlik inkarına, program hedeflerinin tümden terkine rağmen, Türk devleti buna bir türlü yanaşmadı, yanaşmıyor, nedamet ve koşulsuz tam teslimiyet istiyor. Silahlarınızı koşulsuz olarak bırakın, gelin Türk adaletine sığının, gerisini bana bırakın, diyor. “Eve dönüş yasası” olarak cilalanan son pişmanlık yasası üzerinden, bu bir kez daha tüm açıklığı ile yansıdı.

Elbette ki PKK-KADEK bu kadarını kabul edemezdi. Türk devletinin koşulsuz teslimiyet dayatması, kendi kimliğini inkara, kendi programını terkedişe, ideolojik olarak genelde sisteme verilen tüm o köklü tavizlere rağmen buradan bir sonuca gidilemediğini gösterdi. PKK cephesinden bu, ABD’ye umut ve bel bağlayarak sonuca gitme arayışına yol açtı bu kez.

11 Eylül sonrasının yeni koşulları ve ABD emperyalizminin en aşağılık hesaplar çerçevesinde Ortadoğu’ya müdahale planları, PKK için giderek yeni bir umut kaynağı haline geldi. Daha Irak’a emperyalist müdahale tartışmalarının en başından itibaren bunu olumlu bulduğunu ve destekleyeceğini kimi zaman açıkça, kimi zaman örtülü biçimde ortaya koydu. ABD, Ortadoğu’daki statükoya, kastlaşmış gerici, inkarcı, sömürgeci ve anti-demokratik rejimlere müdahale ederek demokratik gelişmenin, yeni demokratik ilişki ve yapılanmaların önünü açmak istiyordu, bu ise Ortadoğu halklarının ve bu arada Kürt halkının yararınaydı -tüm mantık bu varsayım üzerine kuruluyordu ve bundan da ABD müdahalesinin desteklenmesi gerektiği sonucu çıkıyordu. Bu tutum Başkanlık Konseyi’nin açıklamalarıyla defalarca ortaya konuld.

Bu süreçte elbette çeşitli zikzaklar da oldu. Örneğin Türk devletinin ABD ile anlaşarak kuzeyden cephe açacağı ihtimali ortaya çıkınca PKK-KADEK bir anda ve bir süre için savaş karşıtı kesildi. Fakat bu ihtimal ortadan kalkınca, yeniden ABD müdahalesini destekleme çizgisine döndü. Artık tümüyle burjuva pragmatizmine dayalı bir politik çizgi izlendiği için süreç içerisinde böyle zikzakların olması anlaşılır bir durum ve bunların bir önemi yok. Önemli olan temel yönelimdir. Temel yönelimin özü ise, ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesinin Kürt sorununun çözümü için de uygun koşullar yaratacağı ve bu nedenle desteklenmesi gerektiğidir.

KADEK’in feshi ve KONGRA-GEL’in ilanı ile sonuçlanan bu yeni açılımın nedenlerine biraz daha yakından bakalım.

Emperyalizmin dümen suyunda
sözde “ulusal kurtuluş”

PKK kurulu düzeni ve emperyalizmi hedef alarak verilecek bir ulusal kurtuluş mücadelesi çizgisinden kopmuş, bunun yerine emperyalizme bel bağlayarak elde edilecek ulusal kazanımlar çizgisine geçmiştir. Bu çok köklü tutum değişiminin ilk belirtileri daha yıllar öncesinden ortaya çıkmış, İmralı’da ise atılan yeni adımlarla artık olayın adı konulmuş, bu yeni bir çizgi ve program olarak benimsenmiştir. Bu ilkesel konum ve kimlik değişimi, ulusal hareketin ulusal demokratik özünün tahrip edilmesi, dinamitlenmesinden başka bir şey değildi.

Dünya ölçüsünde baktığımızda, bunun yeni bir olgu olmadığı gibi yaygın bir eğilim olduğunu da görürüz. Gerisinde ‘89 çöküşü ve dünya devrim dalgasının dibe vurmuş olması gerçeği var. Biz bu yeni sözde “ulusal hareket” türü üzerinde Balkanlar’a emperyalist NATO müdahalesi sırasında durmuş ve onu ortaya çıkaran koşulları ortaya koymuştuk. 20. yüzyıl, proleter devrimler yüzyılı olmanın yanı sıra, sömürge ve yarı-sömürge halklarının emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ulusal direniş ve devrimler yüzyılı oldu aynı zamanda. 20. yüzyılın bu büyük akımının önü de bizzat sosyalist Ekim Devrimi’yle açıldı. Halklar dünyanın dört bir tarafında, şu veya bu ölçüde, şu veya bu şekilde, dışta emperyalizme içte feodal ya da geleneksel gü&ccdil;lere direnerek özgürlük ve bağımsızlık elde ettiler. 20. yüzyılın bütün devrimci ulusal kurtuluş mücadeleleri bu temel üzerinde verildi.

Oysa Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra dünya çapında gerici-milliyetçi akımlar önplana çıktılar, bizzat emperyalistler ve onların gerici burjuva uzantıları tarafından halklar birbirine düşman edildi ve kırdırıldı. Yugoslavya’da iç savaş, Kafkasya’da iç savaş, Afrika’da iç savaş vb., bunun kanlı, yıkıcı örnekleri oldular. Halklar arası kanlı kırımlar büyük kitlesel katliamlara, hatta Afrika’da olduğu gibi jenosid boyutlarına vardı. Bu gerici-milliyetçi dalganın bir parçası olarak, çeşitli ulusal ya da siyasal bünyelerdeki ulusal topluluklar ya da azınlıklar, kendi haklarını artık emperyalizme bel bağlayarak elde etme tutumu içerisine girdiler. Daha da önemlisi, emperyalizm bu sorunları bilinçli ve sistematik kışkırtmalarla kullanarak, çeşitli ülkelere ve bölgelere müdahale etmeye başladı. Bosnalı müslümanların hamisi kesidi, Bosna’ya müdahale gündeme geldi. Kosovalı Arnavutlar’ın hamisi kesildi ve Kosova müdahalesi, ardından ise Makedonya’ya müdahalesi gündeme geldi vb.

Ulusal sorunun bu tür bir “çözüm”ü, tümüyle, emperyalizmin çıkarlarına ve politikalarına alet olmak anlamına gelmektedir. Bu gerçekte herhangi bir sorunu çözmüş de olmuyor; yalnızca, halklar arasındaki düşmanlığı artıran, onlar arasına duvarlar ören, biribirlerine düşürülerek düşman edilmiş ve güçten düşürülmüş halkları tek tek emperyalizme kul köle haline getiren sonuçlara yolaçıyor. Sorunu çözmediği gibi, tersine genişletip katmerleştiriyor da. Balkanlar’a baktığımızda doğan sonucun yalnızca bu olduğunu bütün açıklığı ile görebiliriz. Emperyalist “yeni dünya düzeni”nin en tahrip edici sonuçlarından biridir bu durum.

PKK, önce KADEK’e, oradan da KONGRA-GEL’e evrilen değişimiyle işte bu çizgiye oturuyor. Devrimci bir yoldan elde edemediğini, ezilen bir halkın kendi özgücüne dayalı mücadelesiyle elde edemediğini, bundan böyle dünya jandarması ABD emperyalizmine dayanarak elde edebileceğini sanıyor. ABD’nin yeni Ortadoğu politikasının bunun için tarihi imkanlar yarattığını düşünüyor ve bu çerçevede de kendindeki değişimi Amerika’nın kabullenebileceği bir çizgiye oturtuyor.

KONGRA-GEL kongresine delege olarak katılan ve artık Kürt burjuvazisinin bakışaçısını en çıplak biçimde seslendirenlerden Sıraç Bilgin, konuya ilişkin olarak şunları söylüyor: “Düşüncesi, bundan önceki sistemi veya gelecekteki sistemi ne olursa olsun, KADEK kadar büyümüş bir organizasyonun, artık küçük dar bir parti kalıbı içinde Kürdistan’a bakması imkansızdır. Süreci yakalama ve aşma zorunluluğunu kendinde hissetmekle yükümlüdür. Bundan dolayı, çok kısa bir süre içinde bitecek olan bir fırsatı değerlendirip değerlendirememe durumu söz konusudur. Bunun bir sene mi, iki sene mi, yoksa üç sene mi sürüp sürmeyeceği belli değildir. Bundan dolayı teorik olarak insanların, Ortadoğu’nun, giderek tüm dünyanın şu veya bu şekilde kurtuluşu çok cazip gelebilir. Ama bugün çok katı bir gerçek var: İki-üç yıl sürecek olan bir fırsat...” (Özgür Gündem, 13 Kasım 2003)

Bu bir, iki, bilemedin üç yıl nedir biliyor musunuz? ABD’nin Irak’taki fiili işgal süresi! Biz bu dönemde ABD’ye dayanarak bir şeyler elde ettik ettik, yoksa büyük bir tarihi fırsat kaçırmış olacağız, demek istiyor. Kimliği ve kişiliği hayli tartışmalı bu fırıldak yiğit zamanında İmralı savunmalarına karşı örtülü anti-emperyalist yazılar yazmıştı Özgür Politika’da, şimdi ise ABD’nin sunduğu tarihi fırsatı kaçırmayalım diye feveran ediyor. İmralı sonrasının bilinçlerde yarattığı “büyük değişim”in sonucu olmalı bu.

Emperyalizme bel bağlamaya dayalı bu çözüm arayışı, KONGRA-GEL açılımının ilk temel nedeni. Buradan ikinci önemli nedene (ki bu ilkinin güncel somutlanması oluyor) geçebiliriz artık.

“İsrail’den sonra” ikinci büyük müttefik!

Bilindiği gibi yıllardan beridir ve özellikle de İmralı sonrasında, Türk tarihinden çeşitli dayanaklar gösterilerek, Türk burjuvazisinin Kürtlerle barıştığı taktirde elde edecekleri üzerinde yoğunlaşan bir söylem vardı. Zamanında Alpaslan Kürtler’e dayanmıştı da Bizans’a doğru yürüyüş öylece başlamıştı; Yavuz Sultan Selim Kürt feodal beyliklerine dayanmıştı da Osmanlı İmparatorluğu o andan itibaren bölgede önünde durulmaz biçimde büyümüştü; Mustafa Kemal Kürtler’e dayanmıştı ve Milli Kurtuluş Savaşı da bu sayede kolayca başarıya ulaşmıştı. Dolayısıyla, şimdi de Türk burjuvazisi ve devleti bir kez daha Kürtler’e dayanmayı başarırsa, bunun için uzatılan “barış” elini tutarsa, böylece Türkiye’ye bölgesinde, Ortadoğu’da ve İç Asya’da, gün doğacaktır, Türkie’nin önünde artık durulamayacaktır deniliyor, bunun teorisi yapılıyor, Türkiye’yi yönetenlerin yayılmacı hevesleri uyandırılmaya ve bu bir ikna olanağı olarak kullanılmaya çalışılıyordu. Bu beyhude bir çabaydı ve doğal olarak ciddiye alınmadı, bir etkisi olmadı.

Şimdi benzer mantık üzerinden yeni teoriler revaçta. Fakat bu kez muhatap Türk burjuvazisi yerine artık dünyanın emperyalist jandarması ABD’dir. Yeni teori, ABD’nin Ortadoğu’daki müdahalesinde başarılı olmak istiyorsa İsrail’in yanı sıra Kürtler’e dayanmak zorunda olduğu üzerinedir. Bu değerlendirmeye göre, Türk devleti ve burjuvazisi ABD için bölgede artık bir dayanak değil, tersine, müdahale hedefidir. Zira statükocudur ve demokratikleşmenin önünde engeldir, oysa ABD’nin müdahalesi tam da statükoları yıkmayı ve demokratik gelişmenin önünü açmayı hedeflemektedir.

Bu gerçeklerden tümüyle uzak değerlendirmeye yakın zamandan bir örnek verelim:

“Ortadoğu’daki statüko değişikliğinden en çok etkilenmiş olan ve daha da etkilenecek olan bir başka ülke Türkiye’dir. Türkiye ikili bir sıkıntı içindedir. Bir kere rejimi demokratik ve insan haklarına saygılı bir rejim değildir. Hazine yağmalayan derin devlet ve Kürt düşmanı çeteler tarafından yönetilmektedir. Pratik olmayan ve içine gireni yutan karanlık yapısıyla IMF ve ABD’ye de yüktür artık. Öte yanda ABD’nin gelecekte büyük bir olasılıkla temel bir politik ittifak olarak tercih edeceği Kürt halkının en büyük parçasını dili, kültürü ve geleceğiyle yasak bir şekilde ipotek altında tutmaktadır. İsrail’den sonra Kürtler’i temel bir ittifak olarak görmek isteyen ABD’nin Ortadoğu politikasında 20 milyon Kürdü ve onun temsilcisi olan KADEK güçlerini göz ardıetmesi beklenemez.” (20. Yüzyılın Sıfır Noktası: 11 Eylül, Özgür Politika, 12 Eylül 2003)

Değerlendirme kendi içinde yeterince açık. Kürtlerle ilgili kısmı bir an için ve üstelik ancak kısmen bir yana bırakılırsa, gerisi Türkiye’nin sicilli Amerikancıları’nın her gün yineledikleri argümanların bir tekrarından ibarettir. Burada ABD, Türkiye’yi demokratikleştirmek isteyen, bununla da kalmayıp IMF ile birlikte, yolsuzluklara ve yağmaya dayanan gidişata son vererek, Türkiye ekonomisini düze çıkarmak isteyen bir güç olarak sunuluyor. Bundan çıkan sonuç ise ABD’nin yönetenleri şahsında Türkiye’yle problemli olduğu, dolayısıyla Ortadoğu’ya yapmakta olduğu tarihi müdahalede, ona dayanmak bir yana onu da müdahalenin hedefleri arasında gördüğüdür.

Oysa Kürtler, ki böylece yapılan değerlendirmenin ikinci kısmına geliyoruz, ABD için Ortadoğu’da İsrail’den sonra ikinci büyük müttefik olma konumundalar. Bundan da ikili bir sonuç çıkar. İlkin, ABD, “ABD’nin gelecekte büyük bir olasılıkla temel bir politik ittifak olarak tercih edeceği Kürt halkının en büyük parçasını dili, kültürü ve geleceğiyle yasak bir şekilde ipotek altında tutmakta” olan Türkiye’nin statükosuna bu nedenle de müdahale edecek ve dolayısıyla Kürt sorununda da bir çözüm gücü olarak kendini ortaya koyacaktır. Ve ikinci olarak, “İsrail’den sonra Kürtler’i temel bir ittifak olarak görmek isteyen ABD’nin, Ortadoğu politikasında, 20 milyon Kürdü ve onun temsilcisi olan KADEK güçlerini göz ardı etmesi beklenemez.”

Bu sonuncusundan çıkan dolaysız sonuç ise şudur: PKK-KADEK, ABD için potansiyel bir müttefiktir.

“Biz ABD’den yanayız”ın cilalanmış
formülasyonu

İşte PKK tarafından temsil edilen Kürt hareketinin son açılımlarının oturduğu zemin de budur. En kısa ve özlü şekilde söylemek gerekirse, PKK kendisini ABD politikalarına göre (bunu beklentilerine ve dayatmalarına göre biçiminde de anlayabiliriz) yeniden düzenliyor. Bunun gerektirdiği yeni açılımlar yapıyor. KADEK feshedilerek, yerine KONGRA-GEL’in kurulması da bu açılımların bir parçasıdır. Nitekim, Kuruluş Bildirgesi, “KONGRA-GEL’in kuruluşunun ABD’nin bölgeye yönelik düzenlemelerine katkı sağlayacağına” işaret ederek bunu bir biçimde itiraf da ediyor. Zübeyir Aydar’ın KONGRA-GEL’in başkanı olarak Kürt basınına verdiği demeçlerde söyledikleri de, benzer bir itirafın uzantısı niteliğinde:

“2003 yılında Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler sonucunda statükonun dağıldığına dikkat çeken Aydar, ‘ABD müdahalesi ile birlikte bölgede bazı kesimler statükoda ısrar ediyor. Bunun faydası yok. Değişim olmadan Başkan Apo bunu müdahaleden önce gördü. Atılan adımlar bunun göstergesidir. Biz Kürtler de yeni statükoda yer almak istiyoruz. Açıkçası biz yeniden yanayız. Eskisi bize çok zarar verdi. Dolayısıyla yeniliğin ittifakında yer alacağız’.” (Özgür Gündem, 16 Kasım 2003)

Bu tamı tamına biz ABD’den yanayız demekle aynı anlama geliyor. Zira “statükocu güçlere karşı değişim yanlısı güçler” formülasyonundaki “değişim yanlısı güçler”, ABD ile emperyalist müttefiklerinden başkası değil. Ortadoğu halkları ile emperyalizm arasındaki gerçek saflaşmayı karartan demagojik formülasyonlar içinde de olsa, net bir tavır ve tutum var burada. Nitekim Kuruluş Bildirgesi de, açıkça Irak’a emperyalist saldırıyı onaylıyor, ABD’nin Ortadoğu’da başlattığı yeni süreci “olumlu” bularak selamlıyor ve “KONGRA-GEL’in kuruluşunun ABD’nin bölgeye yönelik düzenlemelerine katkı” olduğunu da bu selamlamanın uzantısı olarak dile getiriyor. ABD’nin de bu açılımlara olumlu bir yanıt vermesi, yani “Kürt sorununa kalıcı çözüm” bulması ça¤rısı tüm bunları tamamlıyor.

Bütün bu açıklama ve değerlendirmelerin özü ve özeti şudur: Kürt sorununa şu veya bu çözümü bulması karşılığında ABD emperyalizmi Ortadoğu’ya yönelik müdahalesinde desteklenecektir.

KONGRA-GEL’e geçişimiz ABD’nin Ortadoğu’da yaratmaya çalıştığı yeni düzene uygun bir değişimdir, KADEK’i feshedip yerine KONGRA-GEL’i koymakla ABD’nin Ortadoğu planlarına yanıt vermiş oluyoruz diyenler, yapılan yeni açılımın ilk ve en temel nedenini de böylece ortaya koymuş oluyorlar. Yeni açılımı anlamaya çalışırken gözönününde tutmamız gereken ikinci temel nokta budur.

ABD’nin Ortadoğu politikalarına uyum

ABD’ye bağlanan bu umutlar çerçevesinde, böylece üçüncü temel etkene geliyoruz. ABD, emperyalist bir güç olarak tabii ki karşısında dosdoğru Kürt burjuvazisini görmek istiyor. Yani her türlü devrimci geçmişten, ezilenlere, alt sınıflara dayalı her türlü ideoloji, politika, ölçü, değer, gelenek ve kaygıdan arınmış, bildiğimiz türden bir burjuva partiyi muhatap görmek istiyor. Talabaniler’in, Barzaniler’in partisi gibi bir partiyi. Böyle bir parti aynı zamanda Türkiye’yi yönetenleri Kürt sorununda yumuşak bir çözüme razı etmek bakımından da zorunlu bir ihtiyaçtır ve amaca uygun olacaktır.

Oysa İmralı sonrası kimlik değişiminin devasa boyutları ne olursa olsun PKK’nın yapısı da anısı da buna uymuyor, aşılması güç bir politik, manevi ve psikolojik engel oluşturuyor. Adı KADEK olarak değişti, ama yapı aynı yapı olduğu için, bir dizi alışkanlık ve uygulama yerli yerinde durduğu için ve hep de devrimci geçmişi anıştırdığı için, bu engel aşılmış olmadı. Şimdi yaşanan ise, buna uygun da bir değişim oluyor, en azından böyle sunulabiliyor.

KADEK’in feshi ve KONGRA-GEL’in ilanı, başta ABD olmak üzere tüm emperyalistlerin ve gerici düzen güçlerinin beklentilerinin artık örgütsel yapılanma planında bile karşılanmasından başka bir şey değil. Ama tutup böyle bir değişimi “21. yüzyılın demokratik-ekolojik toplum hedefi”ne uygun bir örgütsel yapılanma, “Apocu değişim diyalektiği”nin yeni bir ürünü olarak tabana ve kitlelere sunuyorlar. Değişimin gerçek anlamını Kürt alt sınıflarından, Kürt emekçilerinden ve yurtseverlerinden gizlemek için bunu böyle cilalayarak, felsefi ambalajlara sararak sunmaları gerekiyor.

Rivayete bakılırsa sorun şöyledir: “21. yüzyıl, demokratik ekolojik devrimler yüzyılıdır ve bu devrimler, evrimsel bir yol izler. Demokratik ekolojik toplum hedefiyle örtüşen bu evrimsel yol, sınıflı toplum ve çatışmalar yüzyılının ‘zor’a dayalı yöntemlerini, bunun ortaya çıkardığı iktidar aygıtlarını reddeder; ‘Demokratik Toplum Koordinasyonu’ gibi sosyal kolektifleri gerekli kılar.” (Özgür Gündem, 13 Kasım 2003)

Yani, “Öcalan’ın, 21. yüzyılın bu gerçekliğine dayandırdığı felsefik görüş, bu görüş ışığında oluşturduğu teorik saptamalar ve temel tezler”, KADEK’in feshinin ve KONGRA-GEL oluşumunun asıl nedeniymiş. Bu pek felsefik, tarihi ve teorik yorum ve sunuş, hala devrimci duyguların etkisi altındaki sıradan insanlara yedirilmeye çalışılan bir çocuk maması işlevi görüyor. Halbuki bunu söyleyenler yüzlerini ABD’ye döner dönmez başka şeyler söylüyorlar. KONGRA-GEL’in ABD’nin Ortadoğu’ya müdahale politika ve planlarına uygun bir açılımın ifadesi olduğunu söylüyorlar ve artık resmen de huzura kabul edilmek istediklerini bildiriyorlar.

Burada hem devrimci bilinçten arta kalan ne varsa ona yönelik yeni bir tahribat, ama hem de büyük bir ikiyüzlülük var. Bir yandan Irak’a ve bölgeye en yıkıcı savaş araçlarına dayalı ABD müdahalesine hararetli destek, gerici emperyalist yağma ve köleleştirme savaşını destekleyip savunabilecek kadar militan savaşçı bir tutum, öte yandan demokratik-ekolojik “evrimsel” nitelikte “devrimler” döneminin “her türlü şiddeti” reddeden partisi olarak KONGRA-GEL! Teori ya da felsefe orda kalsın, en bayağı ve samimiyetsiz türden bir laf salatasıyla, yeni felsefe adı altında sunulan bir tür safsata ile yüzyüzeyiz işin aslında.

Bunun gerisinde, Kürt ezilenlerinin mücadelesi içerisinde kendini bulmuş, geliştirmiş bir örgütsel yapı tasfiye edilip normal burjuva bir yapıya dönüştürülürken, buna bir teorik kılıf uydurma çabası var. Bu değişimin Kürt halk kitlelerine bir biçimde kabul ettirilebilmesi gerekiyor. Bu nedenle, devrimler döneminin değil evrimler döneminin, çatışma döneminin değil barış döneminin partisine ihtiyaç var; PKK zaten buna uygun değildi, KADEK de kendini değiştiremedi, büyük ölçüde PKK olarak kaldı, o halde bize böyle bir parti lazım deniliyor, bu böylece kendini ABD’ye kabul ettirmek için atılan adımlar Kürt halk kitlelerine de benimsetilmeye çalışılıyor.

“Öcalan diyalektiği” imiş, “sürekli değişim”miş, bunlar gözlere serpilen kül misali aldatıcı laflar! Öyle ya, insan ya da canlı bir organizma bozulup çürüyerek de, kokuşup gübreleşerek de değişmiş oluyor. Burada bir değişim ya da diyalektikten sözedilecekse eğer, bu herhalde en fazla bu türden bir “değişim” ve “diyalektik” olabilir. Devrimci diyalektiğe dayalı toplumsal değişim tarihte ileriye doğrudur, bu değişim ilerici sınıfların çıkarları yönündedir, insanlığı bulunduğu noktadan alıp daha ileriye götürülmesi anlamına gelir. Oysa siz çürümüş kapitalist dünya sisteminin bugünkü jandarması olarak ABD’ye sırtınızı dayıyorsunuz, bunun ihtiyaçları çerçevesinde kendinizi değiştiriyor, “yeniden yapılandırıyorsunuz”, buna da &147;Apocu diyalektiğin” gereği olan büyük “değişim” diyorsunuz. Bu pek de derin felsefi laflarla Kürt emekçilerini ve yurtseverlerini aldatmaya çalışıyorsunuz.

“Leninist etkiler”den arınmanın gerçek anlamı

Gerçekte burada, yeni politik açılımlarla ABD’nin dayatma ve beklentilerine yanıt vermek kadar, devrimci demokrat bir mücadele içerisinde kendini bulmuş, bir ölçüde olsun sosyalizm idealiyle yoğrulmuş, sosyalizm düşüncesine duygusal bağlılığını hala da koruyan kadroların ve sempatizan kitlenin bilincindeki herşeyin kazınması ihtiyacı var. “Leninist parti modeli eskimiştir”, “tüm leninist etkilerden arınmak gerekir”, “çağımız artık şiddet çağı değil”, şiddet “sınıflı toplum ve çatışmalar yüzyılının” aracıydı, oysa bu çağ geride kaldı vb. deniliyor. Ama öte yandan da Amerika’nın şiddeti politikanın temel aracı haline getiren tutumu övülüyor, Ortadoğu’ya emperyalist müdahale destekleniyor, bu destek sunulurken “Şimdi geçerli olan, savaşın ve mücadelenin kurallarıdır” rtık deniliyor (bahsi geçen “11 Eylül” değerlendirmesi). KONGRA-GEL başkan yardımcısı Osman Öcalan, daha dünkü açıklamasında (21 Kasım 2003/ÖG), gerillanın önemi azalmamıştır tersine artmıştır, gerillayı güçlendireceğiz diyor. Bir taraftan çatışmalar dönemi bittiği için, artık disiplin gerektiren örgüt ihtiyacı ortadan kalktığı için, KONGRA-GEL açılımı yapılmış oluyor, &oul;te taraftan da “Gerillanın önemi azalmak bir yana” daha da artmış bulunuyor! Anlayacağınız “yeni felsefe” adı altında tam bir karmaşa, bir tür fikir bulamacı!

Her türlü şiddeti reddeden “evrimsel” dönemin partisi KONGRA-GEL adına konuşan Osman Öcalan devam ediyor: “... Aslında gerillanın da askeri boyutta meşru savunma yönünü güçlendirmesi söz konusudur. Önderliğimizin yaşamında olumsuz bir gelişme olursa meşru savunmanın silahlı boyutu da devreye girecektir.”

Demek ki en ufak bir anlaşmazlıkta hemen silahlı mücadele yolunu tutmanız ve buna da kendinizi bugünden hazırlamanız gerekiyor. Hani çatışmalar dönemi bitmişti, hani artık bunlar tarihe karışmıştı! Siz daha ilk adımda, İmralı’da Abdullah Öcalan’a bir şey olsa, yeniden silahlı mücadele başlatacağız diyorsunuz. Tutarlılık bunun neresinde? Burada 21. yüzyıl felsefesi değil, tam bir safsata var yalnızca. Ortadoğu bataklığında onun en kötü siyasal geleneklerinin benimsenmesine dayalı bir burjuva pragmatizmi var.

Ama yanılgıya düşmemek gerekir; bu tutarsızlık ne basit bir rastlantı, ne de bilinçsizliğin bir ürünü. Bunun gerisinde şiddet sorununa ikili bakış var. KONGRA-GEL gerçekte genel olarak şiddeti değil, fakat devrimci şiddeti, şiddetin devrimci hedefler izlenirken ve devrimci sınıf mücadelesi kavrayışı içinde kullanımına karşı. O genel olarak savaşlara değil, fakat devrimci amaçlara dayalı savaşlara karşı.

Talabani’nin Öcalan’a gönderdiği 1992 tarihli tarihi mektup, bugün olup bitenlerin de mantığını ve genel çerçevesini tabak gibi koyuyor ortaya. Aynen şöyle diyordu Güney Kürdistan’ın bu savaş ağası: “Devrimler dönemi bitmiştir, silahlı direnme dönemi bitmiştir, artık tarihe karışmıştır. Yeni dünya düzeni siyasi görüşmeler yoluyla ABD’nin himayesinde, serbest piyasaya dayalı, burjuva demokrasiler sistemi hakim tek nizamdır. Sizin de bunu kabul etmekten başka bir çareniz yoktur.”

Son cümlesi üzerinden bakıldığında, Talabani’nin pek de ileri görüşlü bir siyaset adamı olduğu çıkıyor ortaya. “Sizin de bunu kabul etmekten başka bir çareniz yok” diyordu, on sene önce ve zaman yazık ki onu olduğu gibi doğruladı. Ama bizi burada ilgilendiren bu değil, Talabani’nin “devrimler” ve devrimci “silahlı direnme”ler üzerine söyledikleri. Zira bu bize KONGRA-GEL’de fikir karmaşası olarak görülen durumun açıklamasını da verecek.

Talabani, “Devrimler dönemi bitmiştir, silahlı direnme dönemi bitmiştir, artık tarihe karışmıştır” derken, elbette burada devrimi bilimsel niteliği, yani toplumsal-siyasal içeriğiyle alıyor, silahlı mücadeleye de bu çerçevede bir anlam atfediyor ve onu bu temel üzerinde reddediyor. Onun silahlı mücadele dediği devrimci amaçlara yönelik silahlı mücadele. Başka türlü olsaydı, bu sözleri söylediği dönemde ve halen, tepeden tırnağa silahlı bir oluşumun başı olarak kendisiyle çelişmiş olurdu bu savaş ağası.

Dün Talabaniler’in ve bugün KADEK’lilerin ve artık KONGRA-GEL yöneticilerinin itirazı genel olarak savaşa, şiddete ve onun aracı olarak silaha değil, fakat bunların devrimci amaçlarla kullanılmasına karşıdır. Bu nokta hayati önemdedir ve 21. yüzyıl felsefesi olarak cilalanan safsatalar teşhir edilirken ne kadar üzerinde durulsa azdır. Nasıl ki biz marksistler, genel olarak her türlü savaşa değil fakat emperyalist ve gerici savaşa karşı çıkıyor, bunun karşısında ise işçi sınıfın ve ezilen halkların burjuva gericiliğine ve emperyalizme karşı devrimci savaşlarını, silahlanmalarını ve direnmelerini haklı ve meşru görüyorsak, nasıl arada böylesine temelli bir ilkesel ayrım yapıyor ve savunuyorsak, işte burada, Talabani’nin ve KONGRA-GEL’in tutumunda da, bu ayrımın tam tersyüz edilmiş bir biçimiyle yüzyüzeyiz. Onlar ise tam tersine, emperyalizmin ve burjuvazinin savaş ve şiddetii politik gereklilik ve zorunluluk olarak görüyor ve destekliyorlar, ama bunu emekçilere ve ezilenlere yasaklıyorlar. Bu yasağı “felsefe” ve “teori” düzeyine çıkarıyorlar. Talabani’nin “Devrimler dönemi bitmiştir, silahlı direnme dönemi bitmiştir, artık tarihe karışmıştır” sözleriyle anlattığını, KONGRA-GEL “sınıflı toplum ve çatışmalar yüzyılının ‘zor’a dayalı yöntemlerini, bunun ortaya çıkardığı iktidar aygıtlarını reddeder”ek anlatmış oluyor.

Amerika Irak halkının başına bombalar yağdırabilir, Talabani tepeden tırnağa silahlı kalabilir, “leninist etkilerden” kendini tümüyle “arındırmış” bir KONGRA-GEL gerilla güçlerini koruyabilir, hatta daha da güçlendirebilir, liderinin ölümünü bile genel bir savaş nedeni haline getirebilir, tüm bunlar olabilir; ama devrimci politik amaçlarla, devrimci hedeflere dayalı sınıf mücadelesi çerçevesinde şiddete başvurmak, bunun için silahlanmak, devrimci amaçları silaha dayalı olarak gerçekleştirmek haklı ve meşru değildir, bu dönem artık “bitmiştir”, “artık tarihe karışmıştır”! “Sınıflı toplum ve çatışmalar yüzyılının” “lenininst” mücadele yöntemleri ve “örgüt modelleri” artık eskimiş, geride kalmıştır! Dönem (yeni yüzyıl!) her türlü “leninist etki”den arına dönemidir!

Burada silahsızlandırılanlar ezilen sınıflar ve halklardır. Salt silah bakımından değil, düşünce olarak da. Burada genel olarak şiddet düşüncesi değil, fakat şiddette dayalı devrim düşüncesi bilinçlerden kazınmak isteniyor. Devrimci sınıf mücadelesi ve bunun şiddet boyutlarıdır bilinçlerden kazınmak istenen. Bunun ötesinde herşey gene silaha ve şiddete dayalı kalıyor ve bu da bizzat “leninist etkilerden” kendini artık tümüyle “arındırmış” KONGRA-GEL tarafından savunuluyor. Kürt halkının temel ulusal ve toplumsal hakları uğruna şiddeti ve silahlı direnmeyi artık modası geçmiş sayanlar, öte yandan bir bireyin yaşamına yönelebilecek bir saldırıyı kesin bir savaş nedeni ilan edebiliyorlar. Sorun bu kadar açık ve net olarak gözler önündedir.

Yetkiyi Kürt burjuvazisinden gelme
kadrolarla paylaşmak

Bu bizi yeni açılımın bir başka yönüne, geçmiş devrimci gelenekten gelen her türlü ideolojik etkinin kazınmasına, Kürt yurtsever kadro ve kitlesinin bu açıdan da tümüyle silahsızlandırılması meselesine getirmiş bulunuyor. Nitekim buna tüm “leninist etkilerden arınmak” diye dosdoğru bir isim de koymuş bulunuyorlar. “Leninist etkiler” burada her türden devrimci ve sosyalist amaç, düşünce, kavram, değer, gelenek ve alışkanlık olarak anlaşılmak durumundadır.

Amerika’ya sırtını dayayarak geçmişin her türlü etkisini kazımak hedeflerinin yanı sıra, artık bayrağın doğrudan Kürt burjuvazisine teslim edilmesi gerçeği de var burada. Bu belki de sorunun en kritik, önemle gözönünde bulundurulması gereken yönüdür. Daha silahlı savaş sürüyorken “siyasal çözüm” arayışları doğrultusundaki tüm politik açılımlar ve buna yönelik kurumlaşmalar, politika ve örgüt planında Kürt burjuvazisine alan açma anlamına geliyordu. DEP’ten HADEP’e legal alan zaten baştan itibaren Kürt burjuvazisi için önemli bir varlık ve etki alanıydı. İmralı çizgisiyle birlikte bizzat PKK’nın kendisi reformcu ulusal burjuva bir çizgiye kaydı.

İşte bu andan itibaren, devrimci ideolojik şekillenme ve mücadele içinde kendini bulmuş ve kökleştirmiş eski PKK gerçeği ile İmralı ile birlikte reformcu ulusal burjuva bir çizgiye kaymış yeni PKK gerçeği bir çelişki ve gerilim alanı olarak kaldı. Elbetteki yıllardır yürütülen sistematik çaba ile bu çelişki ve gerilim “evrimsel” bir köklü dönüşümle giderilmeye çalışılıyordu. Bunu daha etkili kılmak için PKK’dan KADEK’e bile geçildi. Ama şimdi bunun bile yeterli bir çözüm olamadığı dile getiriliyor. Alt sınıflara dayalı olarak ve bu toplumsal mantık içinde “leninist etkiler” altında şekillenmiş bir örgütsel yapı ve kültür, artık kendi burjuvazisinin sınıf perspektiflerini, çıkarlarını ve çözümlerini esas alan bir yönelime uymuyordu.

KADEK’in feshi, ki bu kendilerinin de söylediği gibi gerçekte PKK’nin feshidir, yerine dosdoğru burjuvazinin kadrolarını en üst kademeden itibaren istihdam edecek olan KONGRA-GEL’in kurulması bu uyumsuzluğun, son beş yıldır sıkıntısı çekilen çelişki ve gerilimin giderilmesine bulunan köklü bir çare ve çözümden başka bir şey değildir. Bu, bayrağın doğrudan Kürt burjuvazine devridir. Ama burjuvazinin bu gibi durumlarda hep yaptığı gibi, “yetkinin halka devredilmesi” olarak sunuluyor. Tipik bir burjuva aldatmacası olan bu son iddia bile işin içyüzünü ortaya sermeye yetmektedir.

Bulunan radikal çözüme rağmen sorunlar var. Düne kadar PKK’yi oluşturanlar koca bir siyasal kuvvet, Osman Öcalan’ın dediğine göre 30 bin kişilik bir kadro bu. Böylesine kalabalık bir politik kadro, özellikle de gericilik tarafından hedef haline getirilmiş bulunan tepedeki yönetim kastı, bugüne kadarki etki ve birikimi kolay kolay elden çıkarıp dünden bugüne zaten Kürt burjuvazisinin temsilcisi olan kadrolara sunmaz, mümkünse o bayrağı bundan sonra da, ama elbette ki artık burjuvazi adına kendisi taşımak ister. Ama bu politik gücü oluşturanlara, yani dünün PKK kadrolarına, siz terörden, silahlı mücadeleden, ve en kötüsü, marksist-sosyalist bir geçmişten geliyorsunuz, bu ise sizin muhatap alınmanıza, size resmi siyaset sahnesinde alan açmaya aşılması güç bir engel deniliyor. Bunu Amerika söylüyor, Türk devleti s¨ylüyor, kısmen artık kendini toparlamış ve soruna “dönem benim dönemim” diye bakabilen Kürt burjuvazisi söylüyor.

KONGRA-GEL, bu çelişkinin orta yol bir çözümüdür de aynı zamanda. Bir yandan Kürt burjuvazisine, onun dünden beri dolaysız temsilcisi olan kadrolarına yönetim düzeyinde bir alan açılıyor, ama öte yandan kendileri de dizginleri elde tutmak, hiç değilse yeni oluşumlar içinde tutunmak istiyorlar. Bunun temel tedbirlerinden biri, PKK’da olduğu gibi tüm partinin üzerinde bir “kurumsal Önderlik” ilan edilen ve ideoloji saptama tekeli tüzük hükmüyle kendisine verilen Öcalan üzerinden alınıyor. Öcalan kurumsal başkandır, yetkileri parti başkanından daha öndedir, ideolojiyi belirleme yetkisi onundur, KONGRA-GEL’in ilk kampanyası Öcalan’a özgürlük kampanyası olacaktır vb.- Osman Öcalan’ın açıklamalarına bakılırsa, bunlar tüzük hükmü ya da kongre kararı durumunda. Bu, 30 bin kişinin, deyim uygnsa o eski PKK’lı kadrosal kitlenin, kendi etki alanını koruma çabasının bir ifadesidir. Dikkat ediniz, öteki emektar başkanlık konseyi üyelerinin önemli bir bölümü yönetimden temizlendiği halde, içlerinden en tartışmalı isim olan Osman Öcalan orada tutuluyor ve başkan yardımcısı yapılan tek eski Başkanlık Konseyi üyesi oluyor. Bunun elbette simgesel bir anlamı, mesajı ve Öcalan ismi üzerinden bundan sonrası için somut v günlük bir işlevi var. Ama, böyle hesaplar olsa bile, dizginleri elde tutma kaygısı taşınsa bile, işin özünde bu açılım Kürt burjuvazisine PKK’nın yapısal bünyesi içerisinde bir alan açma, bunu PKK’nın örgütsel yapısını ortadan kaldırarak yerine konulmuş yeni örgütsel yapıyla gerçekleştirme niyeti ve çabası var.

Nitekim, KADEK PKK’nın yerini aldı ama bu onun gene de yeni güçleri kucaklamasını sağlayamadı. “Yeni güçler” burada Kürt burjuvazisinin politik temsilcilerinden başkası değil ve “kucaklama”dan kasıt da onlarla organik olarak bütünleşmek ve onlarla sorumluluğu her düzeyde paylaşmak. Başkan Zübeyir Aydar, başkan yardımcısı Remzi Kartal gibi adamlar burada bunu simgeliyorlar. İşte onlara alan açılıyor ve artık en üst yönetim düzeyinde sorumluluk onlarla paylaşılıyor. Aslında kendileri tümden itilip dışlanmamak kaydıyla partiyi tümüyle burjuvaziye teslim etmeye de hazırlar belki. Ama geçmiş bir mücadelenin yükünü ve ağırlığını taşıdıkları için, bir bakıma “kendi emeklerini” sahipleniyorlar. Öte yandan ise dizginleri ellerinden kaçırırlarsa bunun genelde hangi akıbete yol açabileceği, kendileri i&ccedi;in ne sonuçlar yaratabileceği konusunda çok emin ve rahat değiller. Bu nedenle de süreci daha bir kontrollü biçimde götürmek istiyorlar.

Sonucun ne olacağını, bu ara çözümün tutup tutmayacağını birlikte göreceğiz. Daha iki sene önce KADEK de büyük gürültülerle ilan edilmiş ve bu, “değişim”in gerekleri doğrultusunda tarihi bir adım olarak sunulmuştu. Bugün bu adımın fazla bir şey ifade etmediği ve hiçbir sonuç yaratmadığı itiraf ediliyor, KONGRA-GEL ihtiyacı bununla gerekçelendiriliyor. İlerde KONGRA-GEL’in başka yeni “açılım”larla ikame edilmeyeceğinin bir garantisi yok. Bunun bir zorluğu da yok. Nasılsa “sürekli değişim” ve “Apocu diyalektik”le bu türden her yeni adımın felsefesi dünden yarına hep hazır ve nazır.



“Leninist etkiler”den ve “Ortadoğu’nun mitolojik söylemi”nden arınma üzerine

Demokratik bulmadıkları ve artık çağdışı saydıkları Leninist partinin etkilerinden arınmaktan sözedenler, KONGRA-GEL başkan yardımcısı Osman Öcalan’ın açıklamalarına göre, kuruluş kongresinde Abdullah Öcalan hakkında bazı özel kararlar alıyorlar. Özgür Gündem gazetesi bu özel kararları “Öcalan için özel kararlar” ara başlığı ile veriyor, oradan okuyoruz:

“Osman Öcalan, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a ilişkin aldıkları kararları da şöyle açıkladı: ‘İdeolojisi her alanda yaşamsaldır. Kürt halk mücadelesine öncülük eden yine Önderliktir. İdeolojiyi belirleyen bizzat Önderlik’tir. Tüzükte de yer almıştır. Demokratik uygarlığın yaratılmasının önderliğidir. Önderlik kurumu, Kongre başkanlığından önce gelir. Ve Önderliğin başkanlığı da kongrede yer alan 360 delegenin tümünün oyuyla kabul edilmiştir.’” (22 Kasım 2003)

21. yüzyılın demokrasisini temsil eden KONGRA-GEL’in demokrasi işte bu kadar. Bir şahsa parti ideolojisini belirleme tekeli ve ona tüzük hükümleriyle, partinin tüm kurumları üzerinde özel ve ayrıcalıklı bir yer! Buna Öcalan’dan hala bir kişi değil fakat kurum olarak söz edilmesi, onun hala “Önderlik” rumuzuyla anılmasını da ekleyiniz ve bütün bunları “güneşimiz” tapınması ile birleştiriniz, gerçekten pek hoş bir tablo ile karşı karşıya kalırsınız. Tüm bunlar PKK’nın örgüt ve önderlik alanındaki en kötü, an akıl dışı, en antidemokratik düşünce ve uygulamalarının sürdürülmesinden başka nedir ki? Bu, 21. yüzyıl demokrasisi orda kalsın, liderlik sorununa bakışta Ortaçağ’ın monarşik-despotik geleneğine dönüşten başka nedir ki?

Kişi putlaştırmayı tüzük hükmü haline getirenlerin, iç demokrasi uygulamaları ve gelenekleri bakımından tarihin en ideal ve örnek devrimci partisini yaratmış olan, sık sık partisinde azınlık kalabilen ve yeniden çoğunluk olabilmeyi de ancak parti içi demokratik mekanizmalarla başaran Lenin’e burjuva gericiliğinin ağzından saldırmaları, onların şimdi bulundukları yerin dolaysız bir kanıtı olmaktan öte bir anlam ifade etmez.

Ama bu demokrasi mücahitleri yalnızca “Leninist etkiler”den değil, “Ortadoğu’nun mitolojik söylem ve dine dayalı düşünce yapısın”dan sıyrılmaktan da sözediyorlar. İyi ama bunun PKK geleneğindeki en göze batan örneği tam da “Önderlik” söylemi ve “güneşimiz” tapınması değil mi?

Ortadoğu’nun mitolojik söylem ve dine dayalı düşünce yapısından kurtulmaktan sözedenler, bir tek bireyi bütün bir partinin üstüne koyuyorlar ve bunu kurumlaştırıyorlar. “İdeolojiyi belirleyen” ve belirleyecek olan yine “bizzat Önderlik” olacaktır! Demokrasinin idealize edildiği bir ortamda bu denli bir antidemokratik uygulamayı tasavvur etmek bile zordur. Bu, hani bütün yetki tanrının yeryüzündeki elçisi ve temsilcisi durumundaki kralındır, ilk ve son söz onundur, ona aittir demek gibi bir şey. Tarihte bu türden bir kişi putlaştırması despotik rejimlerde ve daha çok da kapitalizm öncesi dönemlerde vardı.

Demokratikleşmek adına “Leninist etkiler”den arınma söyleminin gerçekte devrimci dönemin tüm düşünce ve anılarından kopma/koparma operasyonunu örtmek üzere gözlere serpilen kül olduğu böylece açığa çıkıyor. Bu oyunun gerisinde ise, “Ortadoğu’nun mitolojik söylem ve dine dayalı düşünce yapısı” en kaba biçimiyle sürdürülüyor. “Önderliğimiz”, “güneşimiz”, “tanrımız” söylemleri olduğu gibi korunuyor. Ortadoğu’nun mitolojik, dogmatik kültürü bu değildir de nedir peki! Muhammed ideolojisi, Ali ideolojisi bu değil de nedir? Bütün bu tapınmalar böyle kişiler üzerinden simgelenmiyor mu zaten? O tapınmanın bir biçiminin de yıllardır ve halen Abdullah Öcalan şahsında Kürt hareketi bünyesinde yaşandığını bilmeyen mi va bu gök kubbe altında? Hangi etkiyi siz neyle kazıyorsunuz ve böyle masallarla kimi aldatıyorsunuz?

Öcalan İmralı tecridinden 24 Eylül’de kamuoyuna bir açıklama yapıyor, KADEK yakında kongre yapacak ve kendini feshedecek, yerine de KHK, yani Kürtçesi’yle bildiğimiz KONGRA-GEL kurulacak diyor. Gerçekten de iki ay sonra sözü edilen kongre toplanıyor ve parti feshediliyor. Demek ki “güneşiniz” ne derse aynen o oluyor! Demokrasiydi, kongreydi, delege iradesiydi, yetkinin halka devriydi, bunlar hep boş laf! Bunlar ciddiye alınmaz iddialardan öte bir anlam taşımıyor.

Gelin görün ki ciddi ciddi ideolojik argümanlar olarak sürekli kullanılıyor ve yazık ki Kürt hareketinin tabanındaki büyük kitleye sersemletici ilaç etkisi yapıyor. Bu da herhalde ancak “Ortadoğu’nun mitolojik söylem ve dine dayalı” o düşünce yapısı ve politik kültürü ile açıklanabilir bir şaşırtıcı durum örneği sayılmalı.



İran ve Suriye’nin “muhatap” ilan edilmesi

Gerçekten ilginç bir başka noktayla da karşı karşıyayız. Biliyorsunuz, İmralı açılımlarında, ayrı devlet bir yana, otonom, özerk ya da federal çözümler bile reddediliyor, bunlar “bölücü ve ayrılıkçı” eğilimlerin yansıması sayılıyordu. Önemli olan demokratikleşmiş bir toplumda “anayasal vatandaşlık” bağıyla eşit vatandaş olabilmektir deniliyordu. Kültürel, dilsel engeller kaldırılmak, bu alanda özgürlükler verilmek kaydıyla, “anayasal vatandaşlık” tek gerçek çözüm olarak sunuluyordu.

Şimdi, bir tarafta, daha düne kadar bunu diyen, yani bünyesinden çıktığı toplumda bile, ayrı bir devletleşme hedefi bir yana, ayrı bir özerk siyasal oluşum hedefini bile reddeden bir çizgi. Ama öte yandan, KONGRA-GEL açılımıyla birlikte Kürdistan’ın öteki parçaları için ilgili devletlerin muhatap ilan edilmesi.

Bu çerçevede KONGRA-GEL adına, Irak halen ABD’nin elinde olduğu için es geçilerek, İran ve Suriye’ye uyarı ve ültimatomlar veriliyor; Kürt halkının demokratik haklarını ve özgürlüklerini tanımazsanız bizi karşınızda bulursunuz, deniliyor. Böylece politik bir tutum alınmış olmakla kalınmıyor, gerektiğinde onlarla çatışmalara girilebilecek bir zemin de yaratılmış oluyor.
Bu da Amerika’nın Ortadoğu planlarına uygun bir açılım olmalı herhalde. Amerika biliyorsunuz İran’a karşı kullanılmak üzere Halkın Mücahitleri’ni hazır halde tutuyor Irak’ta, günü gelir ihtiyaç olur diye. “Terör listesi”nden çıkarmak için anında girişimleri oldu, sonucunu şu an somut olarak bilmiyoruz, ama dile getirilen niyet bile önemli ve çarpıcıydı. (ABD’ye emperyalist muhalefetin başını çeken Fransa, anında bu niyete ve hesaba misilleme yaparak kendi ülkesinde büyük bir Halkın Mücahitleri operasyonuna girişti).

Şimdi bakıyoruz, KONGRA-GEL, durduk yerde kendini Suriye ve İran’la da muhatap haline getirme yolunu tutuyor. Kuzey Irak’ta ABD’li yetkililerle hangi sorunlar ne çerçevede görüşülüyor somut olarak bilmiyoruz, ama bu yeni “açılım” pek de hayra alamet görünmüyor. Bunun kısa ve uzun vadeli olmak üzere ikili bir anlamı var. Kısa vadeli olarak, ABD’nin İran ve Suriye’yi kıskaca alma politikasına verilmiş bir politik destektir söz konusudur. Uzun vadeli olanı ise, ABD’nin Irak macerası Kuzey’e çekilmek ve bağımsızlığını ilan etmiş bir Kürt devletiyle yetinmek akıbetiyle sonuçlanırsa eğer, bu çerçevede ayrı bir anlam kazanacak. Zira böyle bir gelişme durumunda, “birleşik Kürdistan” politikası ABD’nin elinde İran ve Suriye’ye müdahalenin, hiç değilse onların içişlerine karışmanın yeni bir stratejik ikanı olacak. Türkiye’nin konumu burada bu tür bir yönelimi için aşılması zor bir handikap (ne de olsa birleşik Kürdistan’ın en büyük ve en önemli parçası Türkiye Kürdistan’ı!) oluştursa bile.



Devrimci ulusal kurtuluşçuluk ve
gerici burjuva milliyetçilik

H. Fırat

Tıpkı büyük sosyalist Ekim Devrimi sonrasında olduğu gibi ikinci emperyalist savaş sonrası dönem de, dünya ölçüsünde emperyalizme ve sömürgeciliği karşı büyük bir ulusal kurtuluş savaşları dalgası meydana geldi. Sovyetler Birliği’nin faşizme karşı kazandığı büyük tarihi zafer; Asya’da Çin halk devriminin yarattığı büyük devrimci sarsıntı; bir dizi ülkede “Halk Demokrasisi” rejimlerinin kurulması ve bir sosyalist kampın oluşması; özetle dünya ölçüsünde devrim ve sosyalizm akımının büyük bir güç kazanması, ezilen ve sömürge ulusların emperyalizme karşı kurtuluş mücadelelerine muazzam bir ivme kazandırdı. 20. yüzyılın büyük devrimci ulusal kurtuluş akımı ikinci savaş sonrasındaki bu büyük patlamasıyla emperyalizme büyük darbeler vurdu ve klasik sömürgeciiği çökertti. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin bu büyük dalgası, ‘70’lerin ortasında Çin-Hindi halklarıyla Afrika halklarının birbirlerini izleyen zaferleriyle doruğuna ulaştı.

‘90’lı yıllar, 20. yüzyılın bitmekte olan şu son on yılı ise, dünya ölçüsünde, özellikle de eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa topraklarında, yanı sıra orta Afrika’da, gerici milliyetçilik akımlarına ve bunlar arasındaki kanlı çatışmalara ve boğazlaşmalara sahne oldu. Bunun tam da, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki yıkılışla birlikte dünya ölçüsünde devrim ve sosyalizm akımının büyük bir güç ve prestij kaybına uğradığı, ezilen sınıflar ve halklar arasında insanlık tarihinin gördüğü en birleştirici ve bütünleştirici ideal ve akım olan sosyalizmin geçici olarak bu gücünü kaybettiği bir tarihsel evreye denk gelmesi elbette rastlantı değildir.

Buradaki kısa sonuç şudur: 20. yüzyıl tarihinde, proletarya önderliğindeki uluslararası sosyalizm akımının büyük güç kazandığı ve devrimci gelişmeleri ivmelendirdiği tarihi dönemler, dünyanın mazlum ulusları için de kölelikten kurtularak özgürleşmek ve kendi aralarında kaynaşmak dönemi olmuştur. Bu büyük tarihi akımın güç kaybettiği 20. yüzyılın şu son dönemi ise, tersinden gelişmelerin önünü açmıştır. 20. yüzyılın birbirinin zıddı durumundaki bu büyük tarihsel deneyimleri, onların ihtiva ettiği paha biçilmez dersler, bugünün sorunlarına nasıl yaklaşılması, çözüm ve çıkışın nerede aranması gerektiği konusunda da büyük tarihi ve teorik açıklıklar sunmaktadır.

Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı büyük ulusal kurtuluş mücadeleleri dalgası tarihin çarkını ileriye doğru hızlandırmış, ezilen halklar arasındaki birlik, dayanışma ve sempatiyi besleyip güçlendirmiş, emperyalizme ise büyük darbeler vurarak onun teşhirini ve tecridini hızlandırmıştı. Vietnam halkının ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda Amerikan emperyalizmine karşı yürüttüğü kahramanca mücadelenin dünya çapında yarattığı derin sempati ve sarsıntı, bu olumlu etkinin ve sonuçların doruğu olmuştu.

Oysa ‘90’lı yılların gerici milliyetçi dalgası, içiçe ya da birbirine komşu olarak yaşayan halklar arasındaki birlik ve kardeşlik bağlarını parçalamış, onlar arasında kin, düşmanlık ve nefret ilişkilerinin gelişmesine neden olmuştur. Bu arada emperyalizm, halklar arasındaki bu bölünme ve çatışmaları bizzat körükleyip kışkırtmakla kalmamış, bu gerici ve kısır kanlı çatışma ve düşmanlıklardan yararlanarak halklar üzerinde köleci egemenliğini ya yeniden kurmuş ya da varolanı daha da pekiştirmiştir. Emperyalizmin kuklası durumundaki kendi gerici sınıf ve yönecilerinin aleti olan halklar, birbirleri karşısında emperyalizmin hakemliğine ve sözde korumacılığına sığınmışlardır. Böylece gerici milliyetçilik akımı, halklara özgür bir ulusal varlık ve kimlik kazandırmak bir yana, tersine, onların tümden köleleşmesinin, çağımızda her tülü ulusal baskı ve köleliğin gerçek kaynağı olan emperyalizmin hükümranlığı altına girmelerinin aracı olmuştur.

‘90’lı yıllardan itibaren Orta Afrika’da, Kafkaslar’da, Balkanlar’da yaşanan trajik gelişmelere bunun ışığında bakmak gerekir. Gerici Sırp burjuva milliyeçiliği ile Hırvat ve Sloven milliyetçiliği karşılıklı birbirini besleyerek, emperyalizmin üzerine “böl ve yönet” işlemi yapacağı zemini olgunlaştırdılar. Bosna-Hersek’de en kanlısı yaşanan trajediler böylece birbirini izledi. Süreç gelinen yerde Balkanlar’ın bir kez daha “Balkanlaşma”sına vardı. Kosova’daki Arnavutlar’ın haklı ulusal istemlerine burjuva milliyetçi bir karakter kazandıran gerici akımlar, sorunun sözde çözümünü emperyalizme ve onun savaş aygıtı NATO’ya sığınmada buldular. Böylece, Kosova Arnavutları’na özgürlük kazandırmadıkları gibi, bütün Balkanlar’ın bir savaş alanına dönmesinin, emperyalistlerin bir dizi Balkn ülkesini büyük askeri kuvvetlerle işgal etmesinin basit bir aracına ve vesilesine dönüştüler.

Baskı altındaki ulusu ya da ulusal azınlığı özgürleştirmediği gibi bölgedeki diğer halkların daha çok köleleştirilmesine vesile olan bu tür gerici milliyetçi ulusal akımlar hiçbir biçimde desteklenmemeli, tersine, emperyalizmin uşakları ve piyonları olarak teşhir ve mahkum edilmelidirler. Aynı şekilde, emperyalistlerin mazlum ve güçsüz halkları birbirine kırdırmak, sonra da hakem ya da kurtarıcı pozlarında sahneye çıkmak şeklindeki alçakça ve canice oyunları sistematik bir biçimde teşhir edilmelidir.

Ulusların köleliği, yaşadıkları sorunlar ve acılar, ulusal hak yoksunlukları emperyalizmin umurunda olmadığı gibi, çağımızda emperyalizm, bütün bu türden sorunların doğrudan ya da dolaylı olarak kaynağını oluşturan asıl güç durumundadır. ABD emperyalizminin başını çektiği ittifak da, savaş makinası NATO’yu Yugoslavya’ya karşı harekete geçirip Balkanlar’ı ateşe verirken, Kosova Arnavutları’nın ulusal hakları değil fakat kendi egemenlik planlarını uygulamak peşindedir.

(Dünya, Ortadoğu ve Türkiye, s.167-171)