22 Kasım'03
Sayı: 2003 (09)


  Kızıl Bayrak'tan
  Emperyalist, siyonist ve gerici terör ittifakına göğüs gerelim, Ortadoğu halkları ile dayanışmayı yükseltelim!
  "Terör" demagojisine prim vermeyelim, saldırılara karşı mücadeleyi yükseltelim!
  Talabani Türkiyeli işbirlikçilere moral vermeye geldi...
  Direnişi kırmak için yeni taktikler!
  Kanlı sicillerinin üstünü örtemeyecekler!
  Irak halkının direnişten başka yolu, ABD'nin kaçıştan başka çıkışı yok!
  Londra'da yüzbinler savaşa ve savaş çetesine karşı yürüdüler...
  Türk-İş Genel Kurulu üzerine
  Sınıf hareketinden...
  BEKO taşeron kıskacında!
  Dünya, Türkiye ve sol hareket/6
  Dünden bugüne geleneksel sol hareket
  Sefalet ücretini kabul etmeyelim!
  Annan Planı: Kimin için ve nasıl bir çözüm?
  İlaç tekellerine yeni imkan: İlaçlara reklam
  Kapitalizm ve "sokak çocukları"
  Bültenlerden...
  Bültenlerden...
  Dominik Cumhuriyet: Genel grev ve devlet terörü
  Ya barbarlık içinde yok oluş ya sosyalizm!
  İstenmeyen Yankee'ler
  Mücadele postası

Bu sayının PDF formatını download etmek için tıklayın



 
Dünya, Türkiye ve sol hareket/6

Geleneksel solda ciddiyet ve
samimiyet bunalımı

H. Fırat

(Yaz sonunda verilmiş bir konferansın
elden geçirilmiş kayıtlarıdır...)

Artık ciddiyet ve samimiyet de yok

Sol hareketin durumunu etraflıca ele almak gelinen yerde artık bir ihtiyaç. Ama bunu ayrıca yapmak gerekecek. Burada, dünyadaki son gelişmelerin ve bunun bölgemizdeki yansımalarının esas konuyu oluşturduğu bir konferansta, sol hareketteki mevcut duruma ancak bazı çizgileriyle değinilebilir.

Bugün devrimci-demokrat ve reformist kanatlarıyla geleneksel sol hareket bir bütün olarak genel bir gerileme ve zayıflama içerisinde. Elbette salt gerileme ya da zayıflama olgusundan kalkarak bir siyasal akım ya da partide her zaman kusur aranmaz, ya da ona esasa ilişkin bir kusur atfedilemez. Siyasal akımlar kendi iradeleri dışında, nesnel ortamın güçlüklerinden, sınıfsal-siyasal güç ilişkilerinin aşırı dengesizliğinden, bununla bağlantılı olarak karşı güçlerin basıncından dolayı da güç kaybedebilirler, dönemsel olarak gerileyip zayıflayabilirler. Salt bu olgusal durumdan hareketle şu veya bu siyasal akımda temelli kusurlar aramak her zaman doğru ve yerinde bir tutum olmayabilir. Fakat yazık ki bugünün Türkiye sol hareketindeki asıl sorun güç kaybetmek, dönemsel olarak zayıflamak değil, fakat uzun yılları bulan tasfiyeci süreçlerin ardından artık ciddiyetini e samimiyetini de yitirmiş olmaktır. Zayıflaması da bundan ayrı değildir, bunun kaçınılmaz bir uzantısı olarak yaşanmaktadır.

Ciddiyet ve samimiyet, devrimci olmak iddiasındaki bir siyasal akımın olmazsa olmaz temel özelliklerindendir; davasında, çizgisinde, mücadelesinde ve çalışmasında ciddiyet, davasına ve uğruna mücadele ettiğini iddia ettiği sınıfa ve emekçilere karşı samimiyet. Devrimci olmak iddiasındaki bir akımın birçok şeyi eksik ya da yetersiz olabilir, ama ciddiyeti ve samimiyeti yoksa ya da artık yitirilmişse, o akım artık bitmiş, kendini tüketmiş demektir. Bugüne kadar geleneksel akımların temel önemde birçok yapısal zaafından sözedebiliyorduk, fakat herşeye rağmen, zaman içinde epeyce erozyona uğramış olsa da, yine de belli bir ciddiyet ve samimiyetle mücadele ettiklerini de hep söylüyorduk. Bir süreden beridir artık bunu söyleyebilecek durumda değiliz. Ciddiyetini ve samimiyetini yitirmiş olmak, bugün neredeyse genel sol hareketi belirleyen ortak özellik haline gelmş bulunuyor. Bu, uzun yıllardır sürmekte olana tasfiyeci çözülme ve çürümenin ortaya çıkardığı en temel sonuçlardan biridir ve denebilir ki en öldürücüsüdür.

Birçok grup şahsında çok belirgin bir samimiyetsizlik gözlemliyoruz. İçtenliklerini neredeyse tümden yitirmiş durumdalar; politik çalışma adı altında, açıkça durumu idare etmek, dışa ve kendi tabanlarına karşı görüntüyü kurtarmak kaygısına dayalı işler peşindeler. Ama bunun bir sonu yok. Geçici olarak bununla kendi o sınırlı tabanlarını oyalayıp tutabilir, hatta hatta koşullar elverirse çevrelerine üç-beş yeni insan da kazanabilirler. Ama bu bir şey ifade etmez ve böylelerine bir faydası da olmaz; zira onlar devrimcilik iddiası çerçevesinde en temel özellikleri olması gereken ciddiyetlerini ve samimiyetlerini yitirmişler. Buna siz kimliklerini yitirmişler de diyebilirsiniz. Söz konusu olan devrimci siyasal mücadeleyse, herşeyin başı kimlik, yani niteliktir. Önce bir niteliğiniz olacak ki, o temel üzerinden niceliğinizin de bir anlamı ve değeri olabisin.

Devrimci hedeflere dayalı bir ulusal özgürlük mücadelesi içerisinde kendisine anlam kazandıran kimliğini bulan dünün PKK’si, İmralı’da bu kimliğinden geriye kalan ne varsa onu tümden yitirdikten sonra, pek övündüğü ifadeyle, hala “yüzbinleri” ardından sürükleyebilse ne olur ki? Nitekim hala bir biçimde sürüklüyor da. Ama düne kadar kendisini anlamlandıran kimliğini yitirmiş, aynı anlama gelmek üzere devrimci açıdan bakıldığında bitmiş tükenmiş bir harekettir söz konusu olan. Ama Kürt halk kitleleri hala benim etrafımda diyor ve bunu yaşadığının, yolunu yürümeye devam ettiğinin bir göstergesi olarak sunabiliyor. Kitleleri etrafına toplamak kendi başına bir şey ifade etmez, bunu reformist ya da gerici düzen akımları da pekala aynı başarıyla yapabilirler. Gücünüzün, kitle destğinizin anlamı kimliğinizden, onu belirleyen amaç ve hedeflerinizden, onun somutlanmış ifadesi olan siyasal program ve çizginizden ayrı düşünülemez. Siz “yüzbinler” üzerindeki etkinizi, Kürt emekçi halk kitlelerini devrimci bir yolda yürümekten alıkoyup düzenle uzlaşma yoluna çekmede kullanıyorsunuz. Çizginiz bu olduktan sonra etrafınızda yüzbinler olsa ne olur ki? Devrim için, emekçilein ve ezilenlerin gerçek kurtuluşu için mücadele edenler karşısında, aşılması gereken bir engelden, yıkılması gereken bir barikattan başka bir şey değilsiniz siz artık.

Tabii ki her siyasal mücadelede amaç güçlenmek, kitlelerin desteğini almak, bu desteğe dayanarak hedeflere yürümek, amaçlananı pratik olarak gerçekleştirmektir. Böyle bir destek alınmadan tabii ki siyasal mücadelede hedeflere yürünmüyor, amaçlananların gerçekleşmesi olanaklı olamıyor. Dolayısıyla kimliğe/niteliğe yaptığım vurgu, niceliğin önemini hiçbir biçimde zayıflatmamalı. Kaldı ki nitelik gerçekten nitelikse kendi niceliğini de er ya da geç yaratır, bundan da kuşku duymamak gerekir. Sizin gerçekten sağlam bir kimliğiniz, doğru bir ideolojiniz, bunun ürünü devrimci bir programınız ve çizginiz, bunun taşıyıcısı devrimci bir partiniz/örgütünüz varsa, ciddiyet ve samimiyet, kararlılık ve sebatla çalışıyorsanız, eninde sonunda güç de kazanırsınız, bu işin oğasında var. Dolayısıyla nitelikle niceliği karşı karşıya koymamız hiç de gerekmez. Ama temel olan niteliktir, nicelik niteliğe bağlı olarak bir anlam taşır, bu temel önemde noktayı hiçbir biçimde gözden kaçıramayız.

Oysa geldiğimiz noktada her iki kanadıyla da geleneksel sol hareket artık niteliğe bakmıyor, izlediği çizgiye bakmıyor, ciddiyeti ve samimiyeti umursamıyor; şu veya bu biçimde bir şeyler yapmış olarak elde tutulanı korumak, ne pahasına olursa olsun yeni bazı güçler kazanmak kaygısıyla hareket ediyor, buna dayalı amaçsız ve pragmatist bir politik çizgi izliyor. Bu kaygıya dayalı yeni politik “açılımlar” yapıyor, düne kadar reddettiği ilişkilere giriyor, ilkesiz ittifak platformları kuruyor. Oysa bu yolla elde edilecek olanın ya da daha doğrusu elde edilecek sanılanın hiçbir kıymeti yok. İdeoloji ve politik çizgide bir ciddiyetiniz ve tutarlılığınız yoksa, ilkesel ve stratejik olanı artık umursamaz duruma gelmişseniz, devrimcilikle reformizmi biribirinden ayıran en temel ayırım çizgilerini gönlü rahat bir biçimde bir yana bırakabiliyorsanız, sizin için aslolan artı günü ve görüntüyü kurtarmak haline gelmişse, güç olsanız ne ifade eder ki? Kaldi ki bununla güç de olunmaz, bu zeminde güçlenme olmaz, yalnızca hüsran ve tükeniş yaşanır.

Kısacası, çizgi, çizginin belirlediği politik kimlik, onun mücadele içinde yarattığı kültür ve değerler sistemi herşeyin başıdır. Geleneksel sol herşeyden önce buradan kaybetmiş. Şu veya bu grubun ya da genel olarak sol hareketin durumuna bakarken, herşeyden önce buradan, bu belirleyici ayrım çizgilerinden bakmak gerekir. Politik ve moral açıdan durumu nedir, politik ciddiyet ve tutarlılık, mücadeleye ve emekçilere karşı samimiyet korunuyor mu, öncelikle bunlara bakmak gerekir. Zira gelinen yerde tasfiyeci çürümenin asıl tahribatı tam da bu alandadır. Bu da politik kimliğin ve çizginin bozulmasından ayrı bir olay değil.

Tükenen küçük-burjuva devrimciliği

Dünyadaki duruma ilişkin anlatımıma başlarken, Ekim 1. Genel Konferansı’nın bir takım değerlendirmelerini anımsatarak yaşanan gelişmelerin bunları doğruladığını ifade etmiştim. Bugün aynı şeyi sol hareketle ilgili daha kuvvetli bir biçimde söyleyebilecek durumdayız. Komünistlerin genel olarak sol hareket, özel olarak da onun şu veya bu kesimi ya da grubu hakkında zamanında ortaya koyduğu değerlendirmelere, yaptığı eleştiri ve uyarılara dönüp bakınız, bunların bugün olduğu gibi gerçekleştiğini göreceksiniz. TDKP’den MLKP ve TİKB’ye kadar bu böyle. Genel olarak sol harekete özel olarak da bu akımlara ilişkin değerlendirmelerimiz, uyarılarımız ve öngörülerimiz belgelidir ve bunlara ulaşmak güç de değildir, hepsi kitaplaştırılmıştır. Bu değerlendirmeleri ve eleştirileri yeniden inceleyiniz ve bu akımların zaman içindeki erimleri ve bugünkü akıbetleriyle karşılaştırınız, şaşırtıcı bir isabetlilik göreceksiniz. Bu gerçekte şaşırtıcı değildir, zira bizim çıkışımızda, bir yenilgi dönemini ardından, Türkiye sol hareketini çok yönlü ve derinlemesine incelemek, anlamak ve aşmak çabası vardır. Bunu yapan, bunu yaparak siyaset sahnesine çıkmayı başaran bir hareket, sol hareketin mevcut ideolojik-sınıfsal özellikleriyle yüzyüze kalacağıakıbeti de iyi-kötü önden görüp kestirebilirdi. Biz de olan da budur.

Biz siyasal mücadele sahnesine o güne kadarki sol hareketin eleştirel değerlendirmesi temelinde çıkmış bir hareketiz. Ciddi bir yenilgi almış ve tasfiyeci süreçlere sürüklenmiş bir devrimci hareketin içinden, bu yenilgiyi anlamaya, belirleyici nedenlerini bulmaya, anlayıp bulduğumuz ölçüde de onu aşmaya çalışarak kendi yeni bilincimizi ve siyasal kimliğimizi oluşturduk. Yani bizim çıkışımız, sol hareketin çok yönlü tahlili ve eleştirisi ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. ‘60’lardan ‘80’lere evrilen ve ‘80’li yıllarda genel bir çözülme, dağılma ve tasfiye sürecine giren bir sol hareketin gelişme süreçlerini, temel idelolojik ve sınıfsal karakterini, kültür ve değerlerini anlama ve ileriye dönük olarak aşma çabası, bizim ortaya çıkışımızın temel dinamiği durumundadır. Böyleolunca, biz, geleneksel sol hareketin mevcut ideolojik-sınıfsal özellikleriyle gelecekte nasıl bir akıbetle yüzyüze kalabileceği üzerine öngörülerde bulunabilecek önemli üstünlüklere sahiptik.

Türkiye’nin ‘60’lı ve ‘70’li yıllarında, işçi sınıfı, köylülük, şehir küçük-burjuvazisi, genel olarak kent ve kır yoksullarının katıldığı ileri boyutlar kazanmış bir sosyal mücadele vardı. ‘60’lı yıllardaki genel sol yükseliş, 12 Mart döneminin ardından ve ‘70’li yılların ikinci yarısında radikalleşerek daha geniş boyutlar kazandı. Sol akımların oluşumu ve gelişimi de bu genel sosyal hareketlilikle sıkı sıkıya bağlantılı olarak, onun içinden, onu etkileyerek ve ondan etkilenerek oldu. Modern Türkiye’nin tarihinde ilk kez görülmüş bu türden bir sosyal hareketlenmenin yarattığı moral ve politik atmosfer, sol akımların da yeşermesine ve hızla güçlenmesine imkan sağladı.

Anılan dönemlerin mücadelelerine baktığımızda, radikal bir tutumla ortaya çıkan ve ileri düzeyde politizasyon yaşayan sosyal kesimin büyük ölçüde, gerek kitlesel katılımıyla gerekse de radikal eğilimiyle kent ve kır küçük-burjuva kitleleri olduğunu görüyoruz. Elbette burada söz konusu olan genel olarak küçük-burjuvazi değil, fakat daha çok onun aydınlanmış ileri ve ilerici kesimleridir. Geleneksel ve modern kesimleriyle Türkiye küçük-burjuvazisi çok karmaşık bir sosyal tabaka durumundadır ve sosyo-kültürel açıdan ve dolayısıyla politik eğilim yönünden büyük değişkenlikler göstermektedir. Bu sınıfın belli kesim ve katmanları faşizmin, bir kesimi dinsel gericiliğin kitlesel tabanıdır, geçmişte olduğu gibi bugün de. Ama kentte ve kırda yaygın bir ilerici küç&uul;k-burjuva katman da var Türkiye’de. Bir dizi karmaşık ekonomik, sosyal, politik, kültürel etken, Türkiye’de güçlü bir ilerici küçük-burjuva kitle yaratmıştır ve bu radikalleşerek devrimci akımların doğmasına toplumsal-politik ortam oluşturmuştur.

Radikal sol akımlar da daha çok bu sosyal zeminde ortaya çıktılar, buna uygun bir ideolojik-programatik perspektif edindiler, bu sosyal konuma uygun düşen bir siyasal çizgi izlediler, ve nihayet, bunun yansıması bir politik-örgütsel kültür ve değerler sistemi yarattılar.

Ama ‘60’lardan ‘80’lere yaşanan ilk yirmi yılın ardından, Türkiye’nin ilerici-devrimci küçük-burjuvazisi bu mücadeleyi taşıyacak politik ve moral gücünü kaybetti. Her iki yükselişi izleyen karşı-devrimci bastırma ve ezme dönemlerinde devrimci küçük-burjuvazi gerçekten ağır bedeller ödedi. 12 Eylül’de takibata uğrayıp tutuklananların sosyal yapısına dönüp bakın, çok büyük ölçüde kentin ve kırın küçük-burjuva kökenli kadro ve sempatizanları ile yüzyüze olduğunuzu görürsünüz. Bu insanlar genel küçük-burjuva hareketliliğin öncü unsurları durumundaydılar. Radikal küçük-burjuvazi iki tarihsel dönem, ki bu iki on yıl demektir, bu yükü taşıdı ve karşılığında ağır bir bedel ödedi. Sonuçta kü&ccdil;ük-burjuva siyasal öncüler kadar küçük-burjuva kitleler de yoruldu, eski dinamizmini, devrim arzusunu ve coşkusunu yitirdi.

Bu canlı politik sosyal gücün desteğinden yoksun kalmak, geleneksel sol akımlar için başlıbaşına bir bunalım etkeniydi. Buna yenilginin yıldırıcı etkilerini, bunun yolunu düzlediği tasfiyeci cereyanın ağır tahribatını ekleyiniz, buna dünyadaki gelişmeleri, ‘89 çöküşünü ekleyiniz, buna Kürt hareketinin paradoksal biçimde önce yükselişinden ve ardından teslimiyetinden gelen bozucu etkileri ekleyiniz, buna sınıf ve kitle hareketinin yıllardır belli bir eşiği aşamamasını, bir türlü politikleşip devrimcileşememesini ekleyiniz, bütün bunlar ve bunlara eklenebilecek öteki bazı etkenler, yükselişler içinde doğmuş ve kendini bulmuş geleneksel sol akımların bugün neden artık yolun sonuna gelip dayandıkları konusunda aydınlatıcı açıklamalar bulursunuz, ki bunlar bizim konuya ilişkin değerlendirmelerimizde sürekli olarak ve belli bir sistematik i¸inde hep ele alınagelmiştir.

Stratejik kaygıların bir yana bırakılması

Bu akımlar Marks ve Engels’in temellerini attığı bilimsel sosyalizm adına ortaya çıkan akımlar, ama küçük-burjuvazi böyle bir dünya görüşünün ve o dünya görüşüne uygun düşen bir programın yükünü taşıyabilecek bir sınıf değil. Bilimsel sosyalizm işçi hareketinin teorik ifadesidir; o desteğini işçi sınıfı hareketi içerisinde bulabilirse ancak gerçekten hayat içerisinde anlamını bulabilir ve sonuçlarına ulaşabilir. Solda bu da kavranmıyordu, o kadar köklü, o kadar kökleşmiş bir kültürü var ki. Bunu Dev-Sol’la tartıştığımız zaman şunu söylüyor; biz dogmatik değiliz, bu ülkenin gecekondusundaki emekçiler, bu ülkenin gençliği, sizin o küçük-burjuva katmanlar diye küçümsediğiniz kesimleri çok daha radikal, çok dahaiyi mücadele veriyor, oysa işçi sınıfı genellikle reformist bir eğilim gösteriyor! Küçük-burjuva kültür bu tür akımların bilincine ve ruhuna öylesine sinmiş ki, hem marksist geçinip hem de Marksizm’in sınıf özünü oluşturan teorinin karşısına böyle çıkabiliyorlar. Burada kuşkusuz bir açık sözlülük var, ama bu dürüstlükten çok sindirilmiş bir sınıfsal konum ve kütürden geliyor, deyim uygunsa küçük-burjuva kimlik içlerinden bazılarının genlerine işlemiş, bundan gelen bir doğallıkla söylüyor bunu, kendi sınıfının devrimciliğini savunuyor kendine göre. “Ekmek”, “adalet”, “vatan” derken, iki yüzyıldır küçük-burjuva popülist akımların temel ideolojik önyargılarını yinelediğinin farkında bile değil. Farkında olması da gerekmiyor, benzer soyal-kültürel zemin benzer düşünce ve argümanların oluşumuna zemin oluşturuyor.

Döneme uygun politika adı altında devrimci stratejik perspektifi yitirmek, geleneksel sol hareketlerin yeni dönemdeki (bundan ‘87’yi izleyen yeniden toparlanma dönemini kastediyorum) temel davranış biçimi oldu. Bir dönem için buna direnenler ise özellikle ‘90’ların ikinci yarısından itibaren bu yönelime girdiler ve gelinen yerde kendilerinden öncekilerle aynı yerde konakladılar.

Stratejik devrimci perspektifin yitirildiği yerde herşey günü kurtarmaya, pratik olarak güçlenmeye indirgeniyor. Başarılı bir taktik tabii ki çok önemlidir, ama her başarılı taktik bir stratejik çizgiye, hedefe bağlı olmak zorundadır. Taktik-strateji ilişkisi budur. Sizin başarılı saydığınız taktiğiniz doğru stratejinize bağlıysa ve ona hizmet ediyorsa bir anlam taşır ve devrimci sonuçlar yaratır. Yoksa belki günü kurtarırsınız ama geleceği kesin olarak kaybedersiniz. Ola ki gün içerisinde güçlenirsiniz de, ama bu arada gelecek hedeflerinizden koparsınız. O zaman da elde ettiğiniz sözde başarının devrimci açıdan bir kıymeti kalmaz. Reformizmi tercih ettiyseniz mesele yok, ama devrimcilik iddiası taşıyorsanız, siz geleceği güne feda etmiş olursunuz. Ama önemli olan gelecektir deyip günü ihmal ettiğinizde de, o güzel gelece&crren;inizle başbaşa kalırsınız, bu da sorunun bir başka yanı.

Rosa Luxemburg, Alman sosyal-demokrasisi reformizm yoluyla kitleleri kolay kazanabileceğine inanıyor, oysa Bolşevikler bunun tam tersinin doğru olduğunu kanıtladılar diyor. Kitleleri kazanmanın yolu devrimci politika ve taktikler izlemekle olanaklıdır, demek istiyor. Bolşevikler devrimci politika ve taktiklerle kitlelerin kazanılabileceğini gösterdiler. Çünkü devrimci taktik, temelde kitlelerin çıkarlarına ve gerçek ihtiyaçlarına uygun düşen taktiktir.

Elbette bunu mekanik değil fakat diyalektik bir biçimde kavramak gerekir. Öylesine özel tarihi koşullarla yüzyüze kalabilirsiniz ki, ilkelere bağlı kaldığınızda ve devrimci taktik izlediğinizde uzun dönemler etkili olmayabilirsiniz de. Ama bu durumda sabırlı ve inatçı olacak, ilkelerinize ve devrimci taktiğinize sadık kalacak, izlediğiniz politikaların güç kazanacağı zamanı, deyim uygunsa sıranızı bekleyeceksiniz. Bukalemun gibi o günkü sosyal ortama uymayacaksınız. Çizgiyi somut koşullara uydurmak demek, kendi temel ilkelerinizi bir yana bırakmak demek değildir. O günün gerçekliğini de hesaba katarak gerekli esnekliği göstermek, fakat asla ilkelere dayalı konumunuzu bozmaksızın sabırlı ve sebatkar davranmaktır. Örneğin, evet ben devrimci amaçlar güdüyorum, devrimci ilkelerime ve çizgime sadık kalacağım, ama bnun şu görünür zaman dilimi içerisinde fazla bir sonuç yaratmayacağını da bileceğim, soluğumu tutacağım, dönemimi ve dolayısıyla sıramı bekleyeceğim, her türlü olanağı ve fırsatı da kullanmasını bilerek geleceğe hazırlık yapacağım der, bunun sağladığı bir soluk ve sabırla davranırsınız. Küçük-burjuva sabırsızlığı içinde olanlar bu ilkesel tutarlılığı göteremezler ve sanıldığı gibi maceracı bir çizgiye değil, fakat çoğu kere reformizme kayarlar. Türkiye solunun şu on yılında sayısız örneklerini görüp izlediğimiz gibi.

Kendini aşamayanların geriye düşmesi
ya da tükenişe sürüklenmesi

‘60’lı ve ‘70’li yılların o küçük-burjuva sosyal hareketliliği içerisinde kendi programını, çizgisini, kültürünü, örgüt zihniyetini, kadro anlayışını, kendi mücadele anlayışını ve ahlakını oluşturmuş akımlardır bunlar. Belli bir sosyal-kültürel zeminde oluşmuş ve kökleşmiş bir kimlik nasıl değiştirilebilirdi? Bu iki türlü olabilirdi. İlkin, yenilgiler sarsıcıdır, sarsan yenilgilerin ışığından baktığınızda kendi kimliğinizdeki yapısal zaafları farkeder ve aşmak iradesi ortaya koyabilirsiniz. İkinci olarak, bağlandığınız bazı idealler ve hedefler vardır, komünizmi, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumu hedefliyorum iddiasındasınız, temellerini Marks ve Engels’in attığı bilimsel komünizme inandığınız inancındasınız. Eğer bu inançta samimiyseniz, bunun sizin için hala da bir değeri vasa, bu durumda kendi küçük-burjuva kültürünüze bile savaş açabilirsiniz. Ama siz onu bir süs, dönemin bir tür moda ideolojisi olarak görüyorsanız, onunla organik olarak bütünleşme, onu özümseme ve kendini ona göre biçimlendirme kaygınız yoksa, o zaman bu süsü ya da etiketi belki gene korursunuz; ama gerçekte, başka bir dünya görüşünün, ideoloji ve kültür&uul;n, başka bir sosyal zeminin siyasal akımısınız ve öyle de kalmaya devam edersiniz.

Bu, solun çok temel önemde bir tutarsızlığıydı. Ama siyasal yaşamda tutarsızlık uzun vadede başarısızlığa, bozulmaya ve çözülmeye götürür. Nedir tutarsızlık? İşçi sınıfı davasını ve ideolojisini taşımak iddiasındasınız, oysa işçi sınıfı dışındaki bir sınıfın zemini üzerinde ürettiğiniz ideolojik-kültürel alışkanlıklara, değerlere, ahlaka kıskançlıkla bağlısınız. Bu tutarsızlık sizi tüketir ve çürütür. Mesele güç kaybedip etmemek de değil. TDKP devrimcilikten reformizme geçtiğinde gücünü korudu, hatta bir parça da geliştirdi, ama bugün sonuçlarını görüyoruz.

Yenilgi sonrası muhasebe dönemi büyük ölçüde bizim ortaya çıktığımız dönemdir. Bu dönem solda bir iç muhasebe dönemiydi ve biz bu dönemin, bu dönemin temel ihtiyacı olan muhasebe dinamizminin ürünüyüz. O dönem, kabaca ‘87 yılı ile başlayan dönem oluyor bu, devrimci hareketin yeni yeni kendine geldiği, hapishaneden ileri kadroların çıktığı, bir parça gençliğin, bir parça işçi sınıfının hareketlendiği ve Kürt direnişinin de yavaş yavaş umut saçmaya başladığı bir dönemdi. Bu dönemde, geleneksel devrimci akımlar yenilginin nedenlerini anlamak çabası içerisinde köklü bir muhasebeye yönelebilirlerdi. Bu elbette, her zaman özenle vurgulayageldiğimiz gibi, bu akımlarda toplu bir yenilenme ve dönüşüm değil, fakat sağlıklı bir iç ayrışma zemii olurdu. Bir kısım güçler, teori ve pratikte işçi sınıfı devrimciliğine sıçrarken, öteki bir kısmı geriye düşer, reformizme kayar, düzen içi liberal sol akımlar haline gelirlerdi. Ve bu gerçekten son derece sağlıklı bir durum olurdu devrimci açıdan.

Ama geleneksel küçük-burjuva devrimci demokrat akımlar bunu başaramadılar, bu muhasebeyi yapamadılar. Bu ise hareketin liberalizme kaymaya eğilimli öğelerine yaradı. Zira kendi iç hesaplaşmasını, dolayısıyla ayrışmasını yaşayamayan bu gruplardan bir kısmı toptan yozlaştı ve reformizme kaydı. Bundan kendini yakın zamana iyi kötü koruyanlar, ya da koruduğunu sananlar da bu kaçınılmaz akibete sonunda uğradılar, ya da buna bile vakit bulamadan yokoluş sürecine girdiler.

Kehanet değil, marksist bilimsel tahlil

Bizim daha o zamandan temel önemde tespitlerimiz vardı, bunlara getiriyorum sözü. Biz, kaldığınız yerden devam etmeniz mümkün değil, ilerlemeyen geriler, diyorduk ve bunun yasa olduğunu vurguluyorduk. TDKP’nin içinden çıktığımız için, bunu öncelikle ve özellikle TDKP’ye söylüyorduk. TDKP ilerleyemedi, geçmişle hesaplaşma ve bu temelde kendini aşma çabasına karşı gerici bir direnç gösterdi. Peki sonuç ne oldu? Sonuçta bizim değerlendirme ve öngürülerimiz tam bir kesinlikle gerçekleşti, değil mi? TDKP buharlaşıp yok oldu, yerini EMEP gibi sosyal-reformist liberal bir partiye bırakarak. Geçmişin marksist açıdan eleştirisine ve aşılmasına gerici bir direnç gösterenler bize inkancı ve tasfiyeci diyorlardı. Biz ise, bu çizgide ısrar ederseniz eğer, artık orada da tutunamaz geriye düşen, bug&uum;nkü çizgiyi de savunamaz, gerçek inkarcılığa asıl o zaman bizzat siz düşerseniz, diyorduk. Bu öngörümüz de tam olarak gerçekleşti mi? TDKP kendini, kendi çizgisini, kendi ideolojik ve örgütsel kazanımlarını bile savunup koruyamadı, en berbat bir liberal açılım ve dönüşümle bunların hepsini feda edip sahneden çekildi. Bugün artık “Denizler’in yolu 30 yıl sonra parlamentoya çıkmıştır&148; diyerek, nereden nereye geldiklerini göteriyorlar. Onlar kendilerini inkar ettikleri gibi ‘71 devrimcilerinin devrimci mirasını da reddederek, onların anılarını ayaklar altına alarak, TİP’in o pespaye oportünizmine ve parlamentarizmine gerisin geri döndüler. Bu denli yozlaştılar ve kendi geçmişlerinden tümüyle koptular.

Böylece bizim daha en baştan, daha ‘87 yılındaki o ayrışma günlerinde söylediklerimiz, tamı tamına gerçekleşmiş oldu. Neredeyse kehanet ölçüsünde. Ama elbette söz konusu olan bir kehanet değil, fakat tümüyle bilimsel bir bakış ve tahlildi. Biz bu küçük-burjuva devrimci demokrat bir çizgidir, ama ayrışma noktasına gelmiştir, ileriye ve geriye doğru. Ya küçük-burjuva devrimciliği işçi sınıfı devrimciliği doğrultusunda aşılacaktır, ileriye çıkılacaktır; ya da bu küçük-burjuva devrimciliği bile korunamayacak, küçük-burjuva reformizmine, liberalizme kayılacaktır, demiştik. Biz bunları ‘87 yılında söyledik (söylediklerimiz kitaplaştırılmış olarak orta yerde duruyor) ve dört yıl sonra TDKP bunu herkesin çıplak gözle görebileceği açıklıkta doğruladı. Ve biz bunları s&oml;ylerken söylediklerimiz başkalarına inanılmaz görünüyordu, o günün TDKP hayranları da bizi inkarcı olarak görüyorlardı ve ondaki kimlik değişimi tabak gibi ortaya çıktığında bile bunu kavrayıp kabullenebilmeleri için üç-beş yıl daha geçmesi gerekti.

Biz orada bir tahlil yapıyoruz, o hareketin ideolojik-sınıfsal karakterine ilişkin bir çözümleme yapıyoruz ve ortadaki eklektik kimliğin bu şekliyle korunmasının artık olanağı yoktur; burada durulmaz, ya ileriye çıkılır ya da geriye düşülür, diyoruz. Nitekim o günkü TDKP kendi içinden ileriye de çıkardı, geriye de... Biz ileriye çıktık ve bu gelişme bugünkü TKİP’ye vardı, onlar ise geriye düştüler ve bu gelişme bugünkü EMEP’e vardı. Bir zamanların o pek kibirli ve keskin TDKP’sinden bugün devrimcilik adına iğne ucu kadar bir şey kalmadı değil mi? Ne kadar ibret verici bir tablo var bugün orta yerde TDKP’den arta kalan.

Eğer Marksizm’i bir bilim olarak ele alıyorsanız, onun bilimsel yöntemini ciddiyetle kullanıyorsanız, birçok gerçeği önceden görmeniz mümkün. Bizim sadece TDKP ile değil, fakat PKK ile ilgili öngörümüz de doğrulandı. Biz ‘92 yılında, Kürt hareketi artık bir “yol ayrımı”ndadır; ya Türk emekçileriyle birleşerek kendi ulusal kurtuluş mücadelesini sosyal devrim davasının bir parçası haline getirmek doğrultusunda ilerler, bu devrimci çizgide derinleşmek demektir; ya da bunu başaramaz da ulusal özlemleri kendi içinde amaçlaştırırsa, bu çizgide tutunamaz; çünkü ulusal eksen üzerinden o arzuladığı devrimci amaçlara ulaşacak gücü yaratamaz, o zaman geriler, düzenle uzlaşma ve bütünleşme yoluna girer demiştik.

Bizim bunu söylediğimiz dönemde PKK’nin devrimci çizgiyi terkedip düzenle bütünleşme yoluna gireceği hiç kimsenin aklından hiçbir biçimde geçmezdi. Oysa biz bu değerlendirmeyi tüm açıklığı ile ‘92 Nisan’ında yaptık. A. Öcalan İmralı savunmasında, ‘92 yılı bizim için dönüm noktası oldu, ben o noktadan itibaren aslında tümüyle yeni bir çizgiyi gündeme getirmek istiyordum, ama koşullar el vermedi, devlet cevaz vermedi, taban direndi vb. sonuçta olmadı, diyor. Şimdi PKK’nin bugüne varan evriminin başlangıç noktasının ‘92 yılı olduğu konusunda artık genel bir mutabakat var sol çevrelerde. Ama bu, tam da ‘92 yılında, Ekim’in bir başyazısında, “Kürt Hareketi Yol Ayrımında” başlıklı başyazısında, yani tam zamanında, bir tahlile dayalı olarak ortaya konuluyor.

Biz TİKB için, bu kafayla hiçbir yere gidemez dedik ve bunun nedenlerini marksist eleştiri yoluyla gösterdik, üstelik onun henüz pek güvenli ve kibirli olduğu bir evrede. Gitti mi peki? O “küçük ama bolşevik müfreze”den geriye bugün ne kaldı, bilen var mı? Ellerinde koca bir miras vardı oysa, 12 Eylül dönemi direnişlerinin getirdiği büyük bir politik ve moral motivasyon vardı. Ama yalnızca onunla bir yere gidilmez, temelde bu bir çizgi sorunudur. Gidilemediği somut olarak da görüldü de, TİKB de tıpkı TDKP gibi kendi devrimci mirasına sahip çıkamadı, geleneklerini koruyamadı ve sonuçta Türkiye’nin en marjinal gruplarından biri durumuna düştü. Örgüt sorununa zamanında öylesine vurgu yapanlar, bundan umutlarını kestiler ve kendilerine şimdilerde “teorik” akıl hocalığı misyonu biçmiş bulunuyorlar. Bir zamanlar“küçük ama bolşevik müfreze” oldukları iddiasındakiler için gerçekten pek hazin bir akıbet bu. Ama hiçbir biçimde şaşırtıcı da değil.

MLKP’yle ilgili söylediklerimiz de giderek gerçekleşiyor. Açın örneğin “Liberal Demokratizmin Politik Platformu” kitabının önsözünü, orada, bugün TDKP’nin uğramış bulunduğu akıbet kendisiyle aynı ideolojik-politik platformu taşıyan akımların yarınına ışık tutuyor, deniliyor. Bunu inanılmaz bulacak olanlara, ama on sene önce TDKP ile ilgili söylediklerimiz de aynı şekilde inanılmaz görünüyordu, oysa bugün herkesin paylaştığı bir gerçek olarak orta yerde duruyor. Bugün MLKP ile EMEP siyasal sahnede en iyi anlaşan, artık birçok konuda birlikte davranan, birbirlerini kollayıp kayıran iki çevre haline geldiler. MLKP yayınlarında devrimci akımların adı unutuldu artık, o ünlü “komünistler ve devrimciler” tekerlemesi çoktan bir yana atıldı. Artık varsa yoksa DEHAP, EMEP, SDP ve ESP dörtlüsü, yani bildiğimiz o refomist DEHAP Bloku var. Aynıların aynı yere geçmesinden başka nedir ki bu!

Biz söylenmesi gerekeni zamanında söyleriz. Zamanında TDKP’ye söylediklerimiz biliniyor ve işte TDKP’nin akıbeti. Zamanında PKK’yla ilgili söylediklerimiz orta yerde ve işte PKK’nın akıbeti. TİKB ile ilgili söylediklerimiz koca bir kitap olarak ortada ve işte TİKB’nin akıbeti. Ve nihayet MLKP için söylenenler, onlar da bir bir gerçekleşiyor.

Yineliyorum, bunun kehanetle bir ilgisi yok, bunu önden kestirebilmenin hiçbir güçlüğü de yok. Ortada bu hareketlerin bir kimliği var, bir çizgileri var ve o çizgideki evrim ve değişim var. Bizim MLKP polemiğinde yaptığımız nedir? Onların dünkü çizgisini, kuruluş belgelerinde ortaya koyduğu perspektifleri alarak bugün geldiği noktayla karşı karşıya koymaktır. Siz dün şuradaydınız, iyi kötü devrimci kaygılarınız vardı, tüm tutarsızlıklarınıza rağmen genel olarak devrimci bir zeminde duruyordunuz, oysa şimdi dünkü bu konumu ve kaygıları bir yana bırakarak artık şu noktaya gelmiş bulunuyorsunuz; ama bu gelişiniz rastlantı olmadığı gibi öyle çok bilinçsizce bir sürükleniş de değil, ne yaptığınızı, neyi seçtiğinizi pekala biliyorsunuz, ama bunu örtülü bir biçimde, tabanınızı bna adım adım alıştırarak oportünistçe yapıyorsunuz, diyoruz.

Bunu oportünistçe, deyim uygunsa sinsi bir biçimde yapıyorlar, zira ciddiyetleriyle birlikte samimiyetlerini de yitirmiş bulunuyorlar. Ortalığı aldatarak reformizme gidiyor, ama tabanını koruyarak yapmak istiyor bunu. TDKP de benzer bir tutum izlemedi mi? TDKP yayınları en keskin ve “devrimci” yazılara tam da EMEP açılımını yaptığı dönemde yer verdi. Bu ülkede sosyalizm adına mücadele yürütecek bir partinin legal olarak kurulabileceğine inanmak, bu ülkede özgürlüğün var olduğunu kabul etmek demektir, bu ise en büyük sahtekarlıktır diye yazdı, Özgürlük Dünyası, legal parti hazırlıklarının son aşamaya geldiği bir sırada. Oysa sahtekarlığın kendisi tam da köklü bir konum ve kimlik değişimini böyle aldatıcı vurgularla gizleme çabasında vardı. Reformist bir açılım yapılırken en devrimci laflar edilerek, devrimci ilkeer döne döne tekrarlanarak, insanlar sersemletilmeye çalışılıyordu.

MLKP beş yıl sonra kongre yapıyor, ne tartıştığı belli değil. Pratiğine bakıyorsunuz, adım adım ama doludizgin reformizme kayıyor. İşte böyle bir dönemde, yapılan kongre “Devrimin zaferi için yaşasın MLKP!” sloganını ortaya atıyor. Bu kulağa pek de hoş geliyor, ama dipten dibe yaşanan tasfiyeci çürümeyi örtmenin ve peş peşe yapılan tasfiyeci açılımları gizlemenin bir örtüsünden başka hiçbir anlam taşımıyor. Komünistlerin somut düşünsel kanıtlara ve olgulara dayalı ideolojik eleştirisini en bayağısından bir küfür ve hakaretle karşılayanların durdukları yere dönüp bakın. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyim derler; DEHAP, EMEP, SDP ve ESP’ye bir arada bakın, kimin nereden nereye geldiğini ve artık nerede durduğunu sayfalar dolusu eleştiriden daha açık ve sahici biçimde görürsünüz. Konular bu denli netleşmiş, saflar bu denli açık bir biçimde oluşmuş bulunuyor.

(Devam edecek...)