3 Kasımda yapılan seçimler ilginç sonuçlar ortaya çıkardı. Hemen vurgulamalıyız ki beklentilerle seçim sonuçları arasında hayal kırıklıklarını doğuracak kadar önemli farklar oldu. Kısaca özetlemek gerekirse: Milletvekilliği engellenen Tayip Erdoğanın başında bulunduğu AKP, tüm engellemelere rağmen seçim sisteminin de sağladığı avantajlarla ezici bir üstünlükle meclise girdi ve tek başına hükümet olma olanağını kazandı. Meclisteki sayısal üstünlüğü kendisine tek başına anayasada değişiklik yapma şansını bile veriyor. Yüksek barajlı seçim sistemi nedeniyle meclise sadece iki parti, AKP ve CHP, girdi. Diğerleri, yani bir önceki dönemin hükümet ve muhalefet partilerinin tümü barajın altında kaldı. Bundan dolayı bu partiler kendi içlerine yönelmek durumunda kaldılar, yeniden yapılanma yoluna gireceklerini açıkladılar. Bu partilerin genel başkanları istifalarını açıkladılar. Belli ki Türkiyedeki siyasal partiler önemli bir çözülme ve yeniden yapılanma süreci yaşayacaklar... 3 Kasım seçimlerine çok büyük umutlar bağlayan DEHAP ve ardındaki İmralı Partisi, umduğunu bulmadı ve büyük bir hayal kırıklığını yaşadı. Geçerli oyların yüzde kırk beşlik bölümü meclise yansımadı ve bunun, ciddi bir temsil krizi anlamına geldiği vurgulanmaya başlandı... Bu kısa hatırlatmalardan sonra şimdi seçim sonuçlarının çok genel değerlendirmesine geçebiliriz. 3 Kasım seçimleri tekelci burjuvazinin, emperyalist merkezlerin ve gerçek iktidar odağı olan ordunun beklentilerine, planlarına karşılık verebildi mi? Ne kadar? Bu soruya daha anlaşılır ve doğru yanıt verebilmek için seçimler öncesine kısaca bakmamız gerekir. Hatırlanacağı üzere, DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti egemen güçlerin temel politikalarına yanıt veremez hale gelmişti. Bu nedenle hükümetin değişmesini, en azından bir revizyondan geçmesini istiyorlardı. Ama Ecevit ayak diretince 28 Şubattan alışık olduğumuz ve Postmodern darbe olarak tanımlanan müdahale süreci başlatıldı. DSP içten çözdürüldü ve çökertildi, koalisyon hükümetinin arkasındaki sayısal güç azaltıldı ve böylece yeni bir seçim kaçınılmaz hale getirildi. 3 Kasım seçimleri böyle gündeme geldi... Gündemde İMFnin dayattığı ekonomi programı, ABDnin Irak saldırısı ve AB ile ilişkiler sorunu vardı. Bu sorunların çözülebilmesi ve temel politikaların pürüzsüz ve istikrar içinde sürdürülebilmesi için uyumlu bir meclis ve hükümetin olmasını istiyorlardı. Kafalarındaki modeli de itiraf etmekten geri durmuyorlardı: Sosyal liberal bir hükümet istemini açıktan dillendiriyorlardı. Sosyal liberal hükümetten kastettikleri CHP ağırlıklı bir hükümetten başka bir şey değildi. Bu planın bir parçası olarak Kemal Derviş CHPye iltihak ettirildi. CHP ağırlıklı bir hükümetle toplumsal gerginlikleri dengeleyebileceklerini ve sözünü ettiğimiz politikaları daha kolay yaşama geçirebileceklerini düşünüyorlardı. Bu planın bir gereği olarak seçim kampanyalarında CHPye çok yönlü destek verildi, en büyük rakibi konumundaki AKP ise engellenmeye çalışıldı. Yapılan bütün kamuoyu yoklamalarında AKP birinci parti gözüküyordu. Bu olasılık pek hoşlarına gitmiyordu. Önlem olarak AKPnin İslamcı kimliğini öne çıkarmanın yanı sıra, T. Erdoğanın milletvekili adaylığı engellendi, AKP hakkında kapatma davası açıldı, vb... Ancak görüldüğü gibi, bunların hiçbiri engelleyici bir rol oynamadı ve seçim sisteminin de sağladığı ek avantajlarla AKP ezici bir üstünlük yakaladı... Şimdi ne olacaktı? Seçimler, tekelci burjuvazinin, ABD ve AB devletlerinin beklentilerine tam ve istedikleri düzeyde yanıt olabilecek bir meclis aritmetiği ve hükümet modelinin çıkmasına olanak sağlamadı. Tersine en azından İslamcı bir kökenden gelen ve 28 Şubat darbesi döneminde bakanlıklarda bulunan bir kısım kadronun oluşturduğu bir parti meclis çoğunluğunu elde etmişti, tek başına hükümet olma olanağını yakalamıştı. Gerçi AKP kadroları biz değiştik, İslamcı değiliz diyorlardı. Ama bu, var olan kuşkuları ve güven bunalımını aşmaya yetmiyordu. Bu çelişkinin bundan sonraki siyasal kararlara ve uygulamalara yansıması nasıl olacaktı? AKP nasıl davranacak, güven vermek için ne yapacaktı? Seçim süreci boyunca düzene yönelik yoğunlaşan tepkileri oya dönüştüren AKP nasıl bir çizgi üzrinde yürüyecek? Bu soruların yanıtı aşağı yukarı şimdiden bellidir ve kısaca değinmemiz gerekir. Belli ki gerçek güç ve iktidar odakları seçimlerin ortaya çıkardığı gerçekliği kabul etme ve bunu, kendi politikalarının en iyi uygulayıcı unsuru haline getirme eğilimindirler. Bu yaklaşımlarını daha ilk günlerde açıklamış ve göstermişlerdir. Cumhurbaşkanı T. Erdoğana Çankayada randevu verdi, Genelkurmay Başkanı Amerikada seçim sonuçlarına saygılıyız biçiminde demeç verdi. ABD ve AB yetkilileri sıcak mesajlar vermekte geri kalmadılar. İlk planda bir meşruiyet krizinin olmayacağı sinyalleri de böylece verilmiş oldu. Buna karşılık Tayyip Erdoğan da ilgili yerlere ve güçlere onları tatmin edebilecek sıcak mesajlar göndermeyi birincil bir görev olarak gördü. İlk işlerinin AB ile ilişkileri geliştirmek ve üyelik süreci konusunda somut bir takvim almak olduğunu a&ccdil;ıkladı. Yine İMF politikalarına sadakatini de açıkladı. Irak saldırısı konusunda Genelkurmayın çizgisinde yürüyeceklerini daha önce Abdullah Gülün ağzından açıklamışlardı. Kısacası egemen güç odakları ile AKP arasında şu anda bir balayı havası esiyor gibi. Ancak bu balayı havası altında kimi çelişkilerin varlığına da işaret etmemiz gerekiyor. Bir kez kendini kanıtlama ve güven verme çabalarına rağmen sistem ve gerçek iktidar odakları AKP ve Genel Başkanına tam güvenmiyor. AKP, sürekli güven verme ve bu noktada kendini kanıtlama kaygısında olacaktır. Bu kaygı bütün politik yaklaşım ve davranışlarına sinecek, etkide bulunacaktır. Gerçek iktidar güçleri de sistem karşısında kaygılı, kendi çizgisinde tutarlı olmayan bu politik kadroyu bu zayıf noktasından tutacak, sıkıştıracak ve en zorlu politikaları onların eliyle uygulama alanına koyacaktır. Tıpkı TC-İsrail anlaşmasını Erbakana onaylattıkları gibi, 28 Şubat kararlarını Erbakana imzalattıkları gibi... Başka bir ifadeyle ordu ve egemen güçler izin verdikleri ölçüde ve belirledikleri çerçevede AKP hükümet edebilecektir. Meclisteki sayısal çoğunlukları ne olursa olsun AKPnin orduya ve egemen odaklara rağmen bir hükümet v yasama icraatları olmayacaktır. Bu yönüyle gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin ve partilerin rolünü oynamaktan öte bir güçleri ve etkileri olmayacaktır, hatta yukarda özetlediğimiz zaaflarından dolayı siyasal ve psikolojik olarak daha güçsüz konumda oldukları da bir olgudur. Zaten Demoklesin kılıcı sürekli tepelerinde sallandırılıyor. (AKPnin parti olarak çözümlenmesi başka bir çalışmanın konusudur. O nedenle bu noktayı geçiyoruz.) Sıkça vurgulandığı gibi, Türkiyede hükümet olmak, gerçek iktidar gücü olmak anlamına gelmiyor. Aynı kural AKP için de geçerli, hatta daha fazlasıyla... Değinmemiz gereken diğer bir sonuç da şu: İmralı Partisi, 3 Kasım seçimlerine büyük bir anlam atfetmişti, bu seçimle Türkiyenin demokratikleşme sürecinin başlayacağını açıklamıştı. Ancak seçimlerde umduklarını bulmamanın hayal kırıklığı ile bu kez seçimleri gayrı meşru ilan ettiler. Bu kadar çelişkili ve tutarsız davranmanın nedenleri var. Bütün dertleri yaptıkları kapsamlı tasfiyecilik karşılığında düzen içinde kendilerine bir yer kapmaktır. Ancak bunu bu seçimde başaramadılar. HADEP-DEHAP içinde kümelenen Kürt siyaset esnafının derdi de bundan daha az bayağı değildir. Düzenden biraz yemlenmek, işte bütün çabalarının özeti budur. Yanılsamalı da olsa halkımız genel olarak seçimlere gidecek, seçimlerde oyunu HADEPin de içinde yer aldığı DEHAP blokuna verecektir. Bir kez daha belirtelim ki bu oy veriş yanılsamalıdır, kendi içinde çelişkilidir. Bu oy verişte paradoksal bir durum söz konusudur. Halk, kendisinin anladığı anlamda kendisine, kendi ulusal talepleri ve değerleriyle bir gördüğü HADEPe oy verecek, bunu, devletle hesaplaşmanın bir gereği sayacak, farklılığını ortaya koymanın bir gereği sayacaktır. Bundan dolayıdır ki devlet, HADEPin yüksek düzeyde oy almasını, nitelikleri ne olursa olsun meclise girmesini istemiyor ve engellemek için her yolu deniyor. Ancak bir de bu oy verişin başka bir boyutu daha var: Paradoksal olarak bu oy verişin İmralı çizgisine, yani devletle bütünleşme ve katliam politikalarına güç taşıma anlamı da var. Bu yanılsamalı ve paradoksal durum halkımızın güncel trajedisini anlatıyor. Güçte güçsüzlüğü, kendi kimliğine sahip çıkma istemi ve eyleminde düşmanının değirmenine su taşıma durumunu yaşamak trajediden başka bir kavramla tanımlanabilir mi? 3 Kasım seçimlerinde gerçekleşen de bu olmuştur! Özetle, 3 Kasım seçimleri kendi içinde çelişkileri ve çözümsüzlükleri ile rejime yeni bir soluk getirme aracı ve olanağı olmaktan uzaktır. Bir kez daha görüldü ki sol ve devrimci güçler politik olarak güçsüzdür. Reformist kesimlerin ise esamesi pek okunmuyor. Bütün bunlara karşılık çelişkiler, giderek daha da fazla keskinleşmektedir. Bu gerçekler, devrimci görevlerin altını bir kez daha kalın çizgilerle çizmektedir. PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları |
|||||